- 718 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
*- YOLCULUK
Biletini alıp gişeden ayrıldı. Trenin kalkmasına daha epey vardı. Köşede duran simitçiden iki simit bir de ayran alarak trene doğru yöneldi. Ama sonra vazgeçip geri döndü. Gazetelerini almayı unutmuştu. Beş saat boyunca sürecek yolculukta vakit geçirmenin en iyi yolu bir şeyler okumaktı. Gerçi yanına kitap da almıştı ama gazetenin yeri başkaydı. Hiç değilse haberlere bakar oyalanırdı. Gazetelerini alıp yeniden trene yöneldi.
Son zamanlarda kendini bir türlü okumaya veremiyordu. Ne zaman bir kitabın kapağını açsa anında cayıp elindekini bir tarafa koyuyordu. Son zamanlarda üzerinde her şeye karşı oluşan bir bıkkınlık vardı. Nedenleri konusunda da hiçbir fikre sahip değildi. Bu konuyla ilgili olarak epey düşünmüş olmasına rağmen bir türlü kendisini tatmin edecek bir cevap bulamamış olması da ayrıca canını sıkıyordu.
Boş olan eliyle kapıyı açıp vagondan içeri girdi. Pulman koltuklu bir vagondu bu. Numarasını bulup elindeki simit ve gazeteleri koltuğuna koydu. Valizini tavandaki rafa yerleştirdi. Dün gelmişti Ankara’ya. Bazı işlerini halledip gece de otelde kalmıştı. Bugün de yolculuk baba ocağına…“ Yanıma abuk sabuk biri oturmaz da rahat bir yolculuk yaparım inşa-Allah.” Diye içinden geçirerek koltuğun üzerindekileri alıp oturdu. Poşetten simit ve ayranını çıkartıp kahvaltısını yapmaya başladı.
Okullar kapanmaya yakın planını yapmıştı. Küçük, şirin mi şirin bir Karadeniz sahil kasabasıydı şimdiki durağı. Yıllardır yaşadığı göçebe hayat onu en son buraya atmıştı. Öğretmen lisesinden mezun olur olmaz atanmayla birlikte memleketinden bir çıkmış, pir çıkmıştı. Sırf annesini kırmamak için yaz tatillerinde gelir on, on beş gün kalır, sonra yine sessiz sedasız çekip giderdi, geldiği yere. Çok istemişti annesinin de onunla birlikte yaşamasını ama kopartamamıştı onu baba, ata toprağından. Öğretmenliğinin ilk yıllarında onu yalnız bırakmamak için gelir birkaç ay kalır sonra yeniden “Evim” deyip döner giderdi memleketine. Sonraları bunu da yapmaz olmuştu. “Babanı oralarda yalnız, bir başına bırakmak içime sinmiyor. Bu durum sanki onu terk etmişim gibi geliyor bana.” Derdi. “Sen nasılsa kendine göre bir düzen tutturmuş gidiyorsun. Bana ihtiyacın yok”
Nasıl bir vefa duygusuydu bu? Nasıl bir sevgi? Böyle bir sevgi olabilir miydi? Buna sevgi denir miydi? Ölmüş bir insanın ardından…
Babası… Sadece resimlerinden tanıdığı… O minik bir bebekmiş daha, babası çalıştığı kereste fabrikasında tomrukların altında kalıp öldüğünde. Annesine bağlanan maaşla dededen kalma evde bir başlarına kalmışlardı, ana oğul. Çok isteyeni olmuş ama o kimselere gitmemiş.” Oğlumu üvey baba eline bırakamam.” deyip. Kırmış dizini oturmuştu. Hoş oğlu da onu daha on ikisinde terk edip gitmemiş miydi? İlkokulu bitirir bitirmez öğretmeninin de teşvikiyle yatılı öğretmen okulu sınavlarına girip kazanmış. Sonra da ver elini gurbet…
Simitlerini yiyip boş ayran kutusunu poşete koydu. Onu da önündeki koltuğun arkasındaki fileye… Trenin kalkmasına çok kalmamıştı. Yolcular birer ikişer doluşuyorlardı, vagonlara. Gazetelerden birini açıp okumaya başlamıştı ki,
- İzninizle geçebilir miyim?
Diye bir ses duydu. Başını kaldırıp baktığında yumuşak, sıcak, bir çift elâ gözün kendisine baktığını gördü, yüzündeki hafif bir tebessüm eşliğinde. Genç bir kızdı, gülümseyen gözlerin ve yüzün sahibi. Kalkıp yol verdi.
Genç kız yerine geçip elindeki kol çantasını askıya asıp oturdu. Ama tekrar kalktı. Oturmasıyla kalkması bir olmuştu neredeyse. Çantasını açıp içinden bir şeyler aldı. Tekrar yerine oturduğunda genç kızın elindekinin bir kitap olduğunu gördü.
Kendisi de koltuğuna oturup geriye yaslandı. Gazetesini okumaya devam etti. Yüzü hafifçe kızdan yana dönük olduğu için arada gözü kayıyordu onun tarafına doğru. Genç kız elindeki romanı okumaya başlamıştı. Çevresiyle pek ilgili gibi gözükmüyordu. O da tekrar gazetesine döndü okumaya çalıştı. Ama nedense dikkati dağılmıştı. Okuduğunu anlamıyordu.
Dışarıdan kondüktörlerin düdük sesleri gelmeye başladı. Demek tren kalkmak üzereydi.
Derken gürültülü bir şekilde hareket ettiler. Elinde gazete, gözü yan koltukta oturan yol arkadaşına kaydı. O da başını kitabından kaldırmış dışarıyı seyretmekle meşguldü. Git gide hızlanarak gardan ayrıldılar. Yolculuk başlamıştı. Gazeteyi kucağına bıraktı. Gözlüklerini çıkartıp gözlerini ovuşturdu. Yerinden kalkıp vagonun baş tarafına doğru yürüdü. İki vagon arasındaki boşluğa geçip bir sigara yakıtı… Derin bir nefes çekti, ciğerlerini kavururcasına. Tıkandı, nefes alamadı bir an için. Ciğerleri acımıştı. "Bu meret de artık çekilmez olmaya başladı.” Diye geçirdi içinden. Ne zamandır tadını alamaz olmuştu sigaranın. Sırf alışkanlık olduğundan içiyordu.
Biten sigarasının izmaritini yere atıp üzerine basarak söndürdü. Tekrar vagondan içeri girip yerine doğru yürüdü.
Tren hareket edip Ankara’nın banliyölerini birer birer geçerek hedefine doğru ilerlemeye başlayalı bir saati buluyordu neredeyse. Polatlıyı geçmişlerdi. Yan koltuktaki yol arkadaşı trene bindiğinden beri hareket ederken hariç kafasını kitabından hiç kaldırmadan çevresiyle de ilgilenmeden okumasını sürdürüyordu. İmrenerek baktı ona. O da yakın bir zamana kadar böyleydi. Bir daldı mı bırakmayı bilmiyordu. Şimdi ayda bir bir kitap bitirse yine de iyiydi onun için.
- Demek bu kadar heyecanlı bir öykü? Diye bir cümle çıktı ağzından, gayri ihtiyari.
- Bana bir şey mi söylediniz efendim? Diye sorarken başını da kitaptan kaldırmıştı genç kız
- Yok, size değil de… Yani… O elinizdeki kitap diyordum çok sürükleyici bir öykü olsa gerek.
- Ha, evet. Günümüz yazarlarında… Son günlerde epey popüler…
- Öyle mi? Ne güzel… Demek genç yazarlar kendilerini okutmayı başarabiliyorlar. Sevindirici bir şey bu… Bir şeyler yazıp okuma alışkanlığı olmayan bir toplumun karşısına çıkmak doğrusu ya, çok sağlam bir yürek ve cesaret ister bu zamanda.
- Çok haklısınız efendim. Siz... Öğretmen misiniz?
- Evet, öğretmenim. Ama bunu nereden anladınız?
- Her haliniz adeta bağırıyor bunu.Oturuşunuz kalkışınız konuşmanız…
- İyi bir gözlemcisiniz o halde?
- Mesleğim gereği…
- Ya, ben sizi öğrenci sanmıştım oysa.
- Henüz öğrenciyim ama bu yıl son sınıfa geçtim. Hukuk okuyorum da…
- Anladım.
- Siz ne öğretmenisiniz hocam?
- İlkokul…
- Bir numara yani…
- Nasıl anlayamadım?
- Şöyle ki ilkokul öğretmenleri insan hayatında çok önemli bir yere sahiptirler ya.Bu yüzden böyle dedim.
- Bir tür iltifat yani…
- Hayır, bence iltifat değil. Böyle düşünüyorum. Kaçımız lisedeki ya da ortaokuldaki Türkçe, matematik ya da fen öğretmenimizin adını hatırlarız ki? Ama kime sarsanız kaç yaşında olursa olsun ilkokul öğretmeninin adını hemen söyleyiverir.
- Bir ilkokul öğretmeni olarak bu sözlerinizden oldukça etkilendim doğrusu. Teşekkür ediyorum size, tüm ilkokul öğretmenleri adına.
- Estağfurullah efendim…
- Demek hukukçu olacaksınız. Hâkim, savcı, hangisi?
- Avukat… Zaten aynı zamanda bir avukatlık bürosunda da çalışıyorum .
- Öyle mi? Çok güzel… Mesleğe başladınız yani.
- Eh öyle de denilebilinir.
- Ankaralı mısınız?
- Hayır, Bilecik… Bozüyük, kazası Bilecik’in…
- Bakın şu işe! diye yüksek sesle söylendi ve genç kızın cevap vermesine fırsat vermeden tekrar sordu.Neresinden?Genç kız da soruyu soruyla karşıladı
- Bozüyük’ü bilir misiniz?
- Biraz, gençliğimde bir süre kalmıştım. Diyerek yalan söyledi.
Niçin yalan söylediğine bir anlam verememişti. Ne gereği vardı şimdi durup dururken böyle davranmanın? Nasıl olsa birkaç saat sonra aynı istasyonda inmeyecekler miydi? Hem öğretmen olduğunu söyle, hem de yalan söyle. Bir öğretmene yalan söylemek yakışır mıydı? Hiç olmamıştı bu. Ama laf bir kere ağızdan çıkmıştı.
- Aslen nerelisiniz?
- Ne o soruma cevap vermediniz?
- Siz de soruma soruyla karşılık veriyorsunuz
- Ama önce ben sordum. Siz bir cevap verin hele.
- Ne sormuştunuz?
- Bozüyük’ün diyordum… Neresindensiniz?
- İçinden, çarşı mahallesinden… Siz öğretmenlik mi yaptınız bizim memlekette?
Soru karşısında bir an durakladı. İşte yalanın geldiği nokta… Devam mı etmeliydi acaba? Hayır etmemeliydi. Yalanın sonu yoktu. Hem niçin yalan söyleyecekti ki? Ama söylediği yalanı da bir şekilde ortadan kaldırmalıydı.
- Yok hayır…
- Peki, o zaman?
- Ne o sorguya mı çekiliyoruz yoksa? Diye şaka yollu soruyu
geçiştirmeye çalıştı, zaman kazanmak için.
- Yok, hocam olur mu hiç? Diye cevap verdi yol arkadaşı. Mahcup olmuştu. Sadece merak işte…
- Tamam üzülme. Şaka yapmıştım zaten. Aslında ben de
Bozüyüklüyüm ama çok küçükken ayrıldığım için buradan… Okumak için… Bir daha da dönemedim. Arada yazları gelirdim ilk zamanlar ama zamanla ondan da vazgeçtim. Kimsesi de olmayınca insanın kopuyor bir şekilde. Bu yüzden kendimi oralı saymam
Sohbet yavaş yavaş normal bir seyre girdi. Genç kız da kendisinden okulundan, söz etti, çeşitli sorular sordu. O da bu soruların tümüne cevap verdi. Evlenmemiş olması ilgisini çekmişti. Niçin ini sordu. Ama o bu soruyu geçiştirdi.”Zaman bulamadım ” diyerek. Aslında bir bakıma doğruydu da. Bir yerde uzun bir süre kalamadığı için… Hiç mi istememişti evlenip barklanmayı, çoluk çocuğa karışmayı? İstemişti tabi istemez olur muydu? Ama bir türlü denk gelmemişti. Bu işler biraz da nasip, kısmet işi değil miydi?
- Şimdi niçin gidiyorsunuz memlekete?
- Bazı yarım kalmış işler var da onları toparlayıp düzenleyeceğim.
- Nasıl yani anlayamadım. Hem “Memleketle bir irtibatım kalmadı.”
Diyorsunuz hem de…
- Babadan kalma bir ev var, kirada… Onu satmak için gidiyorum.
- Ha anladım, yani tümden koparacaksınız ilişkinizi öyle mi?
- Öyle de denilebilinir. Bir yere yüreğinizle bağlı değilseniz orada
yaşıyor olsanız bile siz aslında oraya ait değilsinizdir. Bense zaten kopup ayrılalı yıllar oldu…
- İnsan doğduğu, ekmeğini yiyip suyunu içtiği yerlere karşı nasıl
bu kadar soğuk olabilir ki? Tam tersi olmalı değil midir? İnsan memleketim dediği yeri ne olursa olsun özler yine de. İllâki geride kalmış birileri vardır. Eş, dost, akraba… Ya da ne bileyim bir mezar bile oraya bağlı kalmanın nedenidir bence.Hem size biri sorduğunda “Nerelisiniz?” diye ne cevap veriyorsunuz?
- Tabi ki memleketimi söylüyorum.
- İşte bu! Gördünüz mü bak. Ne olursa olsun kopamamışsınız.
- Nankörlük gibi geliyor değil mi? Eh bir bakıma öyle de… Nereden
baktığına bağlı olarak… Ama ne var ki bir yerli olmak başka bir şeydir. Bir yere ait olmak başka, bir yere ait olduğunu hissetmek daha başka…
- Pek anlamadım ya neyse.
- Anlaşılmayacak bir şey yok aslında.
Kısa bir sessizlik oldu. Genç kız kitabına dönecekmiş gibi yaptı, Sonra vazgeçip tekrar konuşmaya başladı. Ama bu kez sesinde belli belirsiz bir titreme vardı.
- Size bir şey söyleyeyim mi hocam. Ben sizi tanıyorum galiba.
- Öyle mi? Nereden tanıyorsunuz? Diye hayretle sordu.
- Konuştukça sizi hatırlamaya başladım. Ve sanırım yanılmıyorum da.
- Beni hatırlamaya mı başladın? Diye tekrar sordu şaşkınlığı daha da artmıştı. Yoksa bir öğrencisiydi de o mu tanıyamamıştı bu genç kızı? Nereden tanıyorsunuz?
- Yüzünüz ilk gördüğümde zaten yabancı gelmemişti. Anlattıklarınızla birlikte çocukluğumdan kalma bir resim yavaş yavaş belirgin bir hâl almaya başladı zihnimde.
- Öyle mi?
- Evet. Siz Safiye Hanım teyzenin oğlusunuz değil mi?
- Evet de… Ama siz beni… En son annemin cenazesini saymazsak dokuz yıl önce gelmiştim memlekete. Epey bir zamandır bu.Hem çok da kalmamıştım. Siz o zaman...
- Şöyle, benim ananem oturuyordu sizin orada. Şimdi rahmetli oldu. O da dedem de… Biz yazları annemle birlikte kalmaya gelirdik onlara. Annem bir iki gün kalır sonra beni bırakır dönerdi. Sizi birkaç kere görmüştüm Safiye teyzenin evinden çıkarken de ananeme sormuştum ”Kim bu adam?” Diye, o da anlatmıştı. Öğretmen olduğunuzu söylediğiniz zaman, bir de Bozüyüklü olunca… Zihnimdeki resimle bu ikisini birleştirdi ve siz çıktınız ortaya. Dedi gülümseyerek. O da güldü.
- Güçlü bir hafızanız var demek ki
-Olsun artık o kadar… Hukuk okuyoruz değil mi?
Tanış çıkmanın da verdiği rahatlıkla daha bir serbest konuşmaya başlamıştı genç kız. Kızın bu rahatlığı onu da gevşetmişti ama yine de tedirgindi. Memleketinden bir tanıdıkla karşılaşmış olmak… Niçindi? Buna kendisi de bir anlam verememişti.
- Sen dedi, kimin kızısın? Ananenin ismi ne, ya da dedenin? Artık senli benli konuşmaya başlamıştı genç kızla.
- Ferhat Bayram, dedemin adı… Sizin ev ile dedemlerin evi karşı karşıya neredeyse. Sizinki biraz daha yukarıda… Bir kaç ev…
- Hatırladım, dedi gözleri buğulanmıştı. Sen Nermin’in kızısın öyleyse?
- Evet, hocam.
- Demek öyle…
Bir an aklı gerilere, ta çocukluk yıllarına gitti. Nermin ile aynı okula gitmişlerdi. Aynı sınıftaydılar. Okul bitince o parasız yatılıya giderken Nermin de ortaokula devam etmişti. Sonra da lise… Liseden sonra fazla beklememiş Ankaralı bir mühendisle evlenmiş ayrılıp gitmişti mahalleden. Nermin evlendiğinde o da yeni öğretmen çıkmış Erzurum’un ücra bir kasabasının ücra bir köyünde göreve başlamıştı.
İlkokulda herkes kendisine bir sevgili seçer ya sınıftan ama bunu kız bilmez. O da üçüncü sınıftayken Nermin’i seçmişti, arkadaşlarının da zorlamasıyla O günden sonra hem sınıf arkadaşları hem de mahalle arkadaşları bunu böyle bellemişlerdi. Hiç kimse kimsenin sevgilisine bakamazdı. Bu delikanlılığın yazılmamış en kadim ve değiştirilemez kurallarından birisiydi.
Gittikçe bu sahipleniş gelişerek çocukça da olsa bir bağlanmaya doğru gitmiş, bu bağlılık okul bitip parasız yatılıya gitmek için mahalleden ayrıldıktan sonra da sürmüştü. Zamanla bu bağlanış yerini kimselere söyleyemediği yine çocukça ama tutkulu bir aşkadönüşmüştü,
yüreğini yakıp kavuran. Okulun yatakhanesinde birçok geceler onu düşünüp ne hayaller kurmuştu, yalnız kendisinin bildiği. Ne güzel hayaller… Yalnız gecelerinin ulaşılmaz
sevgilisiydi o. Çocukluk heyecanı...Yüreğini kıpır kıpır eden...Ama ne yazık ki busevgiden
muhatabının hiçbir zaman haberi olmamıştı.
Tatillerde eve geldiğinde onu görebilmek için her türlü yola başvurur, birkaç dakika görebilse dünyalar onun olurdu. Her eve dönüşte “Bu sefer ne yapıp edip bir fırsatını bulup söyleyeceğim.” Diye karar alır, ama bu kararını bir türlü hayata geçiremezdi. O böyle kendi kendine yansın dursun, lise biter bitmez o sonbahar Nermin’i mühendisin birisine vermişlerdi de haberi bile olmamıştı. Nişan yapmışlar yaza da düğünyapacaklardı.
Neden sonra geldiği ilk yarıyıl tatilinde öğrenmişti bütün bunları da büyük bir hayal kırıklığı yaşamış, yüreğinde bir yerlerde bir şeylerin paramparça olduğunu hissetmişti.
Oysa bu gelişinde artık iki cihan bir araya gelse ne yapıp edecek bu sevdayı birilerine anlatacaktı. Kararlıydı. Annesini gönderip istetecekti. Madem söyleyemiyordu, bu yol en iyisiydi. Hem örf ve adetlere de uygundu. Nasılsa onun da okulu da bitmişti. Artık bir öğretmendi. Köy öğretmeni… Ama olsun ileride kendi memleketine bile atanabilirdi. İçi kıpır kıpırdı. Yol bir türlü bitmek bilmemişti.
Sevinç ve heyecanla evden içeri girdiğini hatırlıyordu. Annesiyle hasret giderir gidermez hemen konuyu açmıştı. Ama annesinin yüzündeki ifadeden bir şeyler olduğunu anlamış içi “cız” etmişti. Annesi durumu anlatınca da günlerce odasından dışarı çıkmamıştı, tuvalet ihtiyacı dışında. Annesinin tüm yalvarmalarına rağmen günlerce doğru dürüst yemek bile yemeden içinde kırılanları toparlamaya çalışmıştı, bezgin, perişan… Sonra sonra bu sevginin artık ona hayır getirmeyeceği gerçeğinden hareketle en iyisinin unutup, üzerine bir sünger çekmek olacağı kararına varmıştı. Unutmak… Bu mümkün müydü? Görecekti. Tatilin bitmesine yakın sessizce dönüp gitmişti yine geldiği yere. Vedalaşırken de annesine, bu durumu hiç ama hiç kimselere söylememesini sıkı sıkıya tembih etmişti.
- Neden sustunuz?
- Şey… Bilmem. Bir an çocukluğuma gittim. Biliyor musun annenle biz ilkokuldan sınıf arkadaşıyız. Beş yıl birlikte okuduk.
- Hem sınıf hem mahalle arkadaşı…
Güldü, gayri ihtiyari. Onların çocukluğunda bir kızla erkek çocuğunun arkadaşlığı mümkün değildi. Ayıptı. Kız kızla erkek de erkekle arkadaş olurdu.
- Mahalleden de evet…
- Niçin güldünüz
- Hiç senin lafına… Bizim çocukluğumuzda komşu bile olsan bir kızla bir erkek arkadaş olamazdı da
Genç kız da güldü. Tanış çıktıklarından beri aralarındaki sohbet daha da bir samimi olmaya başlamıştı. Şaka bile yapar oldular birbirlerine. Özellikle genç kızın o kendisini koruma içgüdüsüyle oluşturduğu resmiyetten eser kalmamıştı. İlk kez karşılaşıyor olmaları bile bu resmiyetin kalkmasını engelleyememişti. Aslında geçmişten gelen bu tanıdık amcanın güven veren tavrıydı kızın böyle bir samimiyetin içine girmesi.
Sohbet neşeyle devam ediyordu. Adam laf arasında kızın adının Feyza olduğunu, babasının o daha sekiz yaşındayken öldüğünü, başka kardeşinin olmadığını, annesiyle birlikte bir başlarına yaşadıklarını öğreniverdi. Babasının ölümünden sonra tanıdıklar vasıtasıyla annesine bir devlet dairesinde iş bulunmuştu. Babasından gelen tazminata biraz da her iki dedesi katkı yapmışlar Ankara’dan bir ev almışlardı onlara. Kira vermedikleri için de annesinin maaşıyla iyi kötü geçiniyorlardı. Sıkıştıkları yerde dedeleri yardıma koşuyor onları hiç yalnız bırakmıyorlardı. Şükür ki bu günlere gelmişlerdi. O da okulunu bitirmek üzereydi, daha ikinci sınıftayken bir avukatlık bürosunda çalışmaya başlamıştı. İleride stajını da burada tamamlayıp yine bu büroda devam etmeyi düşünüyordu. Yani işten yana şimdilik bir sorunu yoktu. İlerisi içinse şimdiden plan yapmanın bir anlamı yoktu. Gün ola harman ola. Gelecek günler ne gösterir? Şimdiden bilinemezdi.
- Siz kaç yıldır Öğretmensiniz?
- Yirmi beş yılı bitirmek üzereyim. Önümüzdeki yıl emekli olacağım.
- Ne güzel emekli olunca memlekete yerleşirsiniz
- Yok, pek düşünmüyorum memlekete yerleşmeyi. Henüz kesin bir karar vermedim ama şu anda görev yaptığım kente yerleşmek var aklımda. Tam bana göre bir yer. Sessiz sakin… Yazları biraz kalabalık ama olsun. Bir kaç ay… Tatilciler gittikten sonra kendi halinde bir kent oluveriyor, herkesin birbirini tanıdığı… Çok sevdim orayı. Dediğim gibi orya yerleşmeyi düşünüyorum.
- Çocuklarınız var mı? Hiç söz etmediniz?
- Ben evli değilim
- Nasıl yani hiç mi evlenmediniz?
- Evet, hiç evlenmedim.
- Ama niye?Kızın sesinde bir şaşkınlık ifadesi vardı.
- Bilmem, Oradan oraya sürüklenmekten vakit bulamadım her halde.
- Evlenmek istese insan ne yapar eder vakit bulur bence.
- Demek ki ben bulamamışım.
- Öyleyse evlenmek istemediniz.
- Aklıma gelmedi diyelim.
Diyerek geçiştirmeye çalıştı. Şimdi nasıl derdi kıza “Ben senin annene âşıktım. Onunla evlenmeyi hayal ediyordum. O evlenince ben de bir başkasını sevemedim. Bu yüzden kimseyle evlenmedim bekâr kalmayı tercih ettim.” diye.
Gerçekten de öyleydi. Kısmeti çıkmamış değildi. Hatta bir ikisinde bayağı niyetlenmişti de ama her seferinde o çocukluk, gençlik aşkı yüreğinin derinliklerinden bir yerden çıkıp gelmiş buna izin vermemişti.
- Ha anladım cevap vermek istemiyorsunuz.
- Yok, ondan değil de cevap verilecek bir durum yok ortada. Dediğim gibi fırsatım olmadı. Bazı durumlar vardır ki olmadı mı olmaz. Kısmet işidir bu işler. Bana kısmet olmadı şimdiye dek.
- Kısmet işi demek…
- Eh, öyle diyelim olsun bitsin.
Öyle dalmışlardı ki konuşmaya, vaktin nasıl geçtiğini anlamadılar bile. Kondüktörün
“Eskişehir” uyarısıyla toparlandılar. Gerçi daha en az bir buçuk saatlik yolları vardı ama yine de konuşmalarına ara verdiler. Tren Eskişehir’de yirmi dakika mola verecekti. Bu fırsattan faydalanıp aşağıda bir sigara içebilirdi. Hafiften kafası tutmaya başlamıştı. Ayağa kalktı. Genç kız da camdan dışarıya bakmaya başladı. Tren gara girip durdu. –
- Ben dedi aşağıya iniyorum. Sigara içmeye. Bir şey ister misin kantinden
- - Yok hayır… Teşekkür ederim. Ben de sizinle insem iyi olacak ayaklarımı açardım biraz.
- Haydi öyleyse…
Birlikte indiler trenden. Bir sigara yaktı. Kıza da tuttu ama o içmediğini söyleyip teşekkür etti.
- Şimdiki gençler çok düşkün de sigaraya…
- Ne yazık ki… Benim de hemen bütün arkadaşlarım içiyor ama ben alışmadım. İyi de etmişim. Ne olursa olsun bu dünyaya ait olan bir şeye bağımlı olmak bana ters. Bu bir sigara da olabilir, içki de, bir mevhum ya da bir insan da…
- Ooo felsefeye de meraklısın anlaşılan.
- Yok efendim değilim… Böyle düşünüyorum. Nasılsa zamanla elinizden gidebilecek şeylere niçin bağlanasınız ki?
- Doğru söylüyor olabilirsin. Şöyle desek nasıl olur? Tutkuyla bağlanmak?
- Evet sizin dediğiniz daha ayırt edici bir yaklaşım.
- Yoksa hayat çekilmez olur. Hiç kimseye, hiçbir şeye ilgi duymuyor olmak… Hâlbuki insan çevresiyle birlikte varsa eğer bir değere sahip olur. Çevresinden soyutlandığında insan hiçbir şeydir, bence.
- …
Hoparlörden gelen ses terenin kalkmak üzere olduğunu anons ediyordu. Tekrar trene binip yerlerine oturdular. Kısa süre sonra da hareket ettiler. Genç kız trene bindikten sonra birden sessizleşmişti. Düşünceli bir hal gelmişti sanki üzerine. Bu durum dikkatinden kaçmadı.
- Bir şeye mi canın sıkıldı? Birden çok sessizleştin de
- Yok hayır…
- Ben mi yanlış bir şey söyledim farkında olmadan?
- Estağfurullah hocam. Ne yanlışınız olacak yok bir şey dedim. Aklıma bir şey takıldı da. Onu düşünüyordum.
- Peki, bakalım öyle olsun. Sen söylemedin niçin memleket gittiğini?
- Annemle ilgili olarak nüfus müdürlüğünde bir işim var da onun için gidiyorum memlekete.
- Anladım.
Geçmişten, kendilerinden ilgi duydukları şeylerden bahsederek sohbetin çerçevesini genişlettiler. Bu hoş sohbet sayesinde vaktin nasıl geçip gittiğini anlmadılar bile.Tren neredeyse Bozüyük’e gelmek üzereydi. Kondüktör de zaten bunu duyurmaya başlamıştı. İkisi de hemen toparlanmaya başladı. Bir kaç dakikaya kadar istasyonda olurlardı.
- Gidecek bir yeriniz var mı hocam? Diye sordu genç kız.
- Maalesef. Bir otele yerleşirim herhalde. Ne o beni misafir mi etmek istiyordun yoksa?
Diyerek şaka yollu takıldı.
- Buyurun gidelim o zaman hocam. Ben dayımlara gidiyorum. Siz de yabancı değilsiniz zaten. Aynı mahalleden arkadaşsınız da. Görüşmüş olursunuz hem.
- Sağolasın, şaka yapmıştım. Şimdi emrivaki yapmış olmayalım. Nasılsa mahalleye uğrayacağım. O zaman görüşürüz, dayınla.
Yavaşlamaya başlamışlardı. İstasyona giriyorlardı demek. Yukarıya rafa koyduğu küçük valizini indirip kapıya doğru yöneldi. Kız da arkasındaydı. Sonunda yolculuk bitmişti işte. Bunca yıldan sonra… En son dokuz yıl önce annesinin ölümü üzerine iki gün için geldiği memleketinde…
Vagondan iner inmez kuru, sıcak bir rüzgâr yaladı saçlarını, yüzünü. Bir an için ürperdi. Sonra yol arkadaşı geldi aklına arkasına döndü. O da inmişti trenden. Yan yana geldiler ve istasyondan dışarı doğru yürüdüler.
- Sen, dedi adam. Mahalleye çıkıyorsundur her halde.
- Evet hocam. Artık bu gün pek bir şey yapamam. Yarın erkenden hallederim işlerimi inşallah.
- Peki, o zaman. Seni tanıdığıma çok memnun oldum. Annene selam söyle olur mu? Dayına da... Eski bir mahalle arkadaşından, komşusundan…
- Ben de sizi tanıdığıma çok sevindim hocam. Ben de çok memnun oldum. Buralardaysanız görüşürüz diye sanıyordum.
- Evet, mahalleye geleceğim ama sen dönmüş olursun belki görüşemeyiz diye düşünmüştüm.
- Gelmişken birkaç gün kalmak istiyordum. NAsıl olsa tatil...Hem dayım da öyle hemen bırakmaz insanı.
- Peki, o zaman görüşürüz. Görüşemezsek de…
- Anladım hocam anneme selamınızı söyleyeceğim. O da sizden selam aldığına memnun olacaktır.
Güldü adam. Elini uzattı genç kıza, tokalaşmak için.
- Haydi, bakalım seni daha fazla tutmayayım herkes yoluna dedi şaka yollu.
- Mahallede görüşürüz o zaman. Ama bir dakika olur ya görüşemeyiz falan size telefonumuzu vereyim. Yolunuz Ankara’ya düşerse eğer ararsınız.
- Olur. Pek sık olmamakla birlikte arada geliyorum.
- Sizi ağırlamaktan memnun oluruz. Hem sadece Ankara’ya geldiğinizde değil her zaman arayabilirsiniz bizi. Gündüzleri annem çalışıyor. Ben de tabi ki. Ama akşamları çoğunlukla evde oluruz. Pek dışarı çıkmayız. Ana, kız oturur televizyon seyrederiz. Videoda film falan…
Genç kız konuşurken yüzündeki ifadeye takıldı aklı. Bir şeyler söylemek mi istiyordu yoksa ona mı öyle gelmişti. Sonra üzerinde pek durmadı. Kızın çantasından çıkarttığı not defterinden koparttığı kâğıda yazdığı telefon numarasını aldı. Tokalaşıp ayrıldılar, tekrar görüşmeyi dileyerek. Elinde valizi ağır adımlarla yürümeye başladı, yemek yiyebileceği bir yer bulmak ümidiyle çevresine bakına bakına. Acıkmıştı.
Hayret hiç değişmemişti buraları. Çevredeki birkaç yeni bina dışında her şey yerli yerinde gibiydi sanki. Küçük yerlerin bu yanını seviyordu işte. Geçmiş kolay yok olmuyordu bu küçük kentlerde.
Ankara’ya geldiğinizde değil, her zaman arayabilirsiniz bizi.” Genç kızın söylediği bu cümle kafasını karıştırmıştı. Bir şey mi demek istemişti bu kız yoksa. Ama ne diyebilirdi ki daha yeni tanıdığı birine?
Demek babası ölmüştü. Hem de çok uzun zaman önce… İçinden bir anlık bir sevinç dalgası gelip geçti. Sonra bu duygudan ötürü kendi kendisini kınadı. Ne demek oluyordu şimdi bu? “Ne demek oluyorsa o oluyor.” diye cevap verdi içindeki sese. Yeterdi, yeterdi! ” Hem sadece...
Kapısında bir elinde servis tepsisiyle dikilmiş, gelen geçeni içeriye davet eden aşçı üniformalı, koca göbekli küçük heykelciğin yanından geçerek lokantadan içeri girdi. Garsonun gösterdiği yere otururken o çoktan kararını vermişti. Tek başına… Nereye kadardı? “Ama ya umduğun gibi bir şey çıkmazsa?” diye karşı çıktı yeniden içindeki ses. “Çıkmazsa çıkmaz. Şansıma küserim. Ama hiç değilse denemiş olurum. “ Diye sertçe susturdu sesi. Deneyecekti. Denemeden ne olduğunu bilemezdi ki…
Ismarladığı çorbasını kaşıklarken yüzünün ifadesi kesin kararını vermiş olan insanların dinginliğini ve rahatlığını yansıtıyordu. Çorbasını tadını çıkara çıkara içmeye koyuldu. Evet deneyecekti. Hem de hemen… Artık bu sefer geç kalmak istemiyordu.
RECEP AKIL
-