- 3224 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kelaynaklar Döndü
Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin’in aşklarını duymayanımız kalmamıştır. Fakat şimdilerde sanal ve gündelik aşklar revaçta. Yüreğe inmeden dilde buharlaşarak, kalıyor yamaçta. Maddiyat yoksa temelinde; evlilikler manasız, ruhsuz. Uçucu parfüm kokusu gibi geçici. Altına dinamit döşenmiş, saman aleviyle uçacak kadar mukavemetsiz. Hepsine inat, bu çağda öyle sevdalar var mıdır acaba! Vefalı ve ölümsüz...
Şubat ayının ortalarıydı. Sert geçen kış, soğuk kabuğundan yavaş yavaş sıyrılıyordu. Toprak alaca bir battaniyeye sığınmış gibi yer yer kar kümeleriyle kaplıydı. Yüreği sevdalı iki genç vardı ki; zemheriler kopsa, içlerindeki volkanı söndüremezdi. Cemil ile Tülay...
Çiçeği burnunda iki öğretmen, fakültede tanışmışlardı. İki aile arasında gençlere nişan takılmıştı. Cemil’in askerliğinden sonra, düğün yapılacaktı. Cemil, edebiyat öğretmeni olarak Çankırı’ya; Tülay, sınıf öğretmeni olarak Birecik’e atanmıştı. Stajyerliği sona eren Cemil, askere alınmış, Ankara’da kısa dönem erbaş olarak, vatani görevini yerine getiriyordu.
Tülay Öğretmen, görev yaptığı köye on kilometre ötedeki Birecik’e okul gezisi tertiplemişti. Kelaynak kuşlarını gösterecekti öğrencilerine. Kuşlar her yıl on dört Şubat Sevgililer Günü’nde geliyorlardı. Dünyada sadece Mısır’da Nil Nehri kenarında ve Birecik’te yaşayan uzun gagalı, tavuk büyüklüğündeki bu kuşların gelişi bir bayramdı. Dönüşleri ise hüzün. İlçe halkının uğuruydular. Baharı müjdeliyor, sevgi ve bereketi temsil ediyorlardı. Fırat Nehri’nin kıyısındaki sarı kayalıklarda, kendilerine hazırlanan küçük tahta kulübelerdeki yuvalarına gelip tünemekteydiler. Üremelerini tamamladıktan sonra, yavrularını da yanlarına alarak; on beş Ağustos’da yedi bin kilometre yol kat ederek göçüp gidiyorlardı. Tek eşliliği tercih eden vefalı kelaynaklar, eşleri öldüğünde başka bir eşle çiftleşmezler. Bu yüzden nesilleri günden güne tükenmektedir.
Fırat; eriyen karların beslemesiyle köpürmüş, kır at. Çılgın bir bestenin tınısıyla çağıl çağıl akmakta. Birecik Köprüsü sırat. Baktıkça yukarıdan insanın başı dönmekte. Başlar yukarıda dönen kuşlara bakmakta. “Geldiler!...” diye herkes haykırmakta. Çocukların içi içine sığmıyor, kanları kaynamakta...
Erkek öğrencilerden biri, yanaştı usulca Fırat’a. Güneş’in suyla oynaşıp yakamozlar devşirdiği bir anda, dengesini yitirdi, akıntıya kapıldı. Feryatlar karıştı Fırat’ın gümbürtüsüne; “Kurtarın!...” diye. Gözünü kırpmadan atladı peşin sıra. Yavrusunu koruyan bir anne şefkatiyle uzattı elini Tülay Öğretmen. Önce çocuk, sonra kendisi fazla direnemedi; şahlanan boz bulanık sulara. Sürüklenip gözden kaybolmaları uzun sürmedi. Cümbüş yerini matem
havasına bıraktı. Gözü yaşlı öğrencilerin çaresiz çığlıkları, kelaynakların acı dolu ötüşleriyle birleşiyor, ağıt gibi Fırat’a çarpıyordu. Umurunda bile değildi azgın Fırat’ın. Bu ne ilk ne de son can alışıydı...
Kara haber tez duyulur ya. Nişanlısı Cemil’e haber ulaşır ulaşmaz, izin alıp olayın geçtiği yere geldi. Çocuğun cesedi beş kilometre ötedeki bir köyde, kıyıya vurulmuş bir şekilde bulunurken; Tülay’dan haber yoktu. Nehre dalgıçlar salındı yok. Suyun geçtiği bütün köylere haber salındı yok...
Cemil, üzgün bir şekilde vatani görevine döndü. Kalleş bir düşman kurşunu değse, yüreği bu kadar yanmazdı. İçinde hep, bir gün sevdiğinin yaşadığı haberi verilecek umudunu taşıyordu. Sabretmeliydi. Bütün sevgileri yaratan “Gerçek Sevgili’ye” tevekkülle iltica etmekten başka ne yapabilirdi? “Çekip gitmeyen Sevgili”, “Acaba ayrılık acısıyla ilâhi bir imtihandan mı geçiriyor!” diye düşündü.
Cemil, çavuştu. Acısını yüreğine gömerek, görevine devam ediyordu. İzmirli asker arkadaşı Tuncay, teselli veriyordu: “Kirazlar çiçek açtı Çavuş’um, kırlangıçlar yuvasına döndü. Papatya, nergis koku saçtı Çavuş’um; tabiat süslendi, geline döndü. Gidenler dönmez, biliyorum Çavuş’um. Baharlar gelse de, bayramlar gelse de. Bir şeyler kopup gidiyor yüreğinden. Boş ver, takma kafana Çavuş’um. Takma kafana...”
Aylar geçti. Teskere günü gelip çattı. Cemil, öğretmenlik görevine geri döndü. Tülay’la birlikte beğenerek döşedikleri evde yalnız başına yaşamaya başladı. Kâh şiir yazdı, hasret kokan; kâh türkü söyledi gözyaşı tüten. Mecnun gibi yerinde duramaz oldu. Yüreğinden diline öyle kelimeler dökülüyordu ki; yandıkça pişiyordu. Piştikçe olgunlaşıyor, beşeri aşktan ilâhi aşka yol bulup akıyordu.
Etrafındaki insanların; “Bekleyip kendine yazık ediyorsun. Ölenle ölünmez. Sen de evlen. Çoluk-çocuğa karış...” sözlerine şöyle cevap veriyordu: “ Kelaynak kuşları kadar da mı olamayacağım! Onlar, bir karış hayvan oldukları halde, vefalı kalıyorlar. Yüreğim kanıyor. Mümkün değil evlenemem...”
Bu bekleyiş yedi yıl sürdü. Bir gece rüyasında sevdiğini gördü. Siyah kelaynak kuşlarının önünde uçan, Tülay’dı. Beyaz, parıl parıl parıldayan pullarla kaplı bir kıyafetle kuş gibi kanat çırparak geliyordu. Cemil’e, “Gel!... Birecik’e gel. Bu sevgililer gününde buluşacağız. Kaybolduğum yere gelirsen, beni bulursun...” diyordu. Rüyanın etkisiyle fırlayıp dışarı baktığında, ay kendisine gülümsüyordu.
Sabah olduğunda ilk işi, çalıştığı okuldan izin almak oldu. Arabasına bindi ve yola koyuldu. Toros Dağları’nı aşıp Adana’ya girdiğinde, araba yavaşlamaya başladı. Hararet göstergesi en yüksek çizgiye fırlamıştı. Bir süre sonra motor kendi kendini kilitledi. Araba olduğu yerde durdu. Kaputundan dumanlar çıkıyordu. Motorda hasar meydana geldiği belliydi. Kaza, şehrin yerleşim alanına yakın olduğu için şanslıydı.
Etrafa şöyle bir göz attı. Otobanın kırık olan banketlerinin arasından, konutların olduğu tarafa giden geçiş yolları olduğunu gördü. “Yeni Adana” dedikleri bu alana, burnu havada yüksek binalar dikilmişti. Apartmanların önünde, yola en yakın noktada kırmızı renkli, tek katlı, önünde bahçesi olan bir ev duruyordu. Cemil, mütevazı evin çit olan bahçe kapısından içeri adımını attı. Bahçede “Hollanda cinsi”, benekli bir inek bağlıydı. Kazlar, tavuklar geziniyordu. İçeriden kafasında kırmızı yazma, şalvarlı, orta yaşlarında, tombul, nur yüzlü bir kadın çıktı. “Hoş geldin evladım. Bir şey mi istedin?” Cemil, durumu anlatıp araba için su istediğini söyleyince; koşarak içeriden iki şişe su getirip verdi. Daha sonra yardım için oğullarını da seferber etti; ismi “Gül” olan teyze. Arabanın kaputunu açtıklarında, yanık kokusuyla birlikte buharlar çıkmaya devam ediyordu. Gül Teyze’nin büyük oğlu gidip en yakındaki oto tamircisini çağırdı. Tamirci arabaya baktıktan sonra, motorun inmesi gerektiğini söyledi. “Yarın sabahtan önce tamirden çıkmaz.” diyordu. Arabayı bir kamyonetin arkasına bağlanan halatla çektirerek, tamirhaneye götürdüler.
Cemil’in ısrarına rağmen, o akşam evlerinde misafir etmek istediler. Bu sıcak, civanmert insanları kırmak olmazdı. Gül Teyze’nin kocası, otobanda karşıdan karşıya geçerken bir kamyonun altında kalarak can vermişti. O’nun da gönlü yaralıydı. Çocuklarına kol kanat germiş, bahçesinde beslediği ineğin sütünü satarak, okumalarını sağlıyordu. Bunca sıkıntılara rağmen; haline şükreden, misafirperver insanları gördükçe, dertlerini unuttu Cemil.
Cemil, “Komşularla aranız nasıl?” deyince, Gül Teyze: “ Buraya ilk yerleştiğimizde kimseler yoktu. Etrafımıza apartmanlar dikilince, kat karşılığı evimizi almak istediler. Biz hayvansız, topraksız yapamayacağımızdan kabul etmedik. Hayvan gübresi kokuyor diye bizi şikâyet ediyorlar. Çocuklarına süt lazım olunca da sıraya giriyorlar.” Penceren dışarıyı göstererek; “Şu gördüğün dev binalarda kimse kimseyi tanımaz, biri diğerinin kapısını açmaz. Ölsen, kimsenin haberi olmaz.” diyerek, apartman ve şehir hayatının kanayan yanlarına değiniyordu. Bunca derdi işitince, kendi derdini hiç açmadı Öğretmen. Güneydoğu’ya kadar şöyle bir tur atıp döneceğim diyordu.
Sabah kahvaltısından sonra Gül Teyze, misafirinin yanına azık katarak yolcu ederken, “Yolun açık olsun evladım. Bu gece bir rüya gördüm. Arabanla uçurumdan uçuyordun. Beyaz, iri bir kuş yetişip elinden tuttu. Birlikte aydınlık bir kapıdan girip, çiçek bahçesine konuyordunuz. İnşallah hayırlara vesile olur. Geri döndüğünde muhakkak beklerim.”
Cemil, helâllik dileyerek, ayrıldı. Her gelip geçtiğinde mutlaka uğrayacağını söyledi. Tamirden çıkan arabasına binerek yoluna devam etti. Nurdağı’nı aşıp Gaziantep’e ulaştığında öğlen oluyordu. Tülay’ın çalıştığı köyün civarına geldi. Bir iz bulabilirim umuduyla köye uğrayacaktı. Tepeye çıkıp baktığında, köyden eser yoktu. Birecik Barajı, sevdiğinin bir zamanlar alın teri döktüğü okulu ve evleri yutmuştu.
Cemil, Birecik Köprüsü’nden geçerek şehre ulaştı. Takvimler on dört Şubat’ı gösteriyordu. İlçe halkı sokaklara dökülmüş, kelaynakların dönüşünü izliyordu. Sanki aradan yedi yıl geçmemiş gibi, aynı manzaralar yaşanıyordu. Kuşlar geldi gelmesine; fakat sevdiğinden bir haber, bir iz yoktu. Gördüğü rüyanın gerçekleşeceği hissine kapılıyor, adeta bir mucize bekliyordu. Saatlerce aradı durdu. Nâfile. Birecik’in kesme taşlardan örülü yüksek burçlarından birine çıkarak, ruhunun sessiz çığlıklarını, şu ifadelerle dindirmeye çalışıyordu:
“Kelaynaklar döndü Mısır’dan, Nil’den.
Sen gelmedin, kaç bahardır
Gelmedin...
Sordum ahvalimi;
Anlamadılar dilden.
Kelaynaklar yuva için, çilden
Kayalara ot, samanı dizdiler.
Kirpiklerim ıslandı çiğden;
Yakamozları tutup, sermedin...
Nurdağı’ndan öte kaç ilden,
Sora sora geldim, bilmedin.
Arıyorum, noksan olan yarımı;
Fırat dindiremez, ah-u zarımı.
Birecik burcuna kilden,
Köprüler gerdim, geçmedin...
Kelaynaklar sadık imiş eşine,
Takılmazmış başkasının peşine.
Hangi dala kondun, uçmadın?
Bu bahar da buraları seçmedin...
Nemrut Kalesi’ne çıkıp,
Uçursam bir üveyik.
Ya da Urfa dağlarında, zilden
Boynuna bir çıngırak taksam;
Uyandırır mı seher vakti?
Ahu gözlü o geyik.
Kalkıp gelir misin olduğun elden?...
Kelaynaklar gibi neslimiz tükeniyor
Ne yazık...
Kanatlan artık, ölümsüz sevdalara!
Tüllenen bir gurûp vakti.
Vefadan başka, alma yanına
Hiç azık!...
Ne hasretler büyüttüm çileden;
Zemheriler, boranlar gördüm;
Sert mi sert...
Bu kaçıncı Mart, kaçıncı dert?...
Kelaynaklar döndü Mısır’dan, Nil’den.
Sen gelmedin....
Bu bahar da gelmedin...”
Rüyaya çok mu kaptırmıştı kendisini acaba! Yoksa hisleri bu sefer kendisini yanıltmış mıydı? Gün batmak üzereydi Antep tepelerinden. Kelaynaklar yuvalarına tüneyip dinlenmeye, nafakasını kazanma peşinde olan insanlar, evin yolunu tutmaya başlamışlardı bile.
Cemil, dönmeye hazırlanıyordu. Şehrin karşı kıyısına geçmek için, arabasıyla Birecik Köprüsü’ne yaklaştı. Üzgündü. Tünelden köprüye doğru gelen trafik canavarını fark etmeyecek kadar dalgındı. Freni patlayan petrol yüklü bir tanker, Cemil’in arabasını altına alarak sürükledi. Köprünün ortasına ulaşınca, korkuluklara sıkışıp durabildi. Cemil neye uğradığını anlayamamıştı. Tankerden süzülen petrol etrafa yayılıyordu. Birazdan belki de havaya uçacaktı. Ateşe düşen kelebekler gibi alevlerin arasındaydı. İçindeki yangının alevi yanında, dışarıdaki ateş sönük kalıyordu. Birdenbire kararan gözlerine bir ışık, bir fer geldi âdeta. Vücudundan kanlar akıyordu, acı duymuyordu. Arabasının buz gibi dağılan ön camından, bir güneş parladı sanki. Yükselen alevlerin arasından kâse ile şerbet uzatıyordu bir çift pamuk el. Uzatılan iksiri içti. İçindeki aşk ateşi dindi. Canına can geldi. Doğruldu. “Geleceğini biliyordum. Demek rüyam gerçek oldu. Şükürler olsun sana Rabbim. Şükürler olsun...” dedi. Kelime-i şahadet getirmesinin üzerinden çok geçmeden araba infilak etti. Havaya savrulan parçalar, köprüden aşağı dökülerek Fırat’a karıştı.
Yuvalarına tüneyen kelaynaklar patlamanın korkusuyla havalandılar. Yükselen zift gibi dumandan tedirgin oldular. Karalar giymiş, ağıt yakan analar gibi acı acı öterek akşamın ebrulu karanlığında kayboldular.
Cemil ve Tülay’ın aşkı dilden dile yayılırken, Birecik’te yaşayanlar, o kazadan sonra giden kelaynakların bir daha geri dönmediklerini söylerler.
Muhittin ALACA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.