- 1123 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
YOKUŞLU KAHVE
Nedendir bilmem incir ağacı hep harabelerin üzerinde biter. Nerede yıkık dökük bir tiyatro veya sütunları un ufak olmuş bir tapınak eskisi varsa adeta alay edercesine tam üzerinde yemyeşil, capcanlı bir incir ağacı vardır. Kazı yaptığım köyde hatırlarım da Roma tiyatrosunun en üst basamağına köklerini keyifle yaymış bir incir vardı. Ağustos güneşinde terleye terleye kazı yaptıktan sonra gölgesinde oturup Deveci Hüseyin Dayı’nın bakraçla dağıttığı ılık sudan içerdik. Mevsimi gelince inciri de pek lezzetli olurdu hani. Ama Naciye Nine’nin dediği gibi inciri yerken içine bakmayacaksın, yoksa minicik çekirdeklerin arasında neşeyle oynaşan kurtları görmen işten bile değil.
Hep düşünürüm viranelerin ortasında biten incir ağacı neyi simgeliyor diye...İnancıma göre doğada hiç bir şey sebepsiz ya da anlamsız değildir. Belki hayatın geçiciliğini, bütün ihtişamı ve canlılığına rağmen bir gün yok olup gideceğini... Ya da tam tersi asla ümidi kesmemek gerektiğini...Yaşamın bir viraneye dönüşüp dökülüp aktığı anda bile yepyeni bir umudun incir dalları gibi büyümeye hazır olduğunu...Kimbilir ?
Belki bu yüzden, belki de ileri görüşü kıt saf bir adam olduğundan bilinmez Ödemişli Halil Efe bütün itirazlara kulaklarını tıkayıp kahvesini tepedeki incir ağacının dibinde açtı. Ödemiş’de varını yoğunu satıp bu kıyı kentine geldiğinde tek bir şey vardı aklında kahve açmak. Çocukluğundan beri duvarları zeytin dallarıyla süslü, mavili yeşilli minderlerle donatılmış apaydınlık bir Ege kahvesi süslerdi hayallerini...Ama ancak 50. yaşında nasip oluyordu kendisine düşünü gerçekleştirmek...Niye bu kadar vakit harcamıştı ?. Belki sert bir adam olan babasının bağa bahçeye düşkünlüğü ya da karısının evinden ocağından ayrılmak istememesi...Her ne olursa olsun Halil Efe 50 yaşına kadar ah bir kahve açsam diye yanıp yakılırken, bir gün aniden oturduğu çiçekli minderden fırlamış, bağını bahçesini zarar etmeden satıvermiş ve karısının şaşkın bakışları altında tası tarağı topladığı gibi bu ışığı bol kıyı kentine gelivermişti. Haftasına karısını da aldırdı yanına. İki oğlu zaten evlenip İzmir’e yerleşmişlerdi bu yüzden sesi çıkmadı Hafize Hanım’ın.
O yaz yüzünden akan tere aldırmadan karış karış dolandı her yeri. Sonunda kentin biraz dışında, insanın soluğunu kesen bir yokuşun tepesinde küçük bir arazi parçası buldu ve hemen satın aldı. Kimse bir sürü uygun yer varken neden bu ıssız yerde piramit gibi yükselen yokuşun tepesinde dalları karıncalanmış uyuz incirin dibinde kahve açmaya karar verdiğini anlayamadı. Tanıdıkları, biraz iş tecrübesi olan herkes karşı çıktı bu işe...
-Etme Halil Efe buradan iş çıkmaz. Hangi akıllı gelir yokuşun tepesine çay içmeye !...
-Halil Emmi bak sen acemisin anlamazsın, tutunamazsın burada...Gel inat etmede bari şu çukurdaki bahçeyi satın al !
-Halil kardeşim çok eser bu tepe...Uçurur adamı... Etme eyleme!
Halil Efe hiç tınmadı bile. Hem anlamıyordu körfezi kuşbakışı seyreden, mis gibi deniz rüzgarlarının estiği tepe dururken neden çukurda manzarasız yerde terleye terleye oturmak istesin insanlar ki ?...Yokuş dedikleri bir adımlık yükselti.
Aslında garip bir büyüsü vardı tepeciğin belki o yüzden...Yüzünü denize dönüp imbata verdin mi kendini mis gibi çiçek kokuları geliyordu dağlardan...Yasemin, mersin dalı ve hatta günlük kokusu bile hissedilebiliyordu. Aşağıda çırpınan denizin neşeli dansı da cabası...İncir ağacı da sabah sisinde zümrüt gibi pırıltılı görünmüş olmalıydı Halil Efe’ye...Sanki büyülü dallarını açmış yeni sahibine kendini beğendirmek istercesine salkım salkım., deste deste serivermişti güzelliklerini ortaya....Yerde ki çakılların da saf elmaslar gibi parlayıp yanmasına vurulmuştu Halil Efe...O sabah kır otlarının tüylü yapraklarında kristal berraklığında sabah çiğleri vardı. Ödemişli Halil Efe çarpılıvermişti işte doğanın bu tatlı aldatmacasına... Bana göre ise yokuşun tepesindeki o küçük toprak parçası Halil Efe’yi yeni sahibi olarak seçmişti. Yani dönüşü yoktu bu işin.
Halil Efe birkaç adam tutup hemen işe girişti. Babam delirmiş diyen büyük oğlu hiç uğramadıysa da yanına küçük oğlu vicdanına yenilip yardıma koşmuştu ama kahvenin yerini görür görmez yüzü asılıverdi.
Kışın da oturulması için kapalı bir yer gerekiyordu o yüzden iş uzadı. Halil Efe elleriyle duvarlara zeytin dalları ve üzüm salkımları çizdi,bir de defne çelengi oturttu üzerlerine. Nereden bilirdi ki bu motiflerin binlerce yıl önce de Ege meyhanelerinin duvarlarını süslediğini.Açık mavi zemine yayılan yemyeşil yaprakların ve erguvan renkli üzümlerin benzersiz bir canlılığı vardı. Bütün tahta masaları ve sandalyeleri Ege geleneğine uygun çivit mavisine boyadı, üzerlerine de yeşilli mavili morlu çiçekli dallı minderler diktirdi. Bir de tabela yaptı yeşile boyalı tahtadan üstüne beyaz boyayla yazdı "Ege Kahvesi". Çayını kahvesini oraletini aldırdıktan sonra bir açılış yaptı eşe dosta.
Yokuşu tırmanıp soluk soluğa gelenler bir karanfilli çay içtikten sonra ancak kendilerini toparlayabiliyorlardı. Şaşkın şaşkın etrafa bakındılar. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde açılmış, duvarları acayip resimlerle boyalı, karıncalanmış uyuz incir ağacının dibinde taşın toprağın üzerinde bir kahve...Başlarını sallayıp "Ah Halil Efe ah" diye söylenip durdular. Torunlarının kolunda soluk soluğa içeri giren 90 belki 100 yaşındaki İbraam Dede elini öpmek için eğilen Halil Efe’ye"Berhudar ol oğlum pek güzel olmuş, lakin incirin dibi olmayaydı keşke" dedi.
-Niye ki İbraam Dedem ?
- Oğul eskiler der ki incirin dibine yapı yapılmaz, incir viranelerde biter, yanında yöresinde ne varsa viraneye çevirir a oğul !
İlk zamanlar az da olsa üç beş müşterisi vardı Ege Kahvesi’nin. Hatta bir de çırak tutmuştu Halil Efe. Macit temiz pak giyimli, ciddi suratlı bir çocuktu ve işini pek önemsiyordu. Her sabah ince ince toz alır, bardakları, fincanları usulünce sıralardı tezgahın üstüne. Sonra bahçedeki çiçekleri sulayan ustası işini bitirip gelir ve o pek sevilen karanfilli çayı demlerdi. Macit çakır gözlerini iri iri açıp seyrederdi ustasını...Çay demlemenin inceliklerini öğrenmek için. Büyüyünce o da bir kahve açacaktı kendisine...Ama o duvarlarına kuş resimleri çizecekti allı yeşilli, adını sanını bilmediği bir sürü alacalı kuş.
Genelde yaşını başını almış birkaç tanıdık gelirdi ama arada yabancılar da uğrardı tek tük. Gençlerin tercih ettiği bir yer olamamıştı Ege Kahvesi.
Gelenler garip bir şekilde suskun yüzleri denize dönük otururlar, dalgın dalgın çaylarını ya da kahvelerini yudumlarlardı. Bahçedeki sedirlere dizlerini toplayarak oturan eski balıkçılar ya da zeytinciler dingin bir huzur içinde tespihlerini çevirir, nadiren aralarında konuşur, çoğunlukla sessizliği paylaşırlardı. Sanki söyleyecek sözü, yaşayacak günü kalmamışcasına sakin ve hareketsiz öylece otururlardı.
Ege’nin zengin geçmişinin gururlu mirasçılarıydılar onlar ve artık sözü arkadan yetişenlere bırakma vaktinin geldiğini biliyorlardı. Susuyorlardı o yüzden...Susma özgürlüklerini kullanıyorlardı...Evrenin o kendine özgü diliydi artık konuştukları...Ağaçlar, böcekler, açık deniz cinleri, yemyeşil dolgun etli zeytinler, gümüş pullu balıklar, mis kokulu yosunlar nasıl konuşuyorlarsa onlarda öyle konuşur olmuşlardı aralarında. Halil Efe onların dillerinden anlıyordu elbet. Vurgun yediğinden bir bacağı sakat kalmış İhsan Dayı eliyle sedirin kenarına vurdu mu kahvesini tazelerdi Macit. Ya da iflaslarda her şeyini kaybettiği için oğlunun yanında sığıntı gibi yaşayan Mehmet Bey parmağını şıklatıyorsa bu hesabı getir demekti. Oğlu askerde öldüğünden beri yüzü gülmeyen Murat Amca elini cansız cansız kaldırdığında çay istiyor demekti.
İşte bu yüzden belki kimsenin konuşmadığı maalesef gençlerin de pek uğramadığı sessiz ve durgun bir mekan oldu Ege Kahvesi.
Zamanla kahvenin müdavimleri bir bir çekilmeye başladılar. Kimi hastalandığından, kimi vadesi yetip göçtüğünden kiminin de artık o yokuşu çıkmaya soluğu yetmediğinden. Günün birinde Halil Efe ve Macit duvarları yer yer soluklaşmış ıssız bir kahve de kalakaldılar öylece. Can sıkıntısından kutu kutu boya aldı Halil Efe zeytin dallarını salkımları boyadı yeniden, duvarın boşta kalan yerine Macit beyaz beyaz güvercinler çizdi. Yeni çiçekler ektiler bahçeye ama bir tek müşteri bile gelmez olmuştu artık neredeyse.
Günlerce haftalarca boş boş oturan Halil Efe bu uğursuzluğu incir ağacından bildi ve bir gece uyurken yatağından fırlayıp giyinmeye başladı. Hafize Hanım sıçrayıp oturuverdi örtülerin altında...
-Hayrola Bey bir şey mi oldu ?
-Hanım ben bu işi çözdüm
-Hangi işi Bey ?
-Kahveye niye kimsenin gelmediğini !... İncirin uğursuzluğu bu İbraam Dede demişti ya dinlemedim rahmetliyi.
-İncir mi ?
-He ya...İncirin dibinde yapı olmaz, iş kurulmaz demişti dedem...İncir viraneleri severmiş o yüzden de her şeyi viraneye çevirirmiş
-Tevekkeli ocağıma incir ağacı dikildi derlerdi eskiler
-Hah işte bak haklıyım Hanım gidip keseceğim o mendeburu !
Tatlı bir Yaz gecesiydi ve gökyüzünde binlerce yıldız binlerce minik göz gibi parıldıyordu, ancak Halil Efe’nin bunu görecek hali yoktu. Bir elinde balta nefes nefese gidiyordu yokuş yukarı. İncirin dibine varınca az soluklanayım diye sedire oturdu. Garip bir hışırtı sarmıştı etrafı...Dönüp gözlerini kısınca gördü incirin rüzgarla sallanan dallarını. Sanki Yapraklar büyümüş, ağacın gövdesi genişleyip serpilmişti. Her bir dalından incirler sallanıyordu daha olmamış ama etli etli. "boşuna" diye söylendi "beni bir daha kandıramazsın".
Dinlendiğine kanaat getirince baltayı kavrayıp fırladı ama o da ne !...
Dallı budaklı incir gitmiş yerinde İbraam Dede duruyor. Yeşil bir kaftana bürünmüş, başını etrafında defne çelengiyle.
-Oğul dellendin mi sen ?
-Dedem bu bir hayal bilirim...Seni geçen yıl toprağa verdik biz...Çekil önümden dedem
-Oğul ağaç kesmek sana yakışır mı ? toprağın beslediğini yok etmek töremize uyar mı ?
-Dedem ama demiştin ki ?
-Ben sana kahveyi dibine açma dedim. İnciri sök demedim.
Baltayı bana vurursun oğul o ağaca değil ...Bana.!..
Halil Efe’nin balta düştü elinden...Büyülenmiş gibi kalakaldı ağacın dibinde. Neden sonra gün ışırken fark etti, incirin dibinde uyuyup kaldığını kızdı kendi kendine. Garip bir ağırlık çöktü üstüne bütün gün sağda solda uyuklayıp durdu. Gece olunca toparlanıp bir kez daha gitti inciri kesmeye. Tüm gücünü toplayıp baltayı kaldırdı tam vuracaktı ki ince bir ses durdurdu onu..
-Ağam kıyma canıma
İnce beyaz tüllere bürünmüş sarı saçlarını tepesine bukle bukle toplayıp altın bir taçla tutturmuş güzel bir kız duruyordu karşısında. ellerinden incir dalları sarkıyordu yere. sanki köküyle toprağa bağlanmış gibi hareketsiz duruyordu.
-Beni durduramazsın !..Hem kimsin sen ?..İn misin cin misin ?
-Ben incir ağacının ruhuyum. Binlerce yıl bu gövdede beslenip büyüdüm. Geçmişin beyaz giysili, altın çelenkli, zengin ve mutlu insanları koruyup kollarlardı beni... Kutsal sayarlardı meyvelerimi. Tanrılarına sunmak için izin alıp kopartırlardı dallarımı, yapraklarımı, incirlerimi...Sonrasında korkunç savaşlar oldu bilemezsin ne günlerdi. Gencecik kadınlar kanla lekeli beyaz ipek giysilerini sürükleyerek gelip sığındılar dallarıma...kucaklarındaki bebeklerini adadılar kurtulmak için kıyımdan. Kimi saçlarından sürüklendi götürüldü yeni efendilerinin çadırına...Kiminin göğsünde demir hançerler parıldadı. Kimi aklını yitirdi dağlara vurdu kendini. Sonra ellerinde tahta haçlarla geldi bir sürü yorgun ve fakir insan. Meyvelerimi sundum onlara doyursunlar zayıf bedenlerini diye. Kaba pelerinlerine sarılıp uyudular köklerimin dibinde her bir hışırtıdan korka korka. Gümüş mızraklı, zırhlarla kaplı adamlar götürdü onları döve döve...Aslanlara kaplanlara yem olsunlar diye...
Günler geçti bu kez elleri haçlılar yıkıp yaktılar yanımı yöremi...Taştan heykellerin alınlarına haçlar kazıdılar. Gün geldi başı yemenili genç kızlar ilk aşklarını yaşadılar gölgeme sığınıp. Dallarımla korudum onları öfkeli bakışlardan. Allı güllü şalvarlı kadınlar bezler bağladılar dallarıma... Verimliliğim onların kısır bedenlerine geçsin de bir bebekleri olsun diye.
Beni kesecek misin ey ölümlü insan ?...kesmekle kurtulacak mısın ağacın ruhundan ?...rüzgarı durdurabilir misin? ...Güneşi söndürebilir misin ?...Doğadır her şeyin zamanını belirleyen...beni kesmekle mi kurtulacaksın unutulmuşluğundan? unutma ki doğa kendine ait olanı er veya geç geri alır...Bu bedele hazır mısın ?
Halil Efe ertesi sabah erkenden nereden bulduysa bir çapa buldu iyice dibini kabarttı incirin, bir güzel suladı, kuru dallarını ayıkladı. Macit yorulan ustasına demli bir çay koşturdu sonrada çekinerek konuştu.
-Ustam benim ağabeyim gübre işinde çalışır bir danışayım istersen ?
Ertesi gün Macit’in ağabeyi elinde renkli renkli kutularla gelip boyalı sular yaptı ve dibine döktü incirin sonra da iyice gübreledi, böceklerini ilaçladı. Macit, ağabeyi, Halil Efe günlerce bakıp temizlediler ağacı. eş dost baş sallayıp söylendiler.
-Halil Emmi yedi sonunda kafayı işsizlikten aklını kurtlu ağaca taktı.
-Vah Vah dağ gibi adam iyice üşütmüş
-Uğramış diyorlar. Hafize Teyzeden duydum iki gece ağacı kesmeye yeltenmiş yapamamış... cinliymiş ağaç..Çarpmış herhal.
Sonunda ağaç öyle bir büyüyüp gelişti ki akıllara durgunluk verir. Yemyeşil parlak yaprakların arasından iri iri incirler göz almaya başladı. Mis gibi bir koku sardı etrafı...Kopkoyu gölgesi oldu ağacın. Rüzgar estiğinde tatlı tatlı sallanıp mırıl mırıl şarkı söyler gibiydi ağaç.
Bana sorarsanız artık müşterisizliğe de aldırmaz oldu Halil Efe...Varsa yoksa ağaç...Eski bir orman büyüsüne mi yakalandı yoksa...yaramaz perinin biri oyun mu oynar onunla bilemem...Sonuçta mutluluktur işin aslı ve bizim Halil efe pek bir mutluydu.
O öyle tatlı tatlı gerinirken incirinin altında ve belki de uzaklardan gelen bir lir sesinin büyüsüne kapılmışken yokuşun altında gümüş rengi bir arabadan sarkan bir afacan elle kolla ağacı işaret ediyordu.
-Baba baba şu ağaca baksana ne güzel kocaman nedir o ?
-İncire benziyor değil mi Şule ?
-Evet canım incir.
-Galiba birde cafe var yanında gidelim mi ?
-Hayatım dik bir yokuşa benzer ama sanırım park edebiliriz.
-Baba Baba gidelim ne olur
Arkeolog Rıfat Bey ve eşi Şule Hanım bayıldılar Ege kahvesinin sakinliğine ve Halil Efe’nin karanfilli çayına. Böyle bir yer kalmadı artık bugünlerde diyerek hayranlıklarını dile getirdiler. Ertesi gece verecekleri kazıya veda yemeği için burası çok uygun dedi Şule Hanım. Halil Efe’nin elleri dolaştı heyecandan. Mangal yakarım Beyim, Hanım da gözleme yapar isterseniz deyiverdi.
Sonraları belki bir beş yıl sonra Halil Efe emekliliğini Rıfat Bey ve Şule Hanımla Ege Kahvesi’nde, yeni adıyla İncirli cafe de kutladı. İşleri küçük oğlu ile Macit devralacaklardı. İkisi de pek heyecanlıydı. Popüler bir cafeyi işletmek kolay değildi ne de olsa.
Ankara - Kasım 2000
YORUMLAR
Kalemin daim olsun. Yalnız isim olarak "Yokuşlu Kahvehane", hatta çay içilen yer olduğu için "Yokuşlu Çayhane" denilmesi daha doğru olur. Süre gelen bir yanlış da düzeltilmiş olur.