TÜRKÇENİN SAHİPSİZLİĞİ
Bazı konular vardır, işlene işlene kabak tadı verir. Türkçe, Türkçe’nin yanlış kullanımı konusunda yazmak da öyle oldu. Her şeye rağmen yazmak istedim bu konuyu. Eskilerin biraz Arapça biraz Türkçe’yle harmanlayıp söyledikleri güzel bir söz var: E’t-tekrar-u ahsen velevkane yüz seksen. ‘Güzel şeyi yüz seksen kez olsa da tekrar etmek güzeldir.’ Biraz da bu sözden cesaret aldığımı söylemliyim.
Aklımızdan çok gönlümüzle yaşadığımız çağlarımız olur bizim; fikirlerimizi din edindiğimiz, onlar uğruna dövüştüğümüz, savaştığımız; hatta öldüğümüz… Elbette insanoğlu için ölünecek şeyler de vardır; ama bunların neler olduğunu iyi düşünmek, iyi seçmek lazım. İnançlarımızı, siyasi görüşlerimizi, menfaatlerimizi hayatımızın merkezine oturttuğumuz zaman düşünce gücümüzü yok etmiş, onu öldürmüş oluruz. Elbette ‘gönül’ü inkâr edecek değilim; ama her şeyi ona teslim etmek gibi bir garabete de düşmek istemiyorum. Ben hep bu iki kutbun; yani aklın ve gönlün ortak noktasını arayan bir insanım. Bilgi dediğimiz şey bu ikisinin kaynaşmasından başka bir şey değildir bence. Her şey sevmekle başlar mutlaka; ama sevmekle her şey hallolmuyor.
Okuduklarıma, dinlediklerime ve şahit olduklarıma dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, dil konusunda çok ciddi yanlışlarımız, yanılgılarımız var. Dili kullanan herkesin dil konusunda konuşma hakkı olduğu düşünülüyor; oysa bir şeyi kullanmak başka, onun yapısını, işleyişini, mantığını bilmek başka bir şeydir. Başkalarının işine karışmayı, bilgiçlik taslamayı kendi işimizi unutacak kadar seviyoruz. Hiç kimse kalkıp da fen bilimleri hakkında ahkâm kesmiyor; ama dil ve tarihe gelince herkes dilci, tarihçi kesiliveriyor. Bu konuda konuşanların kötü niyetli olduğunu ileri sürmek gibi bir nezaketsizliğin içinde olmadığımı söylemeliyim; ancak bilimde iyi niyetin pek işe yaramadığını da söylemeden geçemeyeceğim. Şurada burada, kahve muhabbeti seviyesinde dili tartışanlara bir sözüm yok aslında. Benim asıl üzüldüğüm nokta dil konusunda tahsil görmüş insanların kamplaşmasıdır. ‘Yaşayan Türkçe, Öz Türkçe’ gibi kavramların ortaya atılması ve bunların etrafında çok ateşli tartışmaların yaşanması oldukça hazin bir durumdur. Çeşitli kurumlar tarafından bazı kitaplara ‘Dil Ödülü’ adı altında ödüller verilmesi de bir başka garabettir. Resim dalında dünyanın herhangi bir ülkesinde ‘Renk Ödülü veya Kaliteli Boya Ödülü’ diye bir ödül var mıdır bilmiyorum; ama bu mantıkla mutlaka olmalı, diye düşünüyorum.
Biz oturmuş sıradan, incir çekirdeğini doldurmayacak basitliklerle uğraşırken batı dilleri dilimizi istila etmeye devam ediyor. ‘Hiper, shop, mega, in, out’ vs. kelimeler en ücra köylerde bile kullanılır oldu. Oysa bu kelimelerin dilimizde bir değil birkaç karşılığı var. Geçen yıl Lüleburgaz’da pazarda dolaşıyorum. Önümde orta yaşta karı-koca oldukları belli bir kadınla bir adam yürüyordu. Kadın eşine dedi ki: ‘Gel şu dükkâna girelim, süeter bakacağım’. Adam sert bir sesle: ‘Ne süeteri be hanım, şuna kazak desene!’ diye çıkıştı. Hayatımda duyduğum en güzel sözdü bu. Keşke herkes bu kadar şuurlu, bu kadar titiz olsa dilimiz hakkında.
Özel radyoları, televizyonları dil şuurundan mahrum bir sürü sunucu istila etti. Türkçe’nin başını gözünü yara yara konuşmaları yetmiyormuş gibi, bir de farklı aksanlarla konuşuyorlar. Öyle ki, ilk anda Türkçe konuşmuyorlar zannına kapılıyorsunuz. Neden sonra Türkçe konuştuklarını fark ediyorsunuz. Türkiye’de her şey için sınav yapılıyor, her şey için tahsil, diploma, yeterlilik belgesi isteniyor. Ne yazık ki sunuculuk için hiçbir şey istenmiyor. Yerel yayın kuruluşları az paraya gençleri kullanırken, daha büyük yayın kuruluşları da yüksek paralarla dili kullanmanın dışında her türlü özelliğe (!) sahip olan bir takım insanları kullanıyorlar. Mesela, yapmiycam, demiycam, gibi bir telaffuz, bırakın yazı dilinde, hangi ağızda var? Çok ciddi bir kanalda sunucu soruyor şarkıcıya: ‘baban kaç yaşında öldü?’. Şarkıcı önce babasının ölüm yaşını söylüyor. Sunucu hemen düzeltiyor: ‘Yani sen kaç yaşındaydın, demek istemiştim’. Sunucunun dediğini kulağı duymuyor galiba! Haberlerde. ‘Meteoroloji İstanbul’a yağmur yağacağı uyarısında bulundu’ Kim kimi uyarıyor belli mi sizce? ‘Totti maça damga vurdu’ diyor spor sunucusu; acaba Totti maça hangi damgayı vurdu? ‘Sürekli insanlar beni seviyor’ diyor sanatçı, süreksizler sevmiyor demek ki! ‘Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda yer yerinden inliyor’ diyor bir başka sunucu. Aynı sunucu yüzde yüzlük golün kaçtığını söylüyor. Bizim futbolcularımız golleri yüzde yüz birde mi atıyorlar acaba? Bir başka maçta sahada oynayan oyuncuyu tanıtan sunucu: ‘Fatih Fenerbahçe’de oynayan Ümit’in erkek kardeşidir’(*) diyor. Sanıyorum Fatih’in erkek olduğunu seyircilerin bilmediğini sanıyor. Bunlar ilk aklıma gelen hatalar, oysa o kadar hata yapılıyor ve biz bunlara öylesine alışmışız ki, artık hatanın nerede olduğunu anlayamaz hale gelmişiz.
Anlatım bozukluklarının bir başka çeşidi de insanların kendi kültürlerine yabancı kalmalarından kaynaklanıyor. Çanakkale şehitlerini anma günlerinde TV ve gazetelerde: ‘Türk ve İngiliz şehitler ziyaret edildi, Yeni Zelandalılar şehitlerine dua ettiler.’ gibi haberler duyar, okursunuz. Şehitlik İslamî bir kavramdır, dolayısıyla şehitlik Müslümanlar için söz konusudur, gayrı Müslimler için kullanılamaz. Yine ‘Allah rahmet eylesin’ deyimi Müslümanlar için kullanılır, gayrı Müslimler içinse ‘toprağı bol olsun’ deyimi kullanılır. Gazetelerde bir haber: ‘ABD’ de savaş karşıtı on binlerce kişi yürüyüş yaptı. Aralarında ünlü sanatçılar ve Irak’ta savaşmış ‘Gaziler’ var.’ Daha geçen gün bir televizyonda ana haber bülteninde sunucu: ‘ABD’de 254 milyon dolarlık loto ikramiyesi II. Dünya Savaşı gazisine çıktı’ diye bir haber verdi.(**) Gazilik Müslümanlara has bir kavramdır. Gazi Osman Paşa, Gazi Mustafa Kemal Paşa gibi. Burada sözü geçen son gaziyle Kurtuluş Savaşında savaşan Yunan komutan Gazi Trikopis Paşa mıydı acaba(!) Yabancı bir kültürde böyle bir unvana rastlamanız mümkün değildir. Bu kavramları Müslüman olmayanlar için kullanmak doğru değildir. Böyle kelimeler ayrımcılık değil farklılık ifade ederler; ayrımcılık başka bir şeydir. Farklılığınızı ortaya koymadığınız zaman karşınızdakiyle aynı kefede olmazsınız; aksine, kişiliksiz, kimliksiz garip bir şey durumuna düşersiniz.
Bütün bu olumsuz örneklerin sebep değil sonuç olduğunu ve bu şekilde konuşanları, dili bu kadar özensiz kullananları suçlamadığımı belirtmeliyim. Sebeplerden ziyade sonuçlar üzerinde durulması bize bir fayda vermez. Bu örnekleri vermemin sebebi o insanları suçlamak değil, bir durumu tespit etmektir.
Dilin içinde bulunduğu durumla ilgili yeterli çalışmaların yapılmadığını düşünüyorum. Dahası bu çalışmaları kimin veya kimlerin; hangi kurumların yapacağı hususunda da birleştiğimiz yok. TDK ile bu işin yürümediği ve yürümeyeceği de gün gibi aşikâr; çünkü bu kurum her zaman birilerinin kozlarını paylaştığı bir arena oldu. Devletin, dolayısıyla siyasilerin, elinde olan bir kurumun dil ile ilgili çalışmalar yapması, mensubu kişilerin devlet memuru statüsünde bulunması sebebiyle mümkün görünmüyor. (Bir zamanlar TRT’Yi hatırlayın. İktidarların ilk icraatı genel müdürü değiştirmek; genel müdürlerin de ilk icraatı kendi dönemlerinde TRT’de kullanılacak ve kullanılamayacak kelimelerin listesini ana haber bültenlerinde ilan etmekti.) TDK dernekler yasasına bağlı bir kuruluştur. Yani Türk Dilini Sevenler Derneği gibi bir şey… TTK ile birleşmiş olması bu durumu değiştirmez. Her şeyden önce özerk değil. Milli bir politikası yok. Durum böyle olunca yaptığı işler de birileri tarafından ciddiye alınmıyor. Düşünebiliyor musunuz, bir kelimeyi bulabilmek için birkaç sözlük karıştırmak; imlâsını öğrenmek için birbirinden farklı birkaç ‘yazım kılavuzu’na bakmak zorundasınız. Oysa imlâ bir dilin temel meselesidir. Onu halletmeden karışıklığı ortadan kaldırmak mümkün değildir. İmla bir kurallar manzumesidir, dilin özüyle, yapısıyla ilgili değildir. Bunun için çok şey bilmeye lüzum yoktur; ‘şu şartlar altında bu kelime bitişik veya ayrı yazılır’ dersin olur biter. Mesela bir nesne adı olan bir veya birden çok kelime bitişik yazılır, diye bir kural koyarsın ve uygularsın. Koyduğun kuralın doğruluğu yanlışlığı dilin kullanışına hizmet edip etmemesiyle ölçülür; kullanılışlı olup olmamasıyla değil. Birisi çıkıp ‘şapkaları kaldırdık’ diyor. Kim bu adamlar, nasıl ve kim adına karar veriyorlar? Başka milletler çok zor olduğu halde neden bazı şekillerden vazgeçmiyorlar? Japonların, Çinlilerin yazısı çok basit ve kullanışlı mı? İngiliz ‘one’ yazıp neden ‘van’ diye seslendiriyor; ‘van’ diye yazması daha kolay ve mantıklı değil mi? Neden diğer Türk devletleriyle alfabe birliğini tesis edemedik? Birkaç harf yüzünden değil mi? Bence şapkayı kaldırmayalım, onu önümüze koyup düşünelim, olmaz mı?
Yirmi küsur yıldır dil hususunda yapılan çalışmalara, yazılan yazılara baktığımız zaman, şu veya bu şekilde yapılan dayatmaların, inatlaşmaların, bir bakıma polisiye tedbirlerin öne çıktığını görüyoruz. Yapılan dil yanlışları üzerinde durup bu yanlışları yapanlara kızmaktan, onları kınamaktan başka bir şey yapmıyoruz. Dil inzibatlığı yapanların çoğu bunun sonuç olduğunu, hata yapanlara değil, bu hataları yapmalarının sebeplerine bakılması gerektiğini unutuyorlar. Dil yanlışlıkları bilgisizlikten değil, dil şuurunun gelişmemesinden kaynaklanıyor. Bu şuurdan mahrum bir genç, elbette ‘oha oldum, falan oldum, şekil yaptım’ diye konuşur. Bu şuuru öğretmenler kazandırır. Türkçe müfredatında ‘Her öğretmen her şeyden önce Türkçe öğretmenidir’ ifadesi çok isabetli bir düşünceyi dile getiriyor. O cümleyi oraya koyanın elini öpmek lazım. Ben bu cümlenin bütün ders müfredatlarının ilk cümlesi olmasını teklif ediyorum yetkililere. Ola ki bunu dikkate alanlar olur. Verdiğimiz dersler ayrı olabilir; ama dil hepimizindir. Dil gönlümüzdür, dünyayla kurduğumuz en canlı bağımızdır. Bu yönüyle kutsaldır, ihtimam ister, dikkat ister. Bundan mahrum bir insan nasıl düşünür, nasıl fikir geliştirir? Gençlere örnek olursak, onlara edebi değeri yüksek, gerçek sanatkârlarca yazılmış eserler okutursak dil şuurunu geliştirmelerine en büyük katkıyı yapmış oluruz.
Bütün bu söylediklerimizin üzerine dil ve edebiyat eğitimimiz hakkında da birkaç şey söylemeliyim. Lisede okutulan kitaplara bakın, tam bir facia! Özensiz seçilmiş, edebi zevkten mahrum örnek metinler, laf olsun diye hazırlanmış -çoğu ilkokul seviyesinde- sorular; yarısı alınmış şiirler, roman özetleri ve yazarlar hakkında birkaç satırlık yazıyla edebiyatı, Türkçeyi sevdirmeye çalışıyoruz. Bir yazarın en önemsiz eserinden, bir şairin hiç duyulmamış ve en kalitesiz şiirinden örnekler alınıyor. Öğretmen ve öğrenci bir yığın lüzumsuz teferruatın içine itiliyor. Şekiller, türler, muhteva unsurları, edebiyat tarihi vs. hepsi bir arada verilmeye çalışılıyor. Kitaplarda bir yığın bilgi ve dil hatası var. Öğretmen bütün bunları öğrencilerine anlatmakta zorluklarla karşılaşıyor. Edebiyat ders kitabı içinde güzel örnekler bulunması gereken bir kitaptır. Kitaplar hazırlanırken öğrencilerin kelime hazinelerini geliştirmek, dili öğretmek esas olmalıdır. İlla ki güncel yazar, illa ki yeni edebiyattan olsun düşüncesiyle kitap hazırlanmaz. Bunu yapabilmek için de her türlü küçük hesaptan, her türlü bağdan kurtulmak, tam anlamıyla ‘bilimsel’ düşünmek ve edebî değeri olan eserlerin bütün çağlar için güncel olduğunu unutmamak şarttır.
Dilbilgisi hususunda da bir sürü problemimiz var. Her öğretmen konuları üniversitede öğrendiği gibi anlatıyor. Takısız isim tamlaması var mı yok mu? Zincirleme, karma isim tamlaması var mı yok mu? Tümleçleri nasıl isimlendireceğiz? Unvan grubuyla birleşik isim grubu aynı şey midir? Biri zarf tümleci derken öbürü edat tümleci diyor; birileri isim, sıfat, zamir, zarf, sıfat fiil derken, diğerleri ad, ön ad, adıl, belirteç, ortaç vs. diyor. Neden bir dilbilgisi terminolojimiz yok? İnternetten paragraf konusuyla ilgili bir doküman indirdim; toplam altı sayfalık bir metin bu. Hazırlayan adam tam 85 (seksen beş) kavram çıkarmış, öğrencilere bu konuyu iyi anlayabilmeleri için bu kavramları öğrenmeye üç dört saat ayırmalarını tavsiye ediyor(!) Bunu da gülümseyerek () belirtiyor! Bu ne mantık böyle? Amaç yeni kavramlar, yeni konular üretmek değil, öğrencimize Türkçe’nin güzelliklerini, sağlam ve mantıklı yapısını kavratmak olmalıdır. Oysa biz bu kadar teferruatla öğrencimizi korkutmaktan, onu bu dersten soğutmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Bir yazıdan aldığım cümleye bakınız: ‘Devingen dizgeler (dinamik sistemler) arasındaki her türlü iletişimi (haberleşmeyi) ve denetimi (kontrolü) sağlayan durağan / biçimsel dizgelere (statik/formel sistemlere), türüne ve düzeyine bakmaksızın en geniş anlamıyla dil (langage) diyoruz.’ (***) Bu nasıl Türkçe’dir ki cümlenin yarısından fazlası parantez içinde!
Ne yazık ki benim güzel dilim sahipsiz kalmış. Adı Türkçe dükkân yok şehirlerimde. Yabancı bir diyarda gezer gibi geziyorum kendi memleketimde. Çocuklarım birbirlerine yabancı isimlerle hitap ediyor. Şiir defterlerinde, hatıra defterlerinde ‘seni seviyorum’ çoktan kovulmuş; onun tahtında ‘I love you’ kurumlu kurumlu oturuyor. Herkes Ti Vi diyor, Be Em We diyor, Ti aR diyor. Arabası olanlar depoları fulleyip dolduruyorlar, sonra da ya üç saat yol, ya da bir saatte iki Çorlu yapıyorlar(!) Sanatçılarımız konser vermiyor, performans yapıyorlar. Ne diyeyim dostlar? Vay benim garip Türkçem!
Sözlerime bir Türkçe aşığının sözleriyle bitirmek istiyorum:
‘Ben Divan şiirinin gazelleriyle mest oldum. Fakat sevgili İzmir’imin, ismini yâd ettikçe ciğerimi sızlatan sevgili İzmir’in; İki Çeşmelik kızının incir işlediği esnada okuduğu Türkçe şarkıya da mest oldum. Ben, o sevgiliyi atlas şalvarıyla, başının üzerinde altın işlenmiş takyesi ile gördüm. Ben onu perişan gönüllü şairin:
“O gül endâm bir al şâle bürünsün yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün”
Beytinde olduğu gibi, bir al şala sarılıp büründüğünü görerek de sevdim…” (***)
çınar39
(*) Cümledeki isimler değiştirilmiştir.
(**) Star TV, Ana Heber Bülteni, 30.01.2007
(***) Dr. Efrasiyap GEMALMAZ
(****) Halit Ziya UŞAKLIGİL
YORUMLAR
Sayın ÇINAR,
Önce; "TÜRKÇENİN SAHİPSİZLİĞİ" başlıklı, mükemmel yazınıza iki değerli yorum yapılmış. Bu duruma çok üzüldüğümü belirtmek isterim, efendim. Zira; sayfanıza girmeden önce, muazzam bir yorum yağmuruyla karşılaşacağımı düşünüyordum.
'Örnek teşkil edecek şiir ve yazılar yazarak, paylaşımlarımızı çoğaltmakta fayda var' inancımızla; elimizden gelen itinayı göstermemize rağmen, belirgin bir mesafe kat edemeyişimiz ayrı bir üzüntü kaynağı olmakta, efendim.
Güzel Türkçemiz açısından, okumakta olduğumuz bazı yorumları endişe verici olarak görmekteyiz. Hele ki; imla hataları!.. Kahroluyorum.
Değerlerimizin altüst olmasına sebep olan hal ve gidişatın neler olduğunu ya da olabileceğini gayet iyi bildiğinize inanıyorum.
Çoğu günümüz gençlerinin, eğitim aldığı öğretmenleriyle olan aşırı samimi tutumlarının, saygı anlayışımızı yıpratmakta olduğu kanaatindeyim.
Sağanak yağmur yağarken, evine yaya gitmek zorunda kalan öğretmen, otomobilini hareket ettirmek üzere olan bir öğrencisine seslenir:
- "Ne yana gidiyorsunuz, çocuklar" diyen öğretmene, verilen cevap:
- "Takılacaaz, hocam ya... İstersen sen de takıl bize. Değişiklik os'sun" diyen öğrencinin arabasına bindiği anda, saygıda kusur çoğalır, değil mi?
Öğretmen, öğrencisiyle içki ve sigara içerse, diskoya bara giderse, aşk yaşarsa, bırakınız sınıfı, okuldaki diğer öğrencilerin öğretmene olan saygısı ne derecede olabilir, tahmin edebilirsiniz.
Öğretmen-Öğrenci ilişkisinin oldukça hassas bir husus olduğunu bilmekle beraber, önem verdiğimiz Yerli Malı kavramımızın da kaybolmakta olduğuna şahit olmaktayız. Hele ki; üzerinde yabancı dille yazılmış, yazı baskılı kıyafetlerin fazlasıyla revaçta olması...
"Türkçe elden gidiyor" feryatları yükselirken, çoğu gençlerimizin bu hususa önem vermemesi, duyarsızlaşmasını aile yapısı ve eğitim-öğretimlerine bağışlıyorum.
Mükemmel yazılı paylaşımınız üzerine; yorumumla, haddimi aştıysam, özür dilerim efendim.
Sevgi ve saygılarımla...
Gülizar Özlem SARAÇOĞLU tarafından 9/18/2007 10:45:52 PM zamanında düzenlenmiştir.
Dilde yozlaşma ve bozulmanın çok eskiye dayanan bir tarihi var...
Eskiler Arapça-Farsça'yı, şimdiki zırzoplar da batı dillerini almışlar, bilinçsizce katmışlar güzelim sözcüklerimize...
Anlamadığım dil, benim değildir... Yüreğimin atmasına neden olmayan bir sözcük, benim değildir...
Ziya Gökalp'e ekleyerek şöyle diyelim iyisi mi:
ne "şeb" ne "leyl", ne de "night".... "gece" bizimdir...
Muhterem Hocam,
Türkçemiz hakkında söylenmesi gereken her şeyi siz zaten söylemişsiniz. Bize dişen sizi tebrik ve takdir etmek. Gönlüm her Türk'ün en az sizin kadar Türkçe hususunda hassas olmasından yana.
Millet olarak yarınlarda da var olabilmemiz için sahip çıkmamız gereken en baş değerimiz dilimiz, Türkçemizdir. O olmadan biz, biz olamayız.
Kaleminize, yüreğinize ve aklınıza sağlık. Selam ve sevgilerimle...CC