ISLAH VE İFSAD
İçinde yaşadığımız bu çağ, neredeyse herşeyin aslının bozulduğu, fesada uğradığı, yapaylaştığı, hakiki suretini yitirdiği bir çağ.
Fıtrî olanın hor görülmesinin, fıtratın hor kullanılmasının bir sonucu bu.
İnsan elinin değdiği herşeyin büyük bir hızla fesada uğradığını görüyoruz. Yediklerimiz, içtiklerimiz; hava, su, toprak...
Ve ahlâk ve toplum ve hayat... Ve anlayışlarımız, telakkilerimiz...
Bu bozulmanın hakiki mağduru biziz; yani insan.
Bir de ıslah var, bozulanı düzeltme çabası. Muslihler , ıslah ediciler, salihler , bu bozulmanın önünü almak, bozulanı düzeltmek için çabalıyorlar.
Islahat kılıfı giydirilmiş nice ifsadatın insanlığın kurdu olmasından muzdarip.
Onlar, insanın ıslahının topyekûn yeryüzünün salâhı olacağını biliyorlar.
Ve biz, ıslah olanlardan mıyız, ifsad olanlardan mı? Islah edici miyiz, ifsad edici mi?
Islah kelimesi, yüce dinimizde en geniş kullanım alanına sahip kavramlara kaynaklık eden “s-l-h” kökünden türemiştir. Sulh, maslahat, salâh, istıslah , salih … kelimeleri bu kökten türemiş temel kavramlardan ilk akla gelenlerdir. Zıddı olan “ ifsad ” ise bozmak, dejenere etmek , aslî/tabiî hali değiştirmek anlamlarında kullanılır.
İlgili ayet ve hadisler bir arada değerlendirildiğinde, salah halinin, eşyanın tabiatındaki aslî/fıtrî durum olduğu anlaşılır. İnsanın ve diğer canlıların, hatta bütün mahlukatın varlığı belli bir sistem ve ölçüye raptedilmiştir ki, her bir varlığın yaratılış gayesine uygun hal içinde bulunduğu bu duruma “salâh” denir. Sonra bu sistem ve ölçünün maruz kaldığı bir arıza durumu ortaya çıkınca, bu aslî/fıtrî durum bozulur ve “ fesad ” baş gösterir. İnsan eliyle meydana gelen bu arıza hali, tarih boyunca Yüce Allah’ın sonsuz şefkat ve merhametinin bir tecellisi olarak gönderilen peygamberler vasıtasıyla “ıslah” edilir. Bu süreç Son Peygamber s.a.v.’e kadar böyle gelmiştir.
Bugüne kadar kesintisiz biçimde sürmüş ve bundan sonra da kıyamete kadar sürecek olan ıslah- ifsad yarışı, insanın dünya imtihanının cereyan ediş tarzını ifade etmektedir. Bu imtihanda ifsad edenler kaybedecek, ıslah edenler kazanacaktır.
Bu söylediğimiz, ıslah ve ifsadın, insanın ferdî imtihanından, toplumsal ve küresel ölçekteki “ kevn ü fesad ” (oluş ve bozuluş) süreçlerine kadar pek çok boyutları bulunan bir mesele olduğunu gösterir.
Ferdî hayatımızda ifsad ve ıslah
Yeryüzüne hak ve hakikati kabule hazır, bembeyaz bir sayfa gibi lekesiz olarak gönderilen insanoğlu, imtihanın bir gereği olarak nefs ve şeytan gibi iki ayartıcı düşmanın ifsada dönük taarruzlarının hedefi durumundadır.
Hayatın salâh üzere yaşanmasının birtakım şartları vardır ki, bunlar ihmal veya ihlâl edildiği andan itibaren nefs ve şeytanın dejenerasyonu , yani “ fesad / ifsad”ı için uygun zemin oluşmaya başlamış demektir. İnsanın ferdî ıslahının da ifsadının da kalpten başladığını haber veren Efendimiz s.a.v ., dikkatimizi kalbimize yöneltmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Bedende bir et parçası vardır ki, o salih olduğu zaman bütün beden salâh bulur; o fesad bulduğu zaman bütün beden fesada gider. Dikkat edin! O, kalptir.” ( Buharî , Müslim, vd .)
Kalbin salâhının, sırasıyla sahih iman, salih amel ve takvaya bağlı olduğu açıktır. Bu üç temel hasletten herhangi birisinde meydana gelecek bir arıza durumu, kalbin derece derece ifsad olmasına yol açacaktır:
“(Mümin) kul bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta/leke oluşur. Eğer tevbe edip vaz geçer ve mağfiret dilerse, kalbi yine parlar. Döner (aynı kötü işi) tekrar yaparsa o leke artar. (Kul günah işlemeye devam ettiği takdirde öyle bir an gelir ki) nihayet (lekeler) kalbini tamamen kaplar.” ( Tirmizî , Hakim , vd .)
“Ey iman edenler! Allah’tan ittika edin ve sözü doğru/sağlam söyleyin ki Allah amellerinizi ıslah eylesin ve günahlarınızı bağışlasın.” ( Ahzab , 70-71 )
Bu ayet, bağışlanma ve salih amele kavuşmanın iki temel şartını ifade buyurmaktadır: Allah Tealâ’dan ittika etmek ve doğru/sağlam söz söylemek... Bu şartların ilkini insanın kendi iç arınmasına (nefsini ıslaha), ikincisini de toplumsal ilişkilerinin sağlıklı bir zemine oturmasına yönelik olarak düşünürsek, ferdî ve toplumsal ıslahın iki şartı olarak kabul edebiliriz.
Amellerin ıslahı, yani ‘ salih amel’ vasfına kavuşturulması ise, kişinin dünyevî selametinin de uhrevî kurtuluşunun da imandan sonraki temel şartıdır:
“Kim de iman edip salih amel işlerse, ona mükâfat olarak en güzel akıbet vardır; ona emrimizden bir kolaylık söyleriz (dünyadaki işlerini kolaylaştırırız)” ( Kehf , 88)
“İman edip salih ameller işleyenleri ise elbette salihler arasına katacağız.” ( Ankebut , 9)
Bu ayette ifade buyurulan ilk husus “iman”dır. Kişiyi kurtaracak olan imanın, her türlü şüphe ve arızadan salim olması ilk şarttır. Bunun için de Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat çizgisinde yapılacak “iman muhasebesi” temel zorunluluktur. Efendimiz s.a.v.’in, “İmanınızı tecdid edin.” ( Ahmed b. Hanbel , Taberânî , Hakim ) buyruğu, en temel değerimiz olan imanın muhafazası ve kemali için göstermemiz gereken hassasiyetin altını çizer.
Ayette zikredilen ikinci unsura gelince; salih amelin, öncelikle niyetin sıhhatine bağlı olduğu bu noktada hatırlanması gereken önemli bir husustur. Sahih niyetle (sırf Rabbimiz’in rızası için) yapılmayan hiçbir amel makbul olmayacağı için, kişinin, sahih imandan sonra nefsini ıslah sürecinde yapması gereken ilk şey, niyetini kontrol etmek ve niyetine ârız olmuş olumsuzluklar varsa onları ortadan kaldırıp niyetini ıslah etmektir.
Bunun ardından amel ve davranışların ıslahı gelecektir ki, bütün bunlar kişinin kendisini sürekli bir kontrol ve murakabeye tabi tutmasının gereğine işaret etmektedir: Kalpten dile, amellerden kılık kıyafete, maişetinden harcamasına kadar insanın kendisini içiyle dışıyla, zahiriyle batınıyla murakabe etmesi ve ıslahı gerekenleri ıslah etmesi…
Mümin olma bahtiyarlığına ulaşmış kimselerin hepsinin derece itibariyle aynı olmadığını biliyoruz. Bir kısım müminler bazı özellikleri dolayısıyla diğerlerinden ayrılır ve bu, derece derece yukarıya doğru bu şekilde devam eder. Müminlerin özellikleriyle ilgili ayetler dikkatli bir gözle incelendiğinde, bu durum açıkça görülür.
Bu anlamda olmak üzere, takva ve salih amelin, sahibini sıradan müminlerden ayrı ve daha üstün bir seviyeye eriştirdiğini görüyoruz. Bu durumu Yüce Kitabımız şöyle ifade etmektedir:
“Ve her kim de Allah’a ve Rasul’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine in’am ettiği nebiler, sıddıklar , şehitler ve salih kimseler ile beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır!” (Nisa, 69)
Bu ayette sıralanan sınıfların Yüce Allah katındaki dereceleri farklı olduğundan, Cennet’teki makamları da farklı olacaktır. Aynı konuda bir diğer ayette de şöyle buyurulur :
“Ve onları yeryüzünde parça parça ümmetler kıldık. Onlardan salih olanlar ve bunlardan aşağı derecede olanlar vardır. Ve onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik, ta ki (fenalıklardan) dönüversinler.” ( A’raf , 168)
Kur’an’da pek çok peygamberin “ salih ” kelimesiyle tavsif edilmiş olması, onların kendi nefsinde salahı bulmuş olması yanında, topluma yönelik ıslah edici insanlar olduğunu da vurgular.
Toplumsal çerçevede ıslah
Şurası tartışma götürmez bir gerçektir ki, toplumu ıslah edici kişi pozisyonunda bulunanların, önce kendi nefslerini ıslah etmiş olması, yani “ salih kimse” vasfını haiz bulunması gerekir. Aksi halde yapılan ıslah girişimleri başarısız kalmaya mahkûmdur.
Islah edici olması gerekenlerin görevlerini hakkıyla yapmaması durumunda onların bıraktığı boşluğu başkalarının doldurması ve yapacakları ifsad faaliyetleriyle toplumun bütününün helâkına yol açmaları kaçınılmazdır. Böyle durumlarda değer ölçüleri altüst olur, hak ile batıl, doğru ile yanlış yer değiştirir ve insanlar, “doğru yapıyoruz” düşüncesiyle yanlışa battıkça batar:
“Onlara, ‘yeryüzünde fesat çıkarmayın’ dendiği zaman, ‘biz ancak ıslah edicileriz’ derler” (Bakara, 11) ayeti tam da bu durumu ifade etmektedir.
Günümüzde özellikle İslâm dünyasına yönelik Batılı tecavüz ve tasallutların hangi gerekçelerle yapıldığına baktığımız zaman şunu görüyoruz: Önce insanların değer yargılarını yeniden şekillendiren kavramlar üretiliyor ve bu kavramların belirlediği hayat tarzının “iyi”, bunlara aykırı düşenlerin ise “kötü” olduğu propagandası yapılıyor. Arkasından da güya “iyi” ile “kötü”nün mücadelesi başlıyor !..
Toplumda baş gösterecek kötülüklerle mücadele edecek kimselerin varlığının en az su kadar, hava kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu Yüce Rabbimiz şöyle ifade buyurur:
“Rabbin, o memleketleri ahalisi (hem kendi nefslerini , hem de başkalarını) ıslah ediciler olduğu halde haksız yere helâk edecek değildi ya!” ( Hud , 117)
Temiz, dengeli, sağlıklı ve örnek bir toplumsal hayat için, fesad ve kötülükle sürekli biçimde mücadele etmek kaçınılmaz olduğu için, Yüce Dinimiz emr -i bi’l - ma’ruf ve nehy -i ani’l - münker’i (iyiliğin emredilip, kötülüğün men edilmesini) temel ve sürekli bir mükellefiyet olarak tayin etmiştir. Çünkü bu temel görevin terki ile fesadın hakimiyeti arasında kopmaz bir ilişki vardır. Bir toplumda fesad hakim olduğu zaman ise felaket kaçınılmazdır.
Efendimiz s.a.v.’in bu noktaya dikkatimizi çekerken yeminli bir ifade kullanması, konu üzerinde kemal-i ciddiyetle düşünülmesi gerektiğini anlatmaktadır:
“Nefsimi kudret elinde tutan (Allah)’a yemin olsun ki, ya ma’rufu emreder ve münkeri yasaklarsınız, ya da Allah’ın, ind -i ilâhisinden umumi bir bela göndermesi yakındır. O zaman ne kadar yalvarsanız da duanız kabul edilmez.” ( Tirmizî )
Kötülerin ateşine yanmak
Toplumun ıslahı görevinin ihmali, bütün toplumu etkileyecek olan umumi bir belaya davetiye çıkarmak demek olacağından, bu noktaya azami dikkat göstermek durumundayız. Toplumsal dayanışma ve kardeşlik duygusunu geliştirmenin ve birbirine mesafeli duran insanların arasını bulmanın Yüce Dinimiz nazarında ne kadar önemli bir görev olduğunu görmek için şu noktaya dikkat etmek yeterli olacaktır:
Bilindiği gibi Dinimiz yalan söylemeyi şiddetle yasaklamı ştır. Bu yasağın kapsamından istisna edilen birkaç durumdan birisi, toplumsal kaynaşmayı temin için birbirine mesafeli duran insanların arasını barıştırmak amacıyla yalan söylemeye izin verilmesidir. Hatta bu konuda daha ileri boyuttaki bir nebevî tesbit şöyledir:
“Size, namazın ve sadakanın birçoğundan daha efdal bir ameli haber vereyim mi?” Orada bulunanlar “evet” deyince, Efendimiz s.a.v. şöyle devam etmi ştir: “İnsanlar arasındaki ilişkiyi ıslah etmektir…” (Muvatta, Ebu Davud)
Toplumsal duyarlılığa bu derece önem veren Dinimiz, toplum hayatında ortaya çıkabilecek her türlü haksızlık ve münkerata karşı elbette sessiz kalamazdı.
Hz. Ebu Bekr r.a. halka hitap ettiği bir konuşmasında bu noktaya şöyle parmak basmı ştır:
“Ey insanlar! Sizler şu ayeti okuyor fakat yanlış anlıyorsunuz: Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda iseniz, sapıtan kimse size zarar veremez. ( Maide , 105) Biz Rasul -i Ekrem s.a.v.’in, İnsanlar zalimi görüp elinden tutmazlarsa, Allah’ın hepsini içine alacak umumi bir bela göndermesi yakındır, buyurduğunu işittik. Yine ben Rasul -i Ekrem s.a.v.’in şöyle buyurduğunu işittim: Aralarında kötülükler işlenen bir toplum, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde seyirci kalır, müdahale etmezse, Allah’ın hepsini saran umumi bir bela göndermesi yakındır.” ( Ebu Davud , Tirmizî , İbn Mace )
Bu rivayette geçen “zalimin elinden tutmak”tan kasıt, ona fiilen müdahale ederek zulüm işlemekten alıkonulmasıdır.
Islah görevinin bir kere terk edilmesiyle kendisine zemin bulan fesad , tıpkı bulaşıcı bir hastalık gibi bir yerde sabit kalmaz; bütün toplum kesimlerine yayılmaya başlar. Cehalet, özenti, dalkavukluk, riyakârlık… gibi virüsler bu hastalığın yayılmasını daha da hızlandırır. Sonunda –Allah korusun– toplum, umumi belaları hak edecek derecede azgınlaşır ve bunun davet edeceği umumi felaketlerden iyiler de nasipdar olur!
Toplumun ıslahı için
Yukarıda toplumun ıslahı işini üstlenecek olanların, önce kendi nefslerini her yönüyle ıslah etmiş örnek kimseler olmaları gerektiğini belirtmiştik. Fesadın önünü almak için, netice verecek bir ıslah faaliyetinde bunun yanında şu noktalarda da hassasiyet gösterilmesi gerektiğini söyleyebiliriz:
Islah faaliyetini yürütecek kimselerin, kaş yapayım derken göz çıkarmış olmamak için öncelikle sağlam ve muteber bilgilerle donanmış olması gerekir.
Islah faaliyetinin halis niyet, hikmet ve güzel öğüt prensibine dayalı olarak yapılması, tepki çekecek söz ve davranışlardan uzak durulması gerekir.
Sabır ve teenniyle hareket edilmeli, sonuca hemen ulaşmak için acelecilik gösterilmemelidir.
Hakkı dile getirmede ve fesadın önüne geçmek için gayret göstermede hiç kimseden bir menfaat veya fayda beklenmemeli, sadece Allah Tealâ’nın rızası gözetilmelidir.
Bütün bunların arzu edilen seviyede gerçekleştirilebilmesi için eğitim meselesinin son derece önemli olduğu açıktır. Dolayısıyla bu önemli görevin bir iki kişinin gayretiyle değil, ancak ehliyetli ve liyakatli kadrolar eliyle gerçekleştirilebileceği unutulmamalıdır.
(E.S.)