- 1369 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ahır
Ahır, evcilleştirilmiş büyük ve küçük baş hayvanların barındıǧı ve çevresi kapalı olan bir yerdir. Hayvan damı olarakda adlandırılır. Önceki çaǧlarda Türklerin yaşam biçiminde, başlıca geçim kaynaǧı hayvancılık önemli bir yer tuttuǧu için sözcük de zaman içinde bir çok yeni anlam yüküne gebe kalmıştır. Misal olarak, günlük hayatımızda kullandıǧımız iki deyim hemen benim aklıma gelmektedir. Bunlar; ahıra çevirmek: bir yeri darma daǧın ederek, pisleyip, kirlemek, bakımsız ve daǧınık bırakarak harap bir duruma getirmektir. Diǧeri ise, Dingo’nun ahırı deyimidir. Bu deyimde, bir yere girip çıkanın belli olmadıǧı mekan ve yerler için eleştirel anlamda kullanılan bir kavram olarak dilimize yer etmiştir. Bir çok sözcük gibi, „ahır“ sözcüǧüde dilimize Farsça’dan âhur sözcüǧünden aktarılmıştır. Bu hikayevari denemede ise ben sizlere ahırın Ankara’yla baǧlantısını bulmaǧa çalışacaǧım.
Bütün masalvari hikayeler; „evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, ben beşikte sallanırken“ birde bakmışım ki, yaşım onbire gelmiş ve ilkokulun dördüncü sınıfına gidiyorum. Öǧretmenimiz, aydın, ilerici, Kemalist, dürüst ve çalışkan bir insan. Küçücük olan köyümüzde biz köy çocuklarını eǧitmek için bütün gayretlerini sarfediyor, dördüncü ve beşinci sınıfları gruplara ayırarak öǧrenme tempomuzu artırmak için yarışmalar düzenliyor, kitap okuma alışkanlıǧı edinmemiz için, kitaplar hediye ediyor. Yarışmalarda birinci olanlara kalem, defter, silgi, kitap gibi o zamanlar deǧeri büyük olan bu malzemeleri hediye olarak daǧıtarak bizi bilimsel düşünmeǧe teşvik ediyordu.
Hal böyle iken bizde verilen bu bilgiler sayesinde kendimizi geliştirmek için çabalıyorduk. Köy yaşamının hemen hemen yüzdeyüzlük bir bölümünü kapsayan tarım ve hayvancılık ana geçim kaynaǧı olduǧu için bölgemizde ve köyümüzde yetişen temel gıda maddelerinin isminide böylelikle öǧreniyorduk. Daha sonra „Tarım Kitaplarından“ derlenen bilimsel bilgileri esas alan öǧretmenimiz bu bilgileri bize aktararak gelecekte daha verimli zirai bir işletmeciliǧin mümkün olduǧunu her seferinde vurguluyordu. Örneǧin Malatya İli’ne yakın bir vilayette yaşamamıza raǧmen, köyümüzde bu öǧretmen gelene kadar kaysı yetirilmezdi ve ya insanlar bu verimli aǧacın kendi yörelerinde yetişeceǧini hiç hesaba katmazlardı. Ama bu deǧerli öǧretmenin teşvikiyle getirtilen fidanlar, bir kaç yıl içinde büyüyerek kaysının şekerpare denen cinsi ortalama bir yumurta büyüklüǧüne erişecek kadar gelişiyorlardı. Ve böylece hem aǧız tadıyla yenen bu deǧerli meyve, hemde ticari olarak bir deǧer kazanımına dönüşüyordu…
Böyle küçük adımlar hem benim çalışmaktan bir deri, bir kemik kalan zevk fakiri köylüleri canlandırıyor, hemde deǧişik gıdda maddelerinin bu topraklarda da yetişebileceǧini ıspatlıyordu. Hayvancılıǧa gelince, o da tarıım sektörü kadar önemli bir konuma sahip olan getiri malzemesiydi. En önemlisi ekonomide köylüler için nakit para olma özelliydi. Nasıl mı? diye sorduǧunuzda; eli sıkışan birisi, hemen bir kaç hayvan satarak malını nakit paraya çevirebilmesinden dolayı vazgeçilmez bir öneme sahipti. Ayrıca hayvanlar; taşımacılıkta en büyük önemede sahiptiler. Döven sürmekten, karasaban çekmekten, sarp daǧlarda yük taşımaktan, binek hayvanı olarak kullanılmak gibi sayısız görevleri yerine getiriyordu bu zavallı dört ayaklılar.
Biz köy çocukları işte bu şartlar altında yaşarken, bende beşinci sınıfa geçmiş kendince çalışkan bir öǧrenci olarak hayata hazırlanıyordum farkında olmadan. Yine bir gün okulda Tarım ve Hayvancılık dersinde, ülkemizin başlıca büyük baş hayvanlarını öǧrenerek okul akşam paydosuna girmişti. Öǧretmenimin ismide Hüseyin olduǧu için, öǧretmenim bana;
- Sen bu gün gerçekten iyiydin, bütün bu öǧrendiklerimizi, babana anlatmanı istiyorum ben“ diyerek beni uyardı. Bende bez torbamdaki, fen kitabına bakarak yoluma devam ettim.
Beş dakika kadar yürüyerek evimize geldim. Torbayı merdivenlerde elinde süpürge yorgunluktan bitkin düşmüş anneme uzatarak;
- Anne, babam bu gün nerede“ diyerek sorduǧumda „Duran’ın Göl’de yavrum, gel gitme, akşam gelir, ne söyleyeceksen o zaman söylersin“ (asıl isim Turan, ama köylüler Duran diye telafuz ederler) diyerek benim o yokuş yukarı bayırlara tırmanarak yarım saat bile yürüyerek gitmeme izin vermek istememişti. Ben annemin baǧırışlarına aldırmadan hemen koşarak tepelere doǧru gözden kayıp oldum. Neşeyle bu yamaç bayırlardan yürüyerek „Duran’ın Göl’e“ kavuştuǧumda vakit zaten sonbahar olduǧu için babamı tepenin üzerinde ki, aşaǧı yukarı yüzmetre kare olmayan düzlükte, sergenlik dediǧimiz yerde oturduǧunu gördüm. Dünyanın en eski kesici ve kazıcı malzemelerinden olan; balta, nacak, dehre, kazma ve küreǧi onun da günlük hayatına biçim verdiǧi için ömrünüde tüketen bu aletler olmustu babamın. Yorgun hali gözlerinden okunuyordu ona rastladıǧımda. O sonbahar nemliliǧinin etkisiyle çok büyük kayaların etrafını oymuş, işe yarayanlarını fıstık aǧaçlarının etrafına duvar örerek topraǧın erozyona karşı korunmasını düşünmüş, tam bir günü çalışarak geçirmişti. Hemen yakında bulunan ve yaz kış bir bilek kalınlıǧında bile akmayan kendi özel çeşmemizde kalaylı bakır bir sürahiyle ona su getirmemi istemiş, bende koşarak hemen suyu getirdiǧimde, babamda doya doya iki tas tepesine dikerek içip yüzüme baktıǧında;
- Niye geldin, ben zaten yoruldum biraz dinlenip üzüm yedikten sonra eve gelecektim, dersine çalışsan iyi edersin, belki okuyup bir bok olursun“ diyerek çıkıştıǧında, yüzüm kızarmış, babamdan böyle bir cümle duymanın tedirginliǧini hazmetmek isterken, insan psikolojisini bilmediǧim için, onun bana neden böyle davrandıǧınıda kavrayamamıştım.
O biraz dinlenip bir salkım üzümü yıkayıp yedikten sonra bende ona „baba ben sana bir şey anlatmak istiyorum“ demeden babam „söyle bakalım bu gün neler anlattı Hüseyin Öǧretmen size“ diye sordu. Ben de hemen takır takır saymaǧa başladım öǧrendiklerimizi.
Önce tarım ve hayvancılıǧın düzenli bir şekilde organize edilerek kolhozlar şeklinde çiftliklerin kurulması gerekliliǧini, bu çifliklerinde devlet denetimiyle halk tarafından işletilmesi gerekliliǧini vurgularken, hemen arkasından büyük baş hayvanlarımızı saymaǧa başladım. Babam beni pür dikkat dinliyor ve dik dik yüzüme bakıyordu. Ben makina gibi büyük baş hayvanların tarım, gıda, et ve taşımacılıktaki önemine geldiǧimde, babam gülerek; „çok güzel benim oǧlum aferin sana, bravo, ama bizim daha başka büyük baş hayvanlarımızda var“ diye sözümü yarıda kestiǧinde; nerdeyse, öǧretmenime içimden küfüredesim gelmişti sanki. Öyle bir bilgili adamın babamdan daha az bilgili bir olduǧundan şüphelenmeǧe başlamıştım ki, babam, o köylü şivesiyle „Angara’dakilerini unutmuş galiba sizin öǧretmen“ diye söylendiǧinde hiç bir şey anlamamıştım. Çocuksu korkuyla daha fazla soru sorma ve anlatma cesaretimide kabettiǧim için bu Ankara’nın bizim Başkentimiz olduǧunu bilmiş olmama raǧmen, kendi kendime acaba görmediǧim bu şehirde daha nelerin olduǧunu merak etmiştim. Ben düşüncelerimde böyle uzak hülyaların kollarında gezerken Babam, „haydi artık eve gidelim, ben ajansları dinleyeceǧim radyodan, sende dersine çalışırsın, ben bu malzemeleri kuytu bir yere saklayayım“ diyerek ileride ki, küçük korumuza kullandıǧı günlük aletlerini saklayarak yolumuza koyulduk. Biraz üzüm, güz olmasına raǧmen yeşilliǧinden bir şey kaybetmeyen yeşil biberlerden de biraz topladıktan sonra bayır aşaǧı inerek hızlıca eve geldik. Ben yolda kafamı, sürekli babamın ya Angara’dakiler sözünü sürekli tekrarlıyor ve yarına kadar bunu unutmamalıyım diyerek içime yazmak istiyordum. Çünkü sabahleyin; öǧretmenimizin hergün yoklama esnasında yaptıǧı gibi geçen günde olmuş olayları bize sorarak, „acaba kim radyo dinlemiş ve olan olaylar hakkında bilgi edinmiş“ diyede genel kanaat notu verecekti, yıl sonunda…
Ben de o gün haberleri babamın bütün kısıtlamalarına raǧmen dinlemiş, bir uçaǧın düşmesiyle bütün yolcuların öldüǧünü ve karakutunun arandıǧını duymuş bu karakutuyuda kafama aşırı derecede takmıştım. Ama daha başka olaylar olmuş, yine iki parti başkanı karşılıklı aǧız dalaşlarıyla yandaşlarını ikna etme yalanlarına girmişlerdi, babam hep „yakında bir cunta gelecek“ diye „cunta“ sözcüǧünü, sanki diline yapıştırmış gibiydi. Ben yavaş yavaş bu sorunların üstesinde gelemeyeceǧımi anlayınca, sosyal bilgiler kitabımı elime almış okumuş gibi yaparak resimlere bakıyordum. Hep içimden „sabah olsa da, şu Ankara hikayesini öǧretmenime sorarak bir halletsem ne iyi olur düşüncesiyle boǧuşup durdum.“ Sonra sedirin/divanın üzerinde ki, minderlerin üzerinde günlük elbiselerimle uyuyup kalmışım. Beni kimin yataǧıma bıraktıǧını bilmeden sabah uyandırıldıǧımda hemen ocakta kaynayan kara çorbadan bir sahan ziyadeyle yedikten sonra koşarak okula yetiştim. Tek amacım vardı; öǧretmene ilk haberi vermek ve ilk soruyu sormak. Büyük bir derslik olan ve sadece bir odadan ibaret olan bu okul bugün nedense gözüme başka bir güzellikte gözüküyordu sanki. Öǧretmenimiz hergünkü yoklamasını yapmış ve yine dün ajanslara yansıyan haberlerden, haberdar olup olmadıǧımızı kontrol etmek için sırasıyla parmak kaldıranlara söz vererek dinlemeǧe başlamıştı öǧrencileri. Benim sabrım bitmek üzereydi sanki öteki öǧrenciler konuşurken. Sıra bana geldiǧinde makina gibi konuşarak komşu köylerden bir arıcının bir kaç petek arısının çalındıǧını, bir uçaǧın düştüǧünü tekrarladım ve hemen, dün öǧrendiǧimiz büyük baş hayvanlarına ek olarak „Ankara’da da büyük baş havanlarımız varmış öǧretmenim“ diye konuşmamı bitirdiǧimde öǧretmen önce ne olduǧunu anlamadan afallayarak şekilden şekile girerek, „kim söyledi onu sana“ diyerek yüzüme kızgın kızgin bakarak o sevimli adamın yüzündeki tebessüm ve sempati sanki birden bire kaybolmuştu o esnada. Öǧretmenim, „bunu bende dün babamdan öǧrendim“ diye soruyu cevapladıǧımda sınıfa bir sessizlik çöktü ve herkes başını bende odaklayarak yüzüme acaip acaip bakınarak yüzümün kızarmasına ve utanılacak bir duruma gelene kadar gözlerin oku altında ezildim. Yine çocuksu cesaretin gücüyle „Öǧretmenim, babam, bana neden öǧretmeniniz Angaradaki büyük baş hayvanlarımızı da saymadı? diye çıkıştı, ben bu gün bunlarıda bilmek istiyorum, anlatırsanız sevinirim“ diyerek yerime oturduǧumda, öǧretmenin gülümservari bir tavıra bürünerek renkten renge girdiǧini, yüzünün, morarıp kızardıǧını hissediyordum. Öǧretmen, „Vay Ali Amca, neler düşünmüş“ der gibi bir kaç dakika içinde yüzünün rengini normalleştirerek, „Hüseyin sen yerine otur, bu günlük bu kadar haber yeter, ben Ali Amcamla akşam konuşurum“ diyerek Ankara’nın Başkentimiz olmanın dışında hiç bir özelliǧini anlatmadı.
Gel zaman git zaman derken insan hayatın zorluklarını öǧrenirken ve kıt kanat yaşarken yinede okuma olanaǧı yaratarak yeni bilgi ve beceriler edinerek Ankara’da gerçekten büyük bir ahırın olduǧunu kendimde tespit ettim. Bu ahır günümüzde insanlık tarihine ihanet eden en pis oturum yeridir. İster teokrati, monarşi, diktatörlük, isterse de yalan ve dalavere sistemi olan, sözde demokratik rejimle yönetilen ülkelerde olsun, hepsinde bu parlamento denen ahırlar mevcuttur. Kökeni tartışmalı olan bu sözcük Latin Dili’ne ait bir sözcüktür. Bazen italyanca, bazen de İspanyolca olarak sözlüklerde bulmak mevcuttur. Anlamı ise aslında gelişigüzel konuşma, saçmalama gibi bir içerikle açıklanabilir. Asıl amacı, egemenlerin ve zenginlerin yaşam koşullarını korumak ve kollamak ve onları halktan/tabandan gelecek olan bir isyana ve ayaklanmaya karşı gerekli yasama yetkisini elinde bulunduran, bir ülkenin nüfusuna göre sayısı belirlenen öküzlerin belirli bir süre için, aksırıp, tıksırıncaya kadar yiyenlerin doldurduǧu kilolu halk düşmanı dümbüklerin toplanma yeri olarak ceylan derisi koltuklarda oturup adım adım şeriata kapı aralayan bir yerdir bu ahır. Bu ahır insanlıǧın başına 13. Yüzyıl’dan beri mmusallat olan hepatit B ve C virüsleri gibidir. Hep incitir, acıtır, iǧneler, hortumlar, soygun yasalarına onay verir, yeniden seçilip, seçiltilerek dokunulmazlık zırhında her türlü pisliǧi esans diye yüzlerine süren yüzsüzlerin evidir bu ahır. Çocukluǧumda bizimde buna benzer büyük bir ahırımız vardı. İçerisinde en son hatırladıǧıma göre, 37 tane keçi, 13 koyun, 8 tane dana ve hakiki dört ayaklı öküz ve iki at, br eşek, bir katır, birde traktör vardı. Zaman içinde biz köyden ayrıldık ve bu ahır haritadan silindi ve bütün bu dört ayaklı hayvanlar birer birer yok fiyatına satıldı. Ama Ankara’da ki, ahır giderek büyüdü ve masrafı nerdeyse 1980 yıllardan bu yana on katına çıktı. Bu masraflar için, IMF kapıları önünde dilenildi, onurumuz satıldı, başımıza çuvallar geçirildi, telekom haririlere satıldı. Yani para eden ne varsa bu döküntülere verilmek için nakite çevirildi. Birisi bir gecede basından kaçarak beş tane villa satın aldı. Ve böylece bütün bu olanlar o Ankara‘ da ki, ahırın büyük çoǧnluǧunun sözde halk iredesi yutturmacalarına dayandırıldı. Geçenlerde de bu ahırın başına yeni bir 110 kiloluk başka bir ö… ü seçtiler. Bu öküzde öyle bir yiyiciki yaptıǧı gaflarla halkın sofrasının ortasına bile edecek kadar gözü dönmüş bir hırsızdır. Hatta buna ilişkin haberi boyalı basının gazetelerinden bile okuyabilirsiniz. Size kolay gelsin der, ahıra, böyle bir ahıra girmemek ve hırsızlarla bir olmamak için azami gayret göstermenizi sizlerden beklerim. Her şeyin yüreǧinizde güzel olması dileǧiyle…
Bazen büyük üstad Aziz Nesin‘e kızıyorum, „Sizin Köyde Eşek Yok mu?“yu yazacaǧına „Ankara‘da eşek çok ve her seçim döneminde sayıları artmaktadır“ diye bir kitap yazmadıǧı için. Ben deneyeceǧim. Gelecek üç yıl içinde bu çatı altında son otuz yılın rüşvet oyunlarını anlatan bir araştırma yazısını hazırlamak için.
Hasan Hüseyin Arslan, 08/09.2009, Hanau - Almanya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.