- 2987 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yamalı Bohçam (Düşüngülü Eleştiri)
Y A M A L I B O H Ç A M
Z E K İ Y E G Ü L S E N
A N I
Anıtkabir üzerinden yükselen ay,
geceyi huşuyla kucaklamış, karanlığı
aydınlatıyordu. Zekiye Gülsen
Cumhuriyetimizin yeni yaka olduğu, yoksulluğun kol gezdiği bir dönemde, hep ilkleri, rüyasını yaşayan Zekiye Gülsen, sıra dışı bir yaşamın sıra sekili oylumundan geçerken, ilgi çekici ve çarpıcı olanlarını anı kitabı ‘Yamalı Bohçam’da dile getirmiş.
İki dönem milletvekilliği de yapan Zekiye Gülsen kendi dünyasına yaptığı yolculuğu kolay okunabilir dille kaleme almış. O, 1918 yılında Çanakkale’nin Lapseki ilçesinde doğar. Henüz daha ilkokula bile başlamadan annesini kaybeder. Hayatta hiç ıskalamayan Zekiye Gülsen, Çanakkale gazisi olan tek kollu baba ve iki kardeşiyle yalnızlığın yer sofrasına oturur. Kasabada ortaokul yoktur, ekonomik sıkıntı çeken baba, Zekiye’yi Çanakkale’de oturan bir arkadaşının yanına verir. Ortaokulu bitiren Zekiye’yi babası Edirne’deki öğretmen okuluna yazdırır. Gülseren ilk göz ağrısı, sevda gibi gelen öğretmenliğe dağ yamacı, bir orman köyünde başlar.
‘Yamalı Bohçam’ın son bölümlerinde öznel değerlendirmelerin ön plana çıktığını görüyoruz. O okurlarına yüreğini, belleğini ve düşüncelerini açtığı gibi ailesinin yaşamöyküsünü de anlatmış. Hiçbir zaman bir öğretmenin yaşamına bu kadar yakından bakmamıştım. Çocukluğumun unutulmuş köy halleri, anılarımı buldum ve tekrar yaşadım. İnsanın geçmişte yaşadıklarını hatırlayarak günümüzde yaşanılanlarla mukayese etmesi, onu güncelleştirmesi hatalardan ders çıkarması hoş bir şey.
Türkiye’de ilk anaokulunu açan Zekiye Gülsen yaşadıklarına anlam ve anlatma niteliği katan fotoğrafları da kullanarak, ‘Yamalı Bohçam’ı benöyküsel bir dille yazmış. Yunus’un şiir dizeleri gibi okurun yüreğine dokunan öykülerin işlek bir dili var. Gülsen, sözcüklerin mutlu olacağı temiz bir dil kullanmaya özen göstermiş. Halide Nusret Zorlutuna ise yine o dönemi anlatan ‘Gül’ün Babası Kim’i melez olan Osmanlıca ile yazmış. ‘Yamalı Bohçam’ın yüzde 14.3’ü diyaloglarla geçiyor.
Zekiye Gülsen, saygı duyulacak ve bir o kadar da ilginç yaşam öyküsünü anlattığı ‘Yamalı Bohçam’da anılarını da yazmış olsa geçmiş, şimdiki zaman arasındaki geliş gidişleri doğru kullandığı söylenemez. Okur, elbette bir paragraf sonra yazarın 1939 yılında meydana gelen Erzincan depremini yazacağını bilemez. ‘Bu satırları yazarken 17 Ağustosta 7.4 şiddetindeki merkez İzmit – Gölcük – Adapazarı – Yalova’yı yerle bir eden zelzelenin acıları hâlâ yüreğimizde…’ (s.141) Oysa, okurunu irkilteceği, belleğinin dumura uğradığını sanacağı yerde önce Erzincan depreminden söz ettikten sonra yüreğinin ezgisini dile getirseydi, daha uygun düşerdi.
Yazınsal lezzet katmaya çalıştığı güzel, parıltılı sözleri gelin birlikte okuyalım. ‘İnsanın kendi kendine söz vermesi, Tanrı’ya söz vermesi gibidir.’ (s.70) ‘güneşli yoldan yürüyorsan, gölgenden kaçamazsın.’ (s.127) ‘Gecenin içinde ne çok gizemli güzellikler vardır.’ (s.12) Sanki Hz. Muhammet’in ‘Güzel söz sadakadır’ duymuş gibi… Yazarın yöresel ağızlara da sıkça yer verdiğini görüyoruz. ‘Belli belli. Ne diyon, sen onu deyiver. Ocakta aşım var, tez de hele.’ (s.122) ‘Bana soruyorlar, essah mı diye?’ (s.122) Yazarlarımızın büyük bir çoğunluğu öykü ve romanlarında yöre ağzını kullanmaya cesaret edemiyorlar. Yabancı sözcükler kullanmayı sevmeyen Gülsen, sayfada ortalama 3.3 paragraf, 12 kez de yabancı sözcük kullanmış.
Sözün bittiği yerde sözcüklerin arasına yüreğini de koyan Gülsen’in yazdıklarından ayrıntıların işlevselliğini sevmediğini anlıyoruz. ‘Kuran-ı Kerim’i aldım, hep yaptığım gibi üç defa öpüp başıma götürdüm.’ (s.211) Az da olsa anıların içinde ayrıntı olmalıydı.
Anılar denizinde duygu yoğunluğuna kapılmış giderken, yazar okurunu esprilerle gülümsetmesini de bilmiş. Sayfada ortalama 0.1 kez mizah yapmış. Zaten yeryuvarda tek gülmesini bilen de insan değil mi...?
Eğitim seferberliğine katılan ilk öğretmenlerden olan Gülsen’in çıplak sözcüklere pek de imge giydirmediğini görüyoruz. ‘Yeni umutlara doğru…’ (s.34) ‘Çoğu geçmişin mahzeninde kalmış gibi…’ (s.50) ‘Hayatımın kilometre taşları…’ (s.171) Sayfada 0.4 kez imge kullanmış.
‘El Ele ve İki Anne’ adlı film senaryosu da olan Gülsen, güzel betimlemeler yaparak okurun gören gözü de olabilmiş. ‘Köyün evleri hepsi aynı büyüklükte ve aynı biçimde. Babadan oğula, oğuldan toruna kala kala eskimiş. Birbirinin kuytusunda, birbirine yaslanmış, omuz vermiş, kol uzatmış evler.’ (s.61) ‘Sanki bir yarış ekibi gibi, nefes almadan peşi peşine kürekler çekiliyor, sabahın ilk ışıkları, güneş mi denizi yoksa, deniz mi güneşi kucaklıyordu. Bir değil binbir güzellik.’ (s.39) Sayfada ortalama 8.1 satır betimleme yapmış.
Bir anı kitabında düşünceye yaslanan sorulara da bakılır mıymış demeyin!.. Gülsen’in de zaten sorularla arası iyi olmamış. ‘Üstünü başını batırma, karga kadar halin var. Ne der âlem; yüksük kadar çocuğa iş yaptırıyor, hizmetçi gibi kullanıyor demez mi?’ (s.17) Sayfada ortalama 0.5 kez soru yöneltmiş.
Yüreğinde çırpınanları bellek çakımı ile dışarı vuran Gülsen, içmonolg tekniğinden her yüz elli bir sayfada bir kez faydalanmış. “Kendi kendine ‘onlar kalmadıysa ben kalırım. Kimse beni zorlayamaz, köyümden gitmek için’ diye karar verdim.” (s.59)
Uzun yaşam yolculuğunu anlatan Gülsen, yüreğinin yetkinliğini kattığı şiirlerinden üç kez on altı dize alıntıya yer vermiş. O öykülerinin şairliğini yapmış. ‘Onunla sarıp sarmaladım dertlerimi / Renkleriyle süsledim kederlerini / Aç bak! İçinde ruhumu bulursun / Al en güzel parçası senin olsun.’ (s.1) Bir insanın içsel izleğini şiirleri ele verir.
Sözcükleri kuyumcu titizliğiyle kaleme alan Gülsen, yaşamın içinde duyumsadıklarını edebiyat katına yükseltebilmek için sözcüklere mecaz anlam katmış. ‘yükselen düdük sesiyle beynime ve yüreğime çakıldı.’ (s.190) ‘kırgın, üzgün yüreği kan ağlıyordu.’ (s.122) Sayfada ortalama 0.4 kez mecaz kullanmış.
Bazı deyimlerde felsefenin bile veremeyeceği kadar bir güç vardır. ‘saçını süpürge yaptı’ (s.18) ‘desem kıyamet kopacak’ (s.122) ‘ağzını bıçak açmıyor’ (s.126) Sayfada ortalama 0.9 kez deyim kullanmış.
Canlı bir anlatımla okurunu edilgen duruma düşürmeyen Gülsen, sayfada ortalama iki kez benzetme yapmış. ‘Yüzünü okşar gibi esen yumuşacık yelin verdiği rahatlığı, o nefis harman kokusunu hiçbir yerde bulamazsınız.’ (s.12) ‘ormanda kaybolmuş karaca yavrusu gibi ürkek ürkek okula doğru gelen bir kız çocuğu’ (s.71) Yaşadığı toprakların nabzını çok iyi tutan yazarın, benzeyen veya benzetilenden yalnız biriyle yapılan söz sanatı, eğretilemeyi pek sevdiği söylenemez. ‘karga kadar halin var’ (s.17) ‘Çerkezim geldi, cariyem geldi.’ (s.136)
Estetik zevk peşinde koşan okurlara göz tadı veren ikilemeleri sayfada 2.3 kez kullanmış. ‘küçük salkımlar kurdun kuşun, gelen gidenin’ (s.10) ‘çocuklarını üst üste tekrar tekrar öperek’ (s.20)
Terim üretmeyen yazarlar çağdaş olamayacağı gibi yakın bir gelecekte kendi dilinde düşüngü araçlarını bulamayacak. ‘Erkek Öğretmen Okulu öğrencileri’ (s.50) ‘Milli Mensucat Okuluna geçici olarak’ (s.180) Sayfada ortalama 2.9 kez terim kullanmış.
Toplumun davranış biçimlerini, yaşayış tarzlarını soyut bir dille anlatan sözvarlıkları, atasözlerini her atmış sayfada bir kez kullanmış. ‘Eh meyveli ağaç da taşlanacak.’ (s.286) ‘Misafir umduğunu değil bulduğunu yer malûm.’ (s.249)
Günümüz yazarlarının kullandığı montaj tekniğini Zekiye Gülsen, okurken kendimi kattığım ‘Yamalı Bohçam’da bir kez kullanmış. “ne derler; ‘dal sana değmiyorsa sen dala uzan.’ Onlardan gelen olmadı, biz onlara gidelim.”
Kullanıldığı yere anlam zenginliği ve derinlik katan pekiştirmeleri sayfada ortalama 1.1 kez yapmış. ‘simsiyah saçları çekti.’ (s.15) ‘kucakladı ve sımsıkı sarıldı.’ (s.20)
Uzun cümleler kurmadan okuruna anıların satırları arasında kendini buldurtan Gülsen, yazının içinde süs gibi duran yirmi dize marş, altı dize şarkı ve iki mektup alıntı yapmış.
Sözcüklerin yeterli gelmediği yerde, bezemelerle yüreğini de katan Gülsen, okurunu da anılarıyla kucaklaştırıyor. Az da alsa edebiyat tadı veren ve bir solukta okunabilecek bir kitap. Bir dönem Türkiye’sine ışık tutuyor. * * * Yamalı Bohçam / Zekiye Gülsen / T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları / 302 s. * * * Yazar, edebiyatın hudutları bulandırmasını neden ister? Şair neden kaos ister?