- 1414 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İKİ KANLININ HİKÂYESİ
Dinlerin ve kardeşliğin ana rahmi Anadolu’nun küçük Silvan kasabasında her sene “Ser-i Gülan” (güllerin başı) adı verdikleri baharın birinci gününü kutlamak üzere yöre halkı ekşi dolmalar, acılı çiğ köfteler, koyun postlarında çalkalanan ayranlar hazırlayarak tarihi yeşil Malabadi Köprüsü etrafında toplanıp baharın gelişini büyük bir mutlulukla kutlarlardı. Odun ateşi üzerinde pişirilen içi bulgur pilavı dolu kuzuların rüzgârla karışan kokuları insanı doyurmaya yeterdi. Hele tarihi Malabadi Köprüsü üzerinde, baharın, kırmızı topraklarını elvan çiçeklerine büründüren Silvan’ı seyretmek baharın insanlara verdiği çok özel bir mutluluktu. Herkesin güneşten kararmış yüzünde Ser-i Gülan’da bir araya gelmenin sevinci damlarken, beş ay önce toprak kavgası yüzünden çıkan kavgada babasını kaybeden Mehmet’in üzüntüsü kara gözlerinden okunuyordu. Belli ki babasının o gün orada olmayışı onu çok üzmüştü. O anda kanlısının oğlu Hasan’ın Malabadi’den Silvan’ı manidar bakışlarla seyrettiğini görünce:
—Babamın intikamını almak için vakit bu vakit. Onu Malabadi’den atacağım.
Diye. Mehmet kin dolu yüreği ve öfkeden kan kırmızıya bürünen gözleri ile koşar adımlarla köprünün kenarında kendisine sırtı dönük olan Hasan’ı, vücudunun verdiği tüm kuvvetiyle köprüden itip hemen oradan kaçtı. Hasan sulara çarpan “anne” diye haykırışları ile tüm yöre halkının gözleri önünde Malabadi’nin insanı ürküten derin sularında kayboldu. Kimse cesaret edipte onu kurtaramadı. O gün Ser-i Gülan’ın verdiği mutluluk, yerini gözyaşlarıyla dolup taşan hüzne bırakmıştı. Özel olarak çağırılan dalgıçlar Malabadi suyunda yaptıkları uzun aramalar sonunda ne yazık ki Hasan’ın cesedini bulamamışlardı. Dalgıçlar cesedin büyük bir ihtimalle akıntıya kapılarak Dicle nehrine karıştığını ve bu yüzden cesedi bulmanın mümkün olmadığını söylüyorlardı. Hasan’ın cesedinin bulanamayışı ailesine acı üstüne acı katmıştı. Mehmet olaydan hemen iki gün sonra emniyet müdürlüğüne teslim olarak suçunu itiraf etmiş ve çıkarıldığı mahkemede yirmi yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Bu kan davasında galip olan yine kötülüktü. Ailenin biri evladını kaybederken diğeri de evladını hapishaneye yollamıştı.
Saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları ve aylar da yılları kovalamıştı. Mehmet yirmi yıllık hapis cezasını çekerek özgürlüğüne kavuşmuştu. Mehmet, beyaz kanatları kanatılmış tutsak bir güvercinin özgürlüğüne kavuşmasının verdiği mutluluğun o doyumsuz zevkini yaşıyordu. Özgürlüğüm ona verdiği mutluluğu hiçbir lisanla kaleme alamaz ve çizemezdi. Evine giden taşlı yollarda özgürlüğünün sevincini yaşarken aniden yirmi yıl önce on altı yaşındaki Hasan’ın yaşama özgürlüğünü elinden nasıl da acımasızca aldığını hatırladı. Gözleri dolu doluydu. Yaptığından gerçekten de pişmandı. İçinden uzun bir ahhhhh çekerek:
—Keşke bu caniliği yapmasaydım.
Diye ahlar vahlar çekti. Ama ahlarla ve vahlarla dolu keşkeler artık fayda etmiyordu. Çünkü son pişmanlık Hasan’ı geri getiremezdi. Ama yaptığından pişman olması da güzel bir şeydi.
Tohumların tomurcuklandığı, çiçeklerin açtığı, baharın ilk gününde bir Ser-i Gülan daha başlamıştı. Yöre halkı yine her Ser-i Gülan olduğu gibi bu Ser-i Gülan’da da çeşitli yemekler yaparak Malabadi Köprüsü’nün etrafında büyük bir sevinçle baharın birinci gününü kutluyorlardı. Ama Mehmet yine hüzünlü ve kederliydi. Bu sefer gözlerinden damlayan hüznünün nedeni babası değil canına kıydığı Hasan’dı. Malabadi köprüsüne her baktığında Hasan’ı hatırlıyor ve büyük bir vicdan azabı çekiyordu. Mehmet başını önüne eğerek ağır adımlarla Malabadi Köprüsü’ne çıkıp
—Ben artık bu vicdan azabı ile yaşayamam. Allah’ım ne olursun beni affet
Diyerek köprüden atladı. Kimse korkudan Malabadi’nin deli sularına girip o çılgın suda az önce kaybolan Mehmet’i kurtaramıyordu. Çünkü yöre halkına göre o suya girmek büyük bir delilikti. Derken suda kaybolan Mehmet’i izleyen insan kalabalığını yaran bir delikanlı hemen Malabadi’nin deli sularına atlayarak gök mavisi kızgın sularda kayboldu. İnsanlar büyük bir şaşkınlık içinde “ölümünü göze alıp Mehmet’i kurtarmak için o derin sulara giren kim” diye birbirlerine sorup duruyorlardı. Kalabalık içinden
—Mehmet’i kurtardı. Mehmet’i kurtardı.
Diye biri bağırınca insanlar su kenarında vücudu buz kesilen ve yarı baygın şekilde yatan Mehmet’in başına toplanmışlardı. Ona ilk müdahaleyi yapan yine o delikanlı oldu. Mehmet’in amcası bir şaşkınlık içinde bir Mehmet’e bakıyor ve bir de yeğenini kurtaran o delikanlıya bakıyordu. O delikanlıyı bir yerden tanıyordu ama tam olarak çıkaramıyordu. Sonunda dayanamayarak
—Sen kimsin kimlerdensin evladım?
—Benim kim olduğum önemli değil.
—Peki, neden bu deliliği yapıp Mehmet’i kurtarmak için o suya girdin? Sen de boğulabilirdin. —Yaratan’ın yarattığı canı Yaratan’dan başkası alamaz. Eğer o ölseydi kendine kötülük yapmış olur ve bunun cezasını Allah huzurunda verirdi. Ve ben de benim yüzümden intihar eden Mehmet’in yüzünden derin bir vicdan azabı çekecektim
Diyerek Mehmet’in gördü ve hemen oradan uzaklaştı. Mehmet’in amcası delikanlının konuşmalarından bir anlam çıkaramamıştı. Hele delikanlının son cümlesi, amcasının beyninde, çözülmesi zor sorular bırakmıştı. Mehmet onu kurtaran delikanlının kim olduğunu çok merak ediyordu. Ona bir can ve de teşekkür borçluydu. Ama bir türlü onu o günden sonra bulamamıştı.
Akşam evine dönen delikanlı olup biteni ailesine anlatınca. Delikanlının annesi kızgın bir şekilde
—Neden onu kurtardın oğlum. O seni yirmi yıl önce ölmen için Malabadi’den atmıştı. Ama Allah’a şükür sen çok iyi bir yüzücü olduğun için boğulmamıştın. Biliyorsun baban Mehmet’in babasını öldürmedi. Babası babanla tartıştığı sırada kalp krizi geçirerek ölmüştü. Sonra baban suçsuz yere hapishaneye girip orada öldü. Keşke İstanbul’dan gelmeseydin. Seni baban gibi kaybetmekten çok korkuyorum oğlum.
—Anne o an onu kurtarmasaydım Allah bana bunun hesabını sorardı. Bana kötülük yapana ben de onu kurtarmayarak kötülük yapsaydım eğer, ondan hiçbir farkım kalmazdı.
Annesi yaşlı gözlerle oğluna sarılarak
—Benim yufka yürekli merhametli Hasan’ım İnşallah Allah gönlüne göre verir. Sabah erkenden İstanbul’a işine dön ki seni evde görenler bu kim diye bana sormasınlar. Aslında yüzün değiştiği için seni tanımazlar ama yine de sen buralardan git oğlum. Belki senin Hasan olduğunu anlayıp seni öldürmek isterler.
—Tamam anne
Hasan baharın güzelliklerini içinde taşıyan yüreğiyle, sabahın erken saatinde İstanbul’a hareket eden trenle, arkasında koca bir sır bırakarak gitti ve hiçbir zaman doğduğu Silvan topraklarına gelmedi. Oğlunun hasretine dayanamayan annesi de Hasan’ın gidişinden beş yıl sonra İstanbul’a taşındı.
SERHAT PARLAK
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.