- 855 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
“ÜLKEYİ KURTARMAYA GELDİK”
“ÜLKEYİ KURTARMAYA GELDİK”
Doğduğum, hayat bulduğum, adını andıkça ilk aşkını unutmayan bir bir âşık gibi heyecanlandığım memleketim. Henüz sabırla ve özlemle kat ettiğiniz saatler süren uzun bir yoldan sonra şehre girerken, önce asra inat ayakta duran kalemiz karşılar bizi. Biraz daha ilerleyince şehrin görünüşü en güzel boyalarla, en usta bir ressamın fırçasından çıkmış sanki bir tablodur durur karşımızda.
İlkbaharda ömre bedel an gibi, koyu yeşilden mora doğru değişen rengi ile her insanın son ebedi isteği olan cennete adeta meydan okurcasına yemyeşil zümrüt gibidir. Etraftaki çıplak tepe ve dağlara inat, yamaçlarında her çeşit meyve ağacının yeşerdiği baharda bin bir renk çiçek açıp sonrada meyveye duran ağaçlar sıra sıra dizilmiştir şehrin etrafında. Zamanında o ormanlar kesilmeselerdi, bu garip çıplaklıklarda olmayacaktı. Her evin bahçesi ve sıra sıra dizilmiş olan peteklerin etrafı renk renk çiçeklerle bezenmiştir.
Çılgın Çoruh’un kolunun suladığı yeşil bahçelerin süslediği dağların yamaçlarında ve vadinin boylu boyunca her adım attığın her karış toprağından hayat fışkırır. Her ne kadarda vadinin etrafı çıplak dağlarla çevirmişse de, dağları azıcık aşmayı gör, hemen karşına çam meşe, gürgen, kızılağaç, karayemiş ağaçları seni selamlar. Karayemiş diyip te geçmemek lazım. Sadece yaylalarda sürüyü otlatan çobanların değil, o yöredeki herkesin ağzının tadıdır bu karayemişler ile diğer yabani meyveler. Bilmeden olgunlaşmamış ahlâtı yemek ölmek demektir. Boğazını bir tıkarsa soluksuz bırakır insanı.
Tepeyi ve vadiyi aştığın zaman, yeşil orman seni saygı ile selamlar. Dağları tırmanmayı becerirsen koca heybeti ile her yıl panayırın düzenlendiği kutsal dağ olan Kır Dağ seni kucaklar. Güneş bile aşarken yorulduğu bu dağın tepesine varmak, insana çok hoş bir duygu verir. Sadece zümrüt yeşili vadi değil, tüm bölge ayağının altındadır. Açık mavi gökyüzü, bol oksijen ve yemyeşil bölge, serin ve tam bir dinlenme yeridir
Elini uzatırsan hemen aşağıda ki Penek Kalesi’ne dokunursun. . Belki de Penek Kralının kızı sarışın mavi gözlü sarı gelin seni bekliyor olabilir. Kır Dağ’a giderken, gâvur yaylasında öküz arabalarını durdurup, davul zurnayı çaldırıp halay çekemden, tereyağlı içli keteleri yemeden başka köylerden gelen, geçen yıldan beri göremediğin ahbaplarını görmeden Kır Dağ’a gidemezsin. Tek armudun dibinde mola verince, uzanıp annemim her ramazan ayında özel yaptığı 50 kişiyi doyuran baklava sinisi büyüklüğündeki dolunaya dokunmadan, sohbet etmeden geçmek hele hiç olmaz.
Zümrüt yeşili vadide her türlü meyvenin kokusunu, birde taze biçilmiş ot kokusunu derin derin solumak, en güzel parfümden daha güzeldir. Cankurtarana gitmek bile hüzün yerine huzur veriri insana. O yeşil gül bahçesi sanılan Cankurtaranda tanıdık tüm eş dost o kadar çok samimi şekilde baş başa vermişledir ki, ben niye bu dünyada yalnız kaldım diye üzülürsün ve beni de beni de alın aranıza diyesin gelir.
İşte hayat buradadır diyebileceğimiz kadar güzel bir şehirdir benim doğduğun şehir. Şehrimizde yaşayanlar birbirlerini kaç göbek ötesine kadar tanırlar ve hep saygıda hürmette kusur etmezler. Herkes aynı dostluk havasını solumaktan son derece memnundurlar.
Böylesine güzel bir şehirde yaşayan insanların yürekleri de çok güzeldi. Tüm güzellikleri ve prizmanın yedi rengini görebiliyorlardı. Hiç bir zaman gökyüzünde tek renk olmadı. Bu şehrin insanları, değirmende un öğütülür gibi, zamanın çarkında çoğu sarı buğday tanesi gibi öğütülüp zaman tünelinden akıp gittiler apansız. Yolunuz kabristana yani cankurtarana düşerse, kimi düşmüş, kimi yatık kimi de hala dik duran mezar taşlarının üstünde okunan adları gibi, nasıl da erken öldüklerini okuyunca anlıyorsunuz. Mezalimden, kılıçtan kurtulanlar olduysa da yöresel beslenme yüzünden çoğu kırk beş yaşını zor görmüşlerdir. Tabii ki yaşı doksana saat gibi vuranlarda yok değildi. Hepsinden geriye boynu bükük hüzünlü öyküleri kaldı…
İşte böylesine güzel bir şehirde yaşamak, vakitsiz ölümler bile olsa insana mutluluk verirdi. Şehrimizin gençleri genelde okumayı çok severlerdi. Normalde ortaokuldan sonra gidebileceğimiz bir lise yoktu. Ortaokulu bitirenlerin de önü kapalıydı. Ya şartları zorlayıp kent dışına gideceklerdi, ya da mevcut bölge okullarına gidecekti. Gidenlerin hepsi de çok başarılı oldular.
Mevcut olan bütün okullar genelde her iki mahallede merkeze yakın yerleştirildiği için ulaşım problemi yaşanmazdı. Yani ulaşım sıkıntısı olunca farklı bir şey olacak değildi. Tabana kuvvet yürümekten başka çaremiz olmazdı. Şansımdan okulumuz eve çok yakın olması nedeniyle, zil çalınca evden çıkar ve derse yetişirdim. Ne olursa olsun tek derdimiz ekmeğimizi kazanmaktı.
Masraflı öğrenciler değildik. Önlüğümüzü okulu bitirene kadar kat kat açar ve uzatırdık. Yıkanmaktan rengi solan önlükleri de bir avuç tuz, bir paket boya ve üçlü saç ayağının kurulduğu ocak da, biz boyardık. Ayağımız büyür diye alınan kışlık okul ayakkabılarımızı önce kat kat yün çorapla çıkmasın diye giyinirdik, sonrada ayaklarımız da büyüdüğü için sıkıntı olmazdı. Gözümüz gibi sakladığımız teneke kutu boyalarıyla boyardık.
İlkokulda öğretmenim Mikail Turan hocam, derste hayırsız çocuğun kazanmadığı paraları nasıl çar çur ettiğini anlatırken, hep aklıma takılır dururdu. Acaba madeni parayı yerken dişleri kırıl mı yor mu veya delikli madeni paralar, bir yere takılmıyor mu diye içimden geçirirdim.
Çanta desen ilkokula başladığımızda aldığımız çanta okulu bitirene kadar ancak eskirdi. Çoğu defa ortaokulda da kullanırdık. İçine koymak için okulun verdiği dergi ve kitaptan başka şeyimiz yoktu. Dersi derste öğrendiğimiz için, ne ansiklopedilerimiz ne de okul sonrası özel dershaneler için özel kaynaklarımız vardı. Sırt çantasını hiç bilemedik. Zaten okul çantası olmayanların da bezden dikilip üste nakış nakış kanaviçe işlenmiş torbaları olurdu.
Var olan şeylerle yetinmek zorunda olduğumuz için, istemeyi de bilmezdik. İstesek de hem ilçede yoktu, olsa da alan olmazdı. Ailelerimiz ve öğretmenlerimiz bize var olanla yetinmeyi öğretmişlerdi. Herkes yerli malı haftasında kutladığımız gibi kendi üretirdi kendi tüketirdi. Her ay kimsenin evine para girmezdi. Sadece memurlar paralarının yetmediğinden yakınırlardı. Kâğıt paraları nasıl parçalayıp yiyorlar diye da akıl sır erdiremezdim. Bizim parayla pulla işimiz olmazdı.
Çok saf ve temiz duyguları olan öğrencilerdik. Dinlediğimiz masallar ve hikâyelerin hepsi gerçek yaşam üzerine kuruluydu. Bir kısmı büyük göçten kalan acı hatıralardı. Çoğu sürgünde yollarda ölmüş veya yessir (esir) olarak mahpushanelerde yok olmuşlardı. Diğer anlatılanlar ise 1.ci Dünya Harbi’n de yaşanan Ermeni ve Rus mezalimi ile ilgiliydi. İlçede aynı dönemde yaşayan Malakan’lar da varmış. Nedense onlar hiç zulüm etmemişler. Malakan’larla ilgili kötü bir yorumu kimse söylemedi. Hatta savaş sonrası bile ilçede yaşamalarına rağmen sesleri solukları hiç çıkmaz uysal ve uyumlu insanlarmış. Çocuk aklımda aklım da kaldığı kadarıyla sarışın ve çok iri yapılıydılar. Yerli inekle, hoştayn ineği gibi mukayese edilebilirdiler. Tüm sohbetlerde ne Ermenilerin ne de Kazakların yaptığı zulümler bir türlü tükenmiyordu. Çünkü her ailede kim bilir kaç can kurban verilmişti.
İlçede yaşayan bizler nereye adım atsak, kan kukusu ve kama kılıç sesine rastlar gibi olurduk. Sanki kılıçtan geçirilen, kazığa oturtulan yöre halkı bir hayalet gibi dolaşır dururdu. Henüz elektrik olmadığı için, ya gaz lambalarıyla, ya da fitilli fiske lamba dediğimiz lambalar, çoğu defalarda çıralarla bir yerden yere gidildiği için, her köşe başında bir kadın çocuk veya erkek görür gibi olurduk. Kafası elinde, ya da bedeni paramparça mezalime uğramış yöre halkı. Bir dua okur musunuz der gibiydiler. Gideceğimiz yere dua okuya okuya gitmekten çenelerimiz kopardı. En çok da küçük hamamın yanından geçerken, elli iki tane ak beyaz tülbentli yaşmaklı, renkleri tülbent gibi ağarmış sessiz duran kazıklara oturtulmuş kadınlar utançlarından seslerini çıkarmadıkları halde, gecenin karanlığına yayılan iniltilerini duyar gibi olurduk.
Karanlıktan korkmazdık. Ama öldürülen çocukların hayalet gibi siluetleri de bizi rahat bırakmazdı. Çocukluğumuz da bizi korkuttukları en büyük şey Rus ve Ermeni askerlerinin geleceği korkusuydu. Urus gelecek dediler mi iş bitti demektir. İkiz kardeş gibi duran Sitare’den aşağıya ne zaman aşağı ineceklerini hep korku ile beklerdim.
Anlattıklarına göre insan olamayacaklarına göre acaba nasıl bir şekilleri vardı diye merak ederdim. Genellikle hayalimde yarattığım bir tip vardı. Sanki üzerlerinde hiç elbiseleri yoktu ve hep dereden, çaydan yakaladığım kurbağanın derisi gibi derileri olmalıydı. Bütün biz çocukların ellerinden hiç eksik olmayan siğillerimiz vardı. Tuza okutur üzerine bakkal Efe dayının veresiye defterini yazdığı zabit kalemi vardı. Zabit kalemi de ödünç alır ve siğillerimizin üzerine dua yazdırırdık. Tuzları yumurta kabuğun koyar ve sulu bir yere koyardık. Tuzlar eriyince siğillerimiz de iyileşirdi. Bir yere dokunduğumuz da canımız çok yanardı. Urus’ların kurbağa derilerinin üstünde birde siğilleri olmalıydı. Yürümekten çok ya tırmanıyor ya da uçuyor olmalılardı. Hep umulmadık anda insanın karşısına çıktıkların göre.
Ah bu Urus’lar ve Ermeni’ ler ah! Okula başladığımda da ilk işim haritada ülkeleri öğrenirken, bu Urus’ların yerleri harita üzerinde yemyeşil boyanmıştı, bizim yaşadığımız yerler ise kahverengi rengindeydi. Hep geçit vermez dağlar sıralanmıştı. Yeşil yerleri nasılda kıskanırdım Urus’ların o zümrüt yeşili ülkelerini.
Dedemin duvarda asılı her tarafında sayısız çarpışma izi olan kınında ki kılıç ve kamayı gördükçe, keskin taraflarını bedenim de hissederdim. Acıyı bilmediğim halde, içimde bir garip hüzün duyuyordum ve hemen koşup kardeşlerime sarılıyordum.
Geceler boyu Kore harbinin gazileri övünerek kimi kör olmuş gözünü, kimi kopan bacağını göstererek anlatır dururlardı. Ne işimiz vardı Kore’de demiyorlardı da, nasıl düşmanı hezimete uğrattık diye seviniyorlardı.
27 Mayıs İnkılâbı’ nın yankıları henüz çok yeniydi. Bütün aile büyükleri hep tutuklanmışlardı. Görüş günlerinde askeri garnizona gitmek ve komutanın bizi kucağına alıp görüşte sevmesi çok hoşumuza gidiyordu. Özellikle kiraz zamanı olduğu için kulaklarımıza elleriyle küpe yaparlardı. Bir çocuğa en umulmadık anda birinin yakınlık göstermesi ve ilgilenmesi çocuk gururunu okşardı. Daha sonraki yıllarda bu tür yaklaşımlar örnek olduğu için ben hep ailenin erişkinlerinden çok çocuklarıyla ilgilenir olmuştum.
İlkokula yeni başlamıştım. Okuma yazmayı yeni sökmüştüm ki, Adnan Menderes asılmıştı. Büyük tepkiler olmuştu. Bu İnkılâbı yapanlar çok hain olmalıydı. Çünkü bütün çocuklar her sabah Amerika’nın yardımı olan süt tozunu ve her gün annemin yüzüne sürdüğü havillant yağlı kremi ve akşam ayaklarına sürdüğü kokusuz kremi gibi olan bir yağı ekmeklerimize sürüp veriyorlardı. Her gün övgüler üstüne övgüler yapılıyordu. Oysa annemin yaptığı hazır mis gibi tereyağını bile nazla yerken, sürmeli ineğin sütünü zorla içerken bunlarda neyin nesiydi acaba?
Hayatımızda ilk defa fırıncı Nihat ustanın sıcak somunlarından başka somun verdikleri için, hep anneme anlatır dururdum. Anneme de merak ettiği için getirmiştim. Bir dilim ekmk ile verdikleri yağı annemin ağzına almasıyla kusması bir olmuştu. Kokusuz bu ayalarımı yağladığım kremi nereden aldınız diye. Kusmuştu Zaten hassas yapısı olduğu için mide kanaması yenilenmişti. Annemin işi çok zordu Desene yine çiğ yumurta içecek ve kaşıktaki balık yağını içmek için öğürecekti.
Ah bu Amerikan yardımı ah. Bir yanda Ermeni ve Rusların mezalimi, diğer yandan şefkatli Amerikan’lar. Bu ülkelerin bazılarını şefkatli diye, diğerlerinde hain korkulu rüyaların katilleri olarak tanıdık. Böyle büyüdük. Yıllar geçince yerken kustuğumuz yağlar için kuyruğa bile girildi.
27 Mayıs İnkılâbı ile ilçenin bir yarısı yasta, diğer yarısı da gereken yapıldı diyip memnunun oluyorlardı. Halk ikiye bölünmüştü ve kamplaşmalar olmuştu. Ardından da çok fazla zaman geçmeden Talat Aydemir’in darbe girişimi olmuştu. Hepsi sıcak konulardı. Zaten iletişim kısıtlı olduğu için evirip çevirip aynı konuları konuşuyorlardı Ben çocuktum ama çok yakınımız da bu olay nedeniyle Deniz Harp Okulu son sınıftan atıldığı için, darbe sanki bizim evde olmuş gibi deprem etkisi yapmıştı. En çok da hayatımda hiç görmediğim bir beyaz takım elbiseler içinde, masal kahramanı görüşünü göremeyecektim diye çocuk aklımla üzülmüştüm.
Bu güzel ilçede coğrafik yönden her şey mükemmel olmasına rağmen, sosyolojik ve tarihsel gelişmelerin etkisi farklıydı. Bizim hamurumuzda bu atmosferde yoğruldu ve şekillendi. Sürekli korku dolu masal ve hikâyelerle geçen çocukluk yılları ve bizde kalan etkileriyle tohumun köklenip filizlenip yeşermesi gibi bizler. Taşa ekilen tohumun filizlenmesi gibi hayat. Gün geldi masalların kahramanı biz olduk.
İlkokulda okul dergileriyle ve öğretmenlerimizin yoğun öğretileriyle öğrendiklerimizle bitirdik. Ara vermeden ortaokula başladık. Her dalın öğretmeni yoktu. Veteriner hekim, caminin imamı, hastanenin doktoru derken öğretmen açıkları da kapatılmıştı.
İlk okludayken resim dersinde sadece siyah kartona pamukla gece ve kar manzarası yapmayı bilirdik. Gün aşırı evlere trafodan verilen elektrik nedeniyle, resimlerde yaptığımız en güzel şey evlerin pencerelerinden bir ipe bağlı gibi sarkan ampullerin sarkıtılmasıydı. Pencerelerde nakışlı perdeler ve üzerinde de kelebekler. Gördüğümüz yaptığımız en güzel resimler bunlardı.
İlkokul döneminde, sırtı doğuştan kambur olduğu için guzıg Hüseyin amca dediğimiz ufacık tefecik pırlanta gibi kalbi olan, temizlik, zil çalma gibi işleri yapan bir amcamız vardı. Ders aralarında ve özellikle imtihan zamanlarındaki molalarda boş öğrencileri civcivli tavuk gibi başına toplayıp masal ve hikâyeler anlatırdı. Öğle çok heyecanlanırdık ki imtihana girince bile heyecanımız kalmazdı. Ayrıca ninemin ve annemin idareye alınmış gaz lambasının ışığında, iki dudağından dökülmesini beklediğimiz cımbızla çeker gibi çekilen masalları hayranlıkla dinler ve masal kahramanları gibi olmak isterdim.
Hep bir merdivenle veya çimlendirdiğim yeşil fasulyenin dallarına tırmanıp dünyanın tavanını delip, görünen tek ışığı geçmek ve daha aydınlık bir dünyaya adım atmak istiyordum. Geceyi aydınlatmak için yaktığımız bir deste yağlı ve isli çıranın ve gökyüzündeki yıldızların ışığı bana yetmiyordu. Kış boyu gökyüzü hep kapalıydı. Ben aydınlık gün güneşli dünya da tek masal prensesi olmak istiyordum. O kısıtlı imkânlar dâhilin de hayallerim çok genişti.
Ortaokul ilkokuldan farklı değildi. Sadece biraz daha büyümüştük. Üstümde hala boyunu açtığım ve boyadığım önlüğüm ile mavi mukavva kutu çantam ile birde ders aralarında oynadığım en değerli topum elimdeydi Başımızda minnacık kafamızı bile sağa sola eğen şapkalarımız olmuştu. Onu kafamızdan hiç çıkarmazdık. Sadece yolda yürürken hocalarımıza asker selamı gibi bir selam verirdik. Ellerimiz cebimizde ise hemen çıkarır ve hazır ola geçerdik. Kış nedeniyle başımıza annemizden aldığımız yün eşarpları da öğretmenlerimize selam vermek için hemen açardık.
Bir başkaydı bizim öğrenciliğimiz. Sigara içmek kimin haddine düşmüştü. Her sabah sürpriz sınıf baskınları ile sadece cepler aranmazdı, parmak uçlarına tükürürürlerdi ve ceplerde dökülmüş olabilir diye tütün kırıntıları ararlardı. Disiplin hayatın her anında karşımızda duran bir öğretmendi. Şimdiki öğrenciler nere biz nere!
Ortaokulda resim derslerin de siyah kartonlara ev yerine, samanlıktan getirdiğimiz uzun saman saplarıyla Bozkurt resim ve tabloları yapıyorduk. Çoğunu da evlerimizde duvarlara asıyorduk. Demir örs elimizde Ergenekon’dan yola çıkardık.
Ortaokuldayken özellikle bir renk fırtınasıdır ki esiyordu. Sigara olarak erişkinler en çok birinci ve bahar sigaraları içerlerdi. Her sigara paketini çevreleyen kırmızı ve mavi ince şeritler vardı. Yine o yıllarda kolda saat taşımak çok lüks bir şeydi. Her öğrencide de bulunmazdı. Resim çekilirken bile kolda saatin görülmesi çok önemliydi. Kolda ki saate, birde tavşan derili eldivenler ilave oldu mu muhteşem bir coşku olurdu. Bütün albümlerde ki siyah beyaz resimlerin tümünde mutlaka saatli, eldivenli resimler vardır.
Kollarımızdaki saatlerin tam orta çapından geçecek şekilde sigaraların etrafını çevreleyen kırmızı ve mavi şeritlerden bantlar yapmıştık. Bu renkler hayatımızda sanki bir devrimdi. Biz bir şey oluyorduk. Neyin ne olduğunu henüz anlamadan gruplara ayrılmıştık. Bir yandan sarı saman çöpleriyle Bozkurt resimleri ve bir yandan da saatlerde ki mavi ve kırmızı bantları birbirimize göstererek hava atardık. Bazı öğretmenlerimiz ucundan kıyısından kırmızı ve mavi çizgilerin anlamı anlatmaya çalışırlardı. Sosyalizm, Milliyetçilik ve Kominizim kavramları dilimize dolanmıştı. Kominizim mi, aman Tanrım bu Uruslar yine mi gelecekler. Hazırlıklı olmalıyız.
Ne olduysa, Türkiye’de birden müthiş olaylar olmuştu Amerikan 6.cı filosu İstanbul’a gelmişti ve ortalık toz duman olmuştu. Biz ortaokulu bitirirken olaylar patlak vermeye başlamıştı. Desene bizim Kızıl Urus’lar yine geleceklerdi. Sahi filo ne demekti ve nasıl bir şeydi. Edebiyat öğretmenimiz çok heyecanlanmıştı. Ölen üniversiteliyi de tanıdığını söylüyordu. Bütün kitaplarda etrafımız denizlerle çevrili diye yazıyordu. Deniz neye benziyordu. Haritada masmavi kocaman yerlerdi. Bizim ilçenin ortasından geçen çaydan daha mı tehlikeliydi.
Henüz ortaokul son sınıfta 2.ci sömestrinin ortasında ailemin kendi isteği ile yeni bir yaşam umuduyla, yeni bir heyecan aramak isteği ile Ankara’ya gitmişti. Oysa onca var olan varlığın içinde babamın Ankara’ya gideceğim diye ısrarı gereksizdi. Çok çok mükemmel olan yaşamını bırakıp ta hiç bilmediği bir kente gitmesi, sadece daha iyi bir yerleşim yerinde kendisi gibi bizimde rahat etmemizi düşlediği içindi.
Babamın hayatı, doğduğu günden beri çok zor olduğu için, daha güzel bir hayatı düşünmesi aslında normaldi. Fakat kurmuş olduğu yerleşik düzenini plan ve program yapmadan alel acele terk etmesi sonucu olabilecekleri hiç düşünmemişti.
Sadece siyasi çalışmaları yüzünden çok defa gittiği ve Ankara’ya yeni bir aşka tutulmuş delikanlı işvesiyle gideceğim diye ısrar etmesi ona göre heyecan vericiydi. Konuşmaları sırasında söyleyip duruyordu. Ankara’da zamanını geçirdiği günlerdeki, yemek sonrası dinlediği Saniye Can, Nezahat Bayram, Muzaffer Akgün, Muazzez Türüng’ün muhteşem türkülerini ve onların ihtişamlı yaşantılarını anlatıp duruyordu. Heyecandan normal zamanda hiç görmediğimiz ufacık gözleri kocaman açılıyordu.
Oysa onun konuşma dilini biz hiç anlamıyorduk. Çünkü o ana kadar okumak dışında, yerini yurdunu terk eden hiçbir aile yoktu. Üstelik el âlem bizim hayat seviyemize gelmek için çok çalışırken neden sonu nu bilmediği bir serüvene atılacaktı ki! Çok geçmeden bir hafta gibi bir sürede ani kararla apar topar kamyon kapıya yaklaşmıştı ve baharın kesat zamanında, işine yarayacak ne varsa hepsini arabaya yüklemişlerdi. Henüz ağaçların yeni uyandığı nisan ayının 4 ünde çekip gittiler. Artık Ankara’da çiftlik almıştı ve orada yaşayacaktı.
Henüz ne olduğunu dahi anlamaya fırsat bulamadığım ve çok ciddi sıkıntılar yaşamaya başladığım bir dönemim başlamıştı. Eğer gayret edipte bu imtihanı kazamazsam hayatım çok değişik bir yola devam edecekti.
Her şeyin tükendiği ve mevsimin yeni yeni sert havasının kırıldığı bir dönemde ümidimi yitirmeden ikmale kalmadan ve kardeşlerime de bakarak ve bana emanet edilen, ahırdaki onca hayvana ve onlarla ilgilenen işçilere de görevim gereği yemeklerini de yaparak bu okulu bitirmek zorundaydım. Ortaokul son sınıftaydım. Onca işin arasında fırsat buldukça şiir bulup okumaya çalışıyorum. Edebiyatı şiiri çok seven bir öğrenciydim. Sabahattin Ali’nin şiiri vardı.
Önde zeytin ağaçları
Arkasında yar.
Sene 1947 mevsim sonbahar.
Diye uzayıp giden mısralar. Sahi zeytin nasıl bir şeydi. Biz mis gibi çeçil peynirini bilirdik. Birde bu yar da neyin nesiydi. Bizim çiftliğe giderken uçurum vardı. Acaba o yarın bura da ne işi vardı.
Müzik öğretmenimiz sürekli görev veriyordu:
_<<’ Her akşam mutlaka oda müziği dinleyip, öbür derste bana düşüncelerinizi anlatacaksınız’>>.diye ödev verirdi.
Radyoyu dinlerdik, arkası yarın piyeslerini bilirdik. Ancak odanın müziği nasıl olurmuş, onu nasıl dinleyecektik. Gece boyu düşün dur. Sonunda dinlemeyi dinledik ama bizim yağsız kapının gıcırtısı gibi diyince müzik öğretmeninin rengi atmıştı.
Annemlerin gidişinden sonra, inatla ayakta kalarak, onca işin arasında ders çalışıp ortaokulu bitime sınavlarını başarıyla bitirmiştim. İkmale kalırım korkusunu yaşarken 1. olduğumu öğrenmiştim. Bu bende çok heyecan yaratmıştı ve baharda girdiğim Nene Hatun İlk öğretmen okuluna da aynı hızla başlayıp ve başarılı şekilde bitirip iyi bir öğretmen olmayı planlamıştım. Hatta kendimi öğretmen olmuş havasına kaptırıp bakmam için bana bırakılan ve beraber yaşadığım kardeşlerime okuma yazma öğretmeye başlamıştım bile. Çünkü kardeşlerimden birisi güz döneminde okula yeni başlayacaktı.
Evde yazı tahtası yoktu ama onunda kolayını bulmuştum. Bizim evimizin hemen yanında, İpek yolu döneminde yapılmış olan ve hala yıllara meydan okuyan kalenin eklentisi olarak 1637 yılında yapılmış olan hamam ve caminin binaları vardı. Kalede yaşayan askerler bu hamamı ve camiyi kullanırlarmış. Ve burada ayrıca zamanında yine kullanılan külliyeler varmış. İşte yarısı sağlam, yarısı harp olmuş tarihi eserlerin bazı bölümlerini yöre halkı olarak ihtiyaca göre kullanılırdı. Çoğu da bizim ve diğer akrabalarımızın denetimindeydi. Bu harap yapının bir odasında lavaş ekmeği pişirmek için tandır koyulmuştu. Sürekli tandırı ısıtmak ve ekmek pişirmek için, ateş yandığı için tüm duvarlarını is kaplamıştı. Tandır ekmeği piştikçe duvarları is kapladıkça bayram ederdik. Ne güzel taşlarla yazı yazınca kolay olacak diye.
Bu tarihi eserde ekmek pişirirken duvarların isle kaplaması bizim için tam bir yazı tahtası olmuştu. İlkokula başlamadan, ilk eğitimimizi buradan alırdık. Zorunlu bir olay değil de çocukça bir hevesti. Bir an önce okuma yazma isteği idi.
Bizden önce okuma yazma öğrenenler bize bu duvarlarda okuma yazma öğretmeye çalışırlardı. Okula başlayanlar hazırlıklı giderlerdi ve öğretmenlerimizde hiç sıkıntı çekemezlerdi. O yıllar kasaba da yaşayan halkta sayı olarak zaten fazla olmadığı için onların okula gidecek olan öğrencileri de ona göre olduğu için, bu tandır damında bu duvarlara yazı yazmadan okula başlanılmazdı. Çünkü koca yaz tatil, döneminde okulda olan herkes bu kale civarından ayrılmazlardı ve tandır damı aynı zamanda muhabbet yeriydi.
Kasabamızın bütün kızları genelde öğretmen veya hemşireydi. O zamanın şartlarına kızların buraları kazanıp okumaları en büyük ödüldü. Ailede bir okuyan oldu mu, sadece kendinin değil, tüm ailenin diğer çocuklarının da hayatı kurtulurdu. Bölge halkının en büyük özelliği aile içinde birliğe önem vermeleriydi. Tek lokma ekmek ve bir yudum suyu paylaşmaktan mutlu olurdular. Paylaşımsız ve vardı dünyada…
Ne çabuk okul yılları geçmişti. Bahar okul derken yaz mevsimine girmiştik. Bahçeler meyveleri ile bizi bekliyordu. Annemlerden hiç haber alamaz olmuştuk. Evde telefon olması önemli değildi. Çünkü onların evlerinde telefonları yoktu. Beni hiç mi merak etmemişlerdi. Kardeşlerime bakabiliyor muyum? Aç mıyız, susuz muyuz? .Bahar mevsimi her şeyin tükendiği kesat bir dönemdir. Evlerde yiyeceğin tükendiği, şişenin dibine vurması gibi olur. Artık son olan kuru baklagilleri de tüketmek üzereydik.
Aylar sonra babam evet babam gelecekti. Sevincimden ağlamaya başlamıştım. Bir gelse de onlar yokken nasıl zoru başardığımı anlatsam. Belki aferin derlerdi bana. Normal zamanda varlığımızın farkında bile olmazlardı. Ne ahırda ki hayvanlara, nede kardeşlerime hiçbir kötü şey olmamıştı. Kilerdeki ambarda sakladığım ipe dizli kuru patlıcanım vardı. Babama pişirmeliydim.
İpte kurutulmuş patlıcanı pişirmeyi pişirdim de, babamın geleceği yoktu. Acıktıkça kardeşim Fatih tencereyi açıp, ekmeğini suyuna bandırıp yemeğe çalışıyordu. Ben ise kızıyordum. Babam gelecekti ona pişirmiştim. Babamda 10 gün sonra geldi. Son kurumuş sebze yemeğimde tencerenin kapağının açarak koklaya koklaya bozuldu.
Evet, artık evlere sıra ile trafodan verilen elektrik verilmiyordu ama bu seferde soğutucu bir şey yoktu sadece aydınlatma için kullanıyorduk. Yine şansım vardı benim. Çünkü sadece sayılı evlerde olan ve süper lüks olan milan gazımız vardı.
Üstelik evimizde de çeşme vardı. Eller gibi başkasından kova kova suyu almadığım gibi, mahalleli değirmenin ve çarşı başınında ki pehlivan çeşmesinden almak yerine bizim eve sanki abone olmuşlardı. İşin yoksa birde onların çamurlarını temizle
Çayırlar biçilip, ekinler hasat edilmişti. Ben kışlık un, yarma ve bulguru hazırlamıştım. Eğer Öğretmen okuluna gitmezsem kışın kardeşlerime rahat rahat bakacağım diye seviniyordum. Yazın babam beni ve kardeşlerimi trenle Ankara’ya götürdü. Hayatımda bir iki kere cipe binmiştim. Çiftlikte kaldığımız dönemde de, dedemlerin kömür işlemesinin kamyonları geçerken okula getiriyorlardı. İmtihana girmek için bir kerede otobüse binmişken trene ilk defa biniyordum. Trenin çalan kalkış düdüğü içimi burkmuştu. Şansımızdan da tehirli olarak tam otuz altı saatte varmıştık Ankara’ya. Yol boyu trenin savrulan dumanı bende çok heyecan yaratmıştı.
O seneye kadar iki katlı bina olarak 2–3 yapı vardı. Bizim ve akrabaların oteli ve kiralık yeni evden başka birde en yüksek yer olarak camiyi görmüşken, Ankara ‘yı görünce dudaklarım uçuklamıştı. Değil binaların varlığı, gölgesi bile insanı eziyordu. Babam, buraları görünce gelmek için karar vermesi konusunda haklıymış. Vazgeçerim korkusuyla aniden şehrimiz terk etmişti. Kısa sürse de tatil, ben düşlediğim masalın içinde yaşıyordum. Fasulyelerimi, iyi ki çimlendirmişim beni nerelere kadar çıkardı. Ben nasıl inerim fasulye ağacımdan şimdi…
Kısa süren Ankara macerası bitmişti ve bal kabağının büyüsü bozulmuştu. Kaybolmuştu pırlantalarla süslü köşküm ve tacım. İlçeye geri dönmüştüm. Yine zorluk, yine hasret ve bitmeyen sıkıntılı bir dönem başlayacaktı. Birde ne göreyim öğretmen okulu giriş sınavını kazanmışım. Desene hayatım kurtulmuştu. Gidecektim Ankara gibi çok uzak olmasa da yinede gurbet sayılan bir adım ötedeki uzağa. Havalara uçuyordum.
Artık benim doğduğum bu şehirden ayrılma zamanım gelmişti. Öğretmen okuluna kayıt olmak için gün sayıyordum. Eğer ben gidersem benim sorumluluğumda olan kardeşlerime kim bakacaktı. Çok düşünüyordum. Ne haber geliyordu nede bir ses. Yine kalakalmıştım onca sıkıntılarla tek başıma. Onlara göre ne olacaktı yani. Ayakta kalmayı bilmem lazımdı. Bir ömür boyu ateşte bile sek sek oynadım ayakta kalacağım diye.
Kayıtlar yapıldı. Bir mukavva kutudan ibaret olan valizimi hazırlamış ve gün sayıyordum. Büyük bir mucize yine oldu. Zamanın Başbakanı Sayın Süleyman Demirel ziyaret için bölgeye gelmişti. Birde ne göreyim, babam da başbakanın heyeti ile gelmişti. İşte tamda yan yana duruyorlardı. Güreşlerin, maçların yapıldığı büyük harman yeri gibi olan yerde toplanmışlardı. Zaten siyasetle uğraşan babam Ankara’da da hiç boş durmamış ve buradan giden heyetle beraber görüşleri devam ediyormuş. Babam bize sürpriz yapmıştı.
Asıl büyük sürpriz ise sonradan oldu. Ortaokulu liseye çevirdiler. Artık liseye gitmek için kimse uzağa gitmeyecekti. Herkes sevinçten ağlıyordu. Büyük sıkıntılar sanki çözüme kavuşmuştu. Bütün öğrencilerin bir şansı daha olmuştu Askeri okul, hemşirelik, öğretmen okulu ile birde lise.
İlk başvuruyu ben yapmıştı. Çünkü Ankara’yı görmüştüm. Hani o şiirdeki yâr’i ben yeni bulmuştum. Ankara’ya âşık olmuştum. Koca binalar beni bekliyordu Tırmanmak için. Ankara’da okumalıydım ve masalımda mutlu olmalıydım. Daha sonra başka ilerde olan ve ortaokul sonrası bekleyen herkes liseye başlamıştı Koca koca ağabeylerle beraber aynı sıraları paylaşır olmuştuk.
Liseye devam etmekle hem kardeşlerime daha iyi bakabilmıştım, hem de, sansımı zorlamıştım. Bitmez sandığım, zorlukların karşısında taşın altında ezilir gibi ezildiğim lise yıllarımda çabuk geçmişti. Fırınlarda, tandırlarda ekmek pişir, okula git, eve bak, kardeşlerimi okutmak. Hepsi hepsi sırtımda yük olmuştu. Yinede hiç şikâyetim olmuyordu.
Ben okumalıydım, zoru başarmalıydım. Ankara hayali ile nasıl geldi geçti üç yıl farkında bile olamamıştım. Varlık içinde yokluğu yaşamıştım. Bir küçük çocukken taşıyabileceğimden daha fazla yük sırtıma vurulmuştu. Bütün onca çiyle rağmen derslerim çok iyiydi.
Lise yıllarında unutamadığım tek şey, sürekli işle uğraştığım için, ellerim çatlamıştı. Son sınıftayım ve artık zayıf çelimsiz kalan benime rağmen genç kızlık dönemindeyim. Lise bitirme sınavlarında öğretmenlerimiz yanımıza yaklaşınca ellerimi öğle görmesin diye sıranın gözüne koymuştum. Kopya çekiyorum diye hışımla gelmişti. Ama ellerim boş sıranın gözündeydi sadece. Masanın üstüne ellerimi koyunca yarılmış ve kanamış hallerini görmesi bende derin bir üzüntü yaratmıştı. Kırılan gururumu hiçbir şey telafi edememişti.
Lise bitirme sonuçları açıklanınca o zor şartlara rağmen birincilikle bitirdiğimi öğrenmiştim. Artık Ankara yolu açılmıştı bana. Ankara, Ankara’nın adı bile kalbimde heyecan yaratıyordu. Ben Anakara’ya babam gibi aşık olmuştum. Babam haklıydı cesareti kırılırsa gidemem diye ansızın çekip gitmekle.
Kanarya sarısı renkte giyilmekten üstü tiftiklenmiş ve ortaokul birinci sınıfta alınmış olan bu mantom sırtımda, henüz babamın yeni aldığı dört köşe şeklindeki saatim kolumda, birde kırmız bavulum elimde kendimi en iyi bir üniversitenin kapısında buldum.
Ben solmuş tiftiklenmiş mantomla, çiçekli divitin elbisemle, başımın her iki tarafına sarkan örgülü saçlarımla koca binaların gölgesinde kaybolarak okula başlamıştım. Ben buraya nereden düşmüştüm. Kızların eteklerinin boyu on beş santimdi. Çizmelerine ve ayakkabılarına da apartman topuk deniyordu. Düşün dur, bak dur…
Oysa ben bendim. Oda müziğini tam bilmiyordum, ama iyi inek sağıyordum. Yemekten anlıyordum. Urus’ları sevmiyordum. Çelimsiz görünsem de mangal gibi yüreğim vardı. Ne çok zoru başarmıştım. Artık ben çocuk erişkindim.
Alışık değildim başkentin ışıl ışıl caddelerine. O kadar çok insan kalabalığına. Geceler benim şehrimin gecelerine benzemiyordu. Ankara’nın Bayramları da bir başkaydı. Bizim oralarda bayram denince hep uzun odun sopalara tutturulmuş teneke kutuların içinde yanan ve askerlerin elinde taşıdığı meşaleler gelir aklıma. Birde üstünde süslü üniformalarıyla askerleri ve komutanları taşıyan ve çok iri yapılarıyla atlar ile yük katırları gelir aklıma. Dizilirlerdi saf saf ve dans eder gibi resmigeçit töreninde boy gösterirlerdi. Atlar, katırlar, nal esleri, sokaklarda belediye duyurularını duyurmak için elindeki okul zilinden daha büyük zili sürekli çalıp, sesi kesilene kadar bağıran tellal amcayı, faytonları bilirdim hep.
Artık masallarda duyduğum ve hayalini kurduğum düşlerime kavuşmuştum. Yeter ki insan istesin başaramayacağı zor yoktur. Gökyüzünün en uzak noktasındaki karanlık noktaya fasulye ağacımın dallarına tırmanarak ulaşmıştım. Aydınlığa az kalmıştı. Yeter ki az daha sabredeyim.
Evimiz merkeze uzak olduğu için, üniversiteyi bitirene kadar yurtta kaldım. Okul yurt ve sayısız tanımadığım arkadaşlarım olmuştu. Zaten herkesin saatinde ya kırmızı yasa mavi şerit vardı yıllar önce ve kimi (ş) harfini, kimi ( ç )harfini orak ve çekice benzetiyordu Kimimiz de saman saplarından bozkurt resminin tablolarını yapıyorduk Üniversitede yolu düşenlerin grupları taaa o yıllarda belliydi.
Yurt kaldığımda oda arkadaşım Uzunköprülüydü. Geceleri onun hiç uyumadığını görmüştüm. Sonra öğrendim ki doğuda yaşayanlarla ilgili çok yanlış şeyler öğrenmiş. Meğersem ne çok zalimmişiz de haberimiz yokmuş. Duyunca kanım donmuştu. İnsanı fıçıya koyup, her tarafı çivilerle kaplı topuzlarla öldürüyormuşuz…
Üzülmüştüm ama sonra da ne iyi arkadaşı olmuştum. Üniversiteye başladığımda birden bire ülkeyi kurtarmaya başlamıştım. Bu bizim Urus’lar burayı da karıştırıyorlardı. Başkentin koca caddelerinde hep yazıyordu ki ‘Ülkemizin en büyük düşmanı kominizimdir’ diye.
Bütün öğrenciler mutlaka bir safta yer alırlardı. Ama en önemli şey ülkeyi nasıl kurtarırız diye mücadele etmekti. Peşkeş çekmek satmak gibi konular yoktu. Kısa bir süre sonra tarihe damgasını vuran idamlar ve arkası kesilmeyen olaylar olmuştu. Bu ateş ülkenin her tarafına dalga dalga yayılıyordu. Ben henüz lisedeyken alevli yılların başlamasından önce çok sevdiğimiz ailenin oğlu babasını vurarak tek kurşunla öldürmüştü. Siyasi çekişmelerin aile içine sızması da o zamandan başlamıştı.
Ateşten bir topun içinde kıvranıp durduk Herkes kendi tarafının haklı olduğunu sanıyordu. Ne aşklar vardı karşı gruptan diye yüz verilmeyen, ne ocaklar vardı sönen…
Okul bittince sandık ki bu kavgalarda bitecekti. Ne mümkün bitmesi ihtilalleri yaşadık. Ardı gelmeyen sorgulamaları, işkenceleri tanıdı bu ülkenin çocukları. Zindanlarda atılan çığlıklardan sağır kör duvarlar dile geldi isyan etti.
İhtilal olunca iş yerimizden koşarak evdeki bütün kitapları sobalarda, yetmedi banyo kazanlarında yakmıştık. Oysa güz vaktiydi ve sobalarda kurulu değildi. Ama olsun banyo kazanları yetmeyince teneke sobalar da kurulmuştu. Bütün çevre evlerde dahil bacalar tütüyordu galiba zemheri ayı mı gelmişti de gürül gürül sobalar yanıyordu.
Ani baskınlarda kitaplar ele geçerse sorgusuz sualsiz doğru içeri. Artık çıkar mısın çıkmaz mısın orasını bilemem.Soba mı kurulu olur evde ya da soğuk diye duman mı tüter. Oysa yanan kitaplar değildi, beyinlerdi, düşüncelerdi. Zaten okul yıllarında ardı gelmeyen gece baskınlarında alışıktık okuduğumuz kitapları yurt civarındaki bahçelere fırlatmaya, kalorifer kazanlarına atmaya. Şimdi de evlerimizde yakıyorduk.
Sahi hala merak ediyorum sağdı veya soldu, herkes birbirine düşmandı veya düşman ettiler. Sola devlette düşmandı ve sağ da devletçiydi. Polisler kol kola geziyorlardı. İhtilal olunca neden folluktan yumurta toplar gibi tek tek herkesi evinde bulup içeri tıktılar. Herkes aynı işkenceyi çekti. Offffffffffffffffffff…Ülkeyi sevmenin bedeli çok ağır olmuştu.
Şimdi hepimiz yaşlandık, ömrümüzün son demi, sonbaharındayız. Saf Anadolu çocuğu olarak ülkeyi kurtarmak isterken, ülkeyi kasıp kavuran fırtınaya yol vermiştik.
Az gittik uz gittik derken birde baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim Öldüğümüzle kırıldığımızla kaldık. Bizden sonrakilerde ne yapıyorlar, işte ortada. Sadece ilkokulda yediğim Amerikan yardım paketinden çıkan sabuna benzeyen yağların ve süttozlarının acısı hala midemi bulandırıyor. Başkentin sokaklarındaki tabelalarda yok artık. Sadece dedemlerin duvarda asılı olan bilmem kaç yerinden darbe almış kılıç ile kaması miras olarak kaldı. Katledilenlerin kanlarının üstünde kardelenler kimbilir kaç bahardır açtı. Unutturulmaya çalışılıyorlar. Dünün azılı düşmanlarıyla yağlı ballı olduk. Urus’lar da, bize yardım paketini gönderenlerde yerlerinde mesut bahtiyar yaşıyorlar. Üstelik oradan bizi yönetiyorlar.
Katliamın şekli ve yeri değişti sadece. Ölen öldüğü ile kaldı.
Yağmur yağdı yarıklar kapandı…
17 Temmuz 2009
Ümran özlük