- 1801 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BENGİSU OLDUN UFKUMA
Bir avuç denizköpüğü gibi ne de çabuk geçmiş zaman. 1977 yılının bir sonbahar sabahıydı. Akdeniz’in Eylül’ü bir başka güzeldi. Kavurucu yaz sıcakları, yerini tatlı bir esintiye bırakmıştı. Nar ağaçlarının yere sarkan dalları, kırılacak gibiydi. Kırıkhan yöresine has karamemmet narları çatlamış, kan kırmızı taneleri dışarı fırlamıştı.
Henüz altı ay geçmişti; doğudan göçüp, bu şehrin varoşlarına ayak basmamızın üzerinden. Şehre de insanlarına da yabancıydım. Babamın, berberliğini saçlarımda denediği keçi tıraşım, çevredekilerin alaylı yüzlerinde bir gamze oluyor, onuruma dokunuyordu. Komşu teyzeye diktirdiğimiz siyah önlük, en değerli kostümümdü. Krampon tipi lastik ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Babamla bozuk asfaltlı okul yoluna koyuldum. Heyecan ve korkuyla karışık çocuk yüreğim, kıpır kıpırdı. İlk resmi ayrılışımdı bu, aile ocağından.
Ermenilerden kalma, eskiden kilise olarak kullanılan, Kurtuluş İlkokulu’nun halk arasındaki ismi, Sarı Okul’du. Duvarları taştan, kiremit çatılı, iki kat yüksekliğinde fakat olduğundan daha heybetli görünen bir binaydı. Kapı ve pencereleri, yuvarlak kabartma figürlerle çevrili tarihi yapı, esrarengiz bir görünüme sahipti. Okulun altında, şehrin değişik yerlerine uzanan tüneller bile vardı.
Çift kanatlı, oyma kabartmalarla işlenmiş, ahşap kapısını aralayıp içeri girdik. Okulun dar ve uzun koridorunda, gizemli bir dünyaya doğru yürüyordum. Babam, tiftikten örülü kalpağını çıkarıp, müdür odasının kapısını çaldı. Müdürü karşımda görünce, nabız atışlarım daha da arttı.
Masada oturan iri gözlü, kalın sesli bu adamın bakışları beni ürkütüyordu. Sorduğu birtakım sorulara noksan Türkçe’mle cevap vermeye çalıştım. Kaydımı yaptı. Beni öğretmenime
göndermeden, babamdan bir miktar bağış kopardı. “Başka okuyacak çocuğun varsa, getir.” diyordu. Oysa evdeki üç ağabeyim ve ablam, benim kadar şanslı değildi. Köyümüzde okul olmadığı için okuyamamış, cahil kalmışlardı.
Önümüzde hizmetli Necip, sınıfa doğru ilerledik. Yüreğim, bir kelebeğin kanadına takılmış uçuyor, heyecandan ayaklarım yere basmıyordu. Götürüp beni öğretmenime teslim ettiler.
Adı:Nazire; soyadı:Ündan. Ben, yeni yeşeren körpe bir fidan. O, yüreğinden süzerek, can suyumu veren bahçıvan. Dudağında tebessüm, gönlü sevgiyle harman. Hayatı ellerinde yoğuran, Mevlana gönüllü insan. Mümkün mü seni unutmam? Sevgini yüreğime, usul usul nasıl da akıttın! Ana sıcaklığıyla sardın; baba şefkatiyle kardın. Bir solgun alev sıcaklığıyla içimi ısıttın. Ilgıt ılgıt estin de korkularımı bir bulut gibi dağıttın.
Bazen, yıldırımlar gibi gerilirdin. Sonra da o tükenmez sabrınla, öfkeni ruhunda yumuşatıp, uslulaştırırdın. Şimdi anlıyorum; omzunda dünyanın en büyük mesuliyetini taşıdığını. Bakışların, insani duygularla buğu buğuydu. Burcu burcu kokan öpülesi ellerin, yazdırmak için tutuyordu elimi. Her harfi yazdığımda, kederlerin dağılırdı.
Hiç unutmam: “Esker değil; asker. Numro değil çocuğum; numara...” diyerek, kelimelerin doğru telaffuzunu bana söyletirdin. Düzelen her eğrilik, senin için paha biçilmez bir ödüldü.
Vatan, millet, bayrak sevgisini, nasıl da nakış nakış işlemiştin körpe dimağlarımıza! İşlenmemiş maden, yoğrulmamış hamur iken, bir sanatkâr edasıyla şekillendirdin bizi. Gizli yeteneklerimizi keşfettin. Bizi bize tanıttın.
Okumayı söktüğümde, yakama kırmızı kurdele takmıştın. Bu nişan, hayatımın ilk zaferiydi. Özgüvenimin artmasında, ilk hamleydi. Tiyatroyu, senin sayende sevdim. Okulun mütevazı sahnesinde; “Bayrağımızın Gölgesinde” piyesinde, muhtar rolü vermiştin. Öğretmen olduktan sonra, ne tesadüf! Aynı oyunu ben de oynattım. Çaycuma’nın Dereköseler Köyü’nde, kır çiçeklerine, aynı duyguları ben de yaşattım. Şimdi yöneticiysem, belki de bunda oynadığım o rolün etkisi vardır.
Şiir yarışmalarında derece alıyorsam, 23 Nisan’larda okuttuğun dörtlüklerin büyülü
etkisindendir. Koyunun yavrusuna süt vermesi gibi, bizi bilgiyle beslerdin. Köpüren bilgi pınarından içtikçe dirilir, şahlanırdık. Hayatla benliğimiz arasında köprü kurardın. Seninle her mevsim bahardı. Siyah-beyaz televizyonlara inat, hayatımız renkliydi. Bir gülümseme tadındaydı. Minik tebessümlere kocaman mutluluklar sığdırabilmeyi öğretmiştin. Çocukluk yıllarımın, ölümsüz hayal kahramanıydın. Bir seyirlik insandın gözümde. Bizi eğreltilerden, yaban otlarından, o zamanki siyasi fırtınalardan koruyan bir ustaydın....
Bir sabah, ders çalışmak için yanına gelecektim. Nedense, asker ağabeyler mahalleden çıkmama izin vermiyordu. Şimdi anlıyorum ki 1980 ihtilâlini farkında olmadan yaşamışız. Tüp, yağ, şeker karaborsaya düşmüş olmalıydı ki uzun kuyruklarda beklememiz ondanmış. Sağcı-solcu diye birbirine giren ağabeylerin kavgaları, bize oyun gibi gelirdi. Duvarlara yazılan dev siyasi yazılar, film şeridi gibi hâlâ gözlerimin önünde.
Sen, bu tabloya rağmen, uçsuz bucaksız pembe dünyalara taşırdın hayallerimizi. En yüce ideallerle tanıştırırdın. Ümitsizlik yoktu kitabında. Sevdalıydın mesleğine. Sınıfa girince unuturdun dertlerini. Kara tahta başında, dünyamızı ışıtmak için; mum gibi erirdin. Defterimdeki beyaz sayfa gibi, temiz duygularla yarına hazırlardın. Karanlıklara, ak ipliklerle ilmik ilmik aydınlık şafaklar örerdin...
Zaman çarkları arasında hayat, su gibi akıyordu. Artık hasat mevsimi gelmişti. Karnemi verirken: “Matematikten sınıfta kaldın kerata.” dediğini duyabildim. Yaşlı gözlerle ellerine eğildiğimde, ciğerlerim sökülüyordu. Ayrılık acısı içimde bir közdü. Senin yüreğindeki depremi, buğulanan gözlerin anlatıyordu. Bu vedalar senin için ilk olmasa da...
Sırama geçip karneme baktığımda, tüm dersler “pekiyi”, matematik “orta”. Bana takılman ondanmış. Şimdi anlıyorum ki Gardner’in Çoklu Zekâ Kuramı’na göre, işlemsel zekâm, sözel zekâmdan daha az gelişmiş. Matematik notunu düzeltemememin sebebi bundanmış.
Sınıfa veda konuşması yaptığında; üzerinde kırmızı gömlek, yanılmıyorsam siyah bir etek vardı. Mıh gibi kulaklarımda, hâlâ o sihirli kelimelerin: “ Çocuklar! İleride kiminiz öğretmen, kiminiz doktor, hâkim, kaymakam olacaksınız. Yollarınıza hep zorluklar, engeller çıkacaktır. Hiçbir engel sizi yıldırmasın. Yolunuza devam edin. Daima dürüst ve onurlu olun. Vatanınızı, milletinizi sevin. İleride sizi adam olarak karşımda görürsem, dünyanın en bahtiyar insanı ben olacağım...” O altın sözlerin bize fermandı. Hayat reçetemize yazılmış dermandı. Hedefe sıkılmış bir mermi gibiydik artık...
O yılın sonunda, yatılı okul sınavlarını kazanmıştım. Bundan habersiz, Cumartesi Pazarında soğuk su satıyordum. Okul müdürüm İzettin Sarıoğlu, gelip beni buldu. Evimize götürerek, durumu aileme anlattı. Annem beni uzağa göndermek istemiyordu. Sonunda, öğretmenimin de çabasıyla ikna oldu. Önce Ceyhan, sonra Adana’da ortaokul ve lise öğrenimimi tamamladım. Siirt Eğitim Yüksekokulu’nu bitirip, öğretmen oldum. Zonguldak ve ilçelerinde dokuz yıl öğretmenlik yaptıktan sonra, Kırıkhan’a geri döndüm. Öğrenim gördüğüm okulların öğretmenleriyle iyi diyaloglar kurduğum halde, ilkokul öğretmenim kadar üzerimde tesir bırakan olmadı.
Kırıkhan Bahçelievler İlköğretim Okulu’na müdür olduktan sonra, öğretmen ve öğrencilerimle bir yılsonu gecesi tertiplemeyi kararlaştırdık. Şölen havasında geçecek geceye ilkokul öğretmenimi de davet etme fikri geldi aklıma. Yirmi yıl hiç görüşemediğim öğretmenimin numarasını, telefon rehberinden buldum. Aradım. Telefonun karşı tarafında, ses tonuna yılların yorgunluğu sinmiş, o değerli insan vardı.
Karşısında konuşurken, kendimi hâlâ o ilkokul öğrencisiymişim gibi hissettim. Eski öğrencilerinden biri olarak, ziyaretine geleceğimi söyledim. İsmimi vermedim. Ertesi akşam bir demet çiçekle birlikte, eşim ve kızımı yanıma alarak evine gittim. Tuğba Apartmanı’nın dördüncü katında bizi karşıladı. Saçları yer yer dökülmüş, aklar düşmüştü. Yıllar, yüz çizgilerini daha da arttırmış ve belirginleştirmişti.
Güller deren, gül kokulu ellerinden öptükten sonra oturduk. Merak içinde, kim olduğumu çıkarmaya çalışıyordu! Yanımda getirdiğim, siyah-beyaz fotoğraftaki çocuktan eser yoktu. Cılız, saçları üç numara, ölgün bakışlı çocuk değildim artık. Bıyıklı, biraz da göbekli koca adamı nereden tanısın kadıncağız! Kim olduğumu öğrenince boynuma sarıldı. Hemen tanıdı. O da belli ki beni unutmamıştı.
Ertesi gün, davetime icabet etmek için, eşi Yaşar Bey ile birlikte okuluma geldi. O rüzgârlı Mayıs gecesinde, dışarıda sahnelenen programı sonuna kadar ilgiyle takip etti. Bir de hatıra fotoğrafı çektirdik. Onları evlerine bırakmak için yola çıkarken, duygularını sordum. Hislendi. Gözleri buğulandı... Titrek sesiyle: “Çok güzeldi...” diyebildi. Parıl parıl parlayan gözlerinden, iki inci süzülerek yanaklarından düştü. Ben de öğretmen olduğumdan, o iki damlada, doktora yapacak kadar anlam yüklü ifadeler olduğunu iyi biliyordum. Bir müddet öylece sustuk...
Bizler için saçlarına ak düşmüş, o pak yürekli insanı hiç unutmayacağım. Sevginin bütün notalarını, alkış gibi hak eden o kutsal insan yaşadıkça; şartsız, elenmemiş sevgimi vereceğim. O’nu kalbimin daimi konukları arasına alacağım...
Bir yıl sonra, yine okul gecesi tertipledik. Bu sefer, öğretmenimi davet etme cesaretini kendimde bulamadım. Önceki yıl birlikte geldiği eşi Yaşar Bey, kalp krizine yenik düşmüştü. Acısı daha tazeydi. Anılarını hatırlatıp, yarasını deşmek istemedim.
Aynı yıl öğretmenler günü anısına, Palmiye adlı okul dergimizin ikinci sayısını yayımlamıştık. Orta sayfasına, vefa borcu olarak bir fotoğraf karesi koydurdum. Tatlı ve acı hatıraları birlikte ölümsüzleştiren fotoğraf, gecede birlikte verdiğimiz pozdu. Dergiyi her açtığımda, öğretmenim ve eşi Yaşar Bey, tatlı tebessümleriyle bana bakmaktalar. Bakışlarından yayılan ve ruhlarının enginliklerinden taşan ışık huzmeleri, yolumu aydınlatır. Bana pozitif enerji verir.
Mevsim yine hazandı. Harabeye terk edilen Sarı Okul’un yanından geçiyordum. Zil ve çocuk sesleri yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Bahçede nöbet tutan yaşlı çınarların sararmış yaprakları, rüzgârda uçuşuyordu. Yaprakların hışırtısı bir ağıt gibi, tarih kokan duvarlara vefasızlık nağmesi fısıldıyordu. Karamemmet narları, kan kırmızı gözyaşları döküyordu(!)
Okuduğum sınıfın camları kırık penceresinden, bir kırlangıç uçuyordu. Kafilesine yetişerek, ufka doğru süzülüyordu. Onlar, nasıl sıcak diyarlara varıp yuva kuracaklarsa, ben de şu an bulvar olan okul yolunda koşturacağım. Öğrencilerimin gönlünde mesken kuracağım.
Tıpkı Nazire Ündanlar gibi, bengisu olacağım ufuklarına.
Andıkça seni, özlemim ağlar;
İster ırak olsun yollar, geçit vermesin dağlar;
Sevgin, pınar gibi gönlümde çağlar.
Unuturum dertlerimi, yaralarım kabuk bağlar;
Yalnız seni unutamam, geçse de yıllar...
Muhittin ALACA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.