Yorucu bir tatil günü
Fethiye’de tatil yaparken günün birinde niyetimiz, deniz seviyesinden 2000 metre yüksekliğe uzanan Babadağ’a çıkmaktı. Eşimle ben sabah erkenden kalkıp, saat 7’deki ilk Ölüdeniz dolmuşuna bindik. Minibüs tıklım tıklım doluydu. Oturulacak yerler, uykulu yüzleri ve irili ufaklı sırt çantalarıyla bir grup gezgin tarafından doldurulmuştu. Biz ayakta kalmak zorunda kaldık. Yarım saat sonra hep beraber Hisarönü’nde indik. Onlar da bizim gibi Likya yolunu güneye doğru izleyeceklerdi. Neyse, biz grup içinde yürümeyi pek sevmeyiz. Bu nedenle hızlıca giderek onları geride bıraktığımızda oldukça sevindik.
Dar bir patikayı izleyerek yokuş yukarı çıkarken, harika manzaranın tadını çıkardık. Sarp yamacın eteğinde türkuaz renkli deniz görünüyordu. Gözümüze bir sürü rengarenk paraşüt de ilişti. Bazen, birbirlerine tehlikeli bir şekilde yaklaştıkları sıralarda kendimizi, inşallah çarpışmazlar, diye düşünmekten alamadık.
Yukarılarda Babadağın dik sırtı gözüküyordu. Hedefimiz oraya çıkmaktı. Zirveye yaklaşık 800 m. kala bir çeşmeye rastladık. Su yolluğumuzu tamamlarken, bir yandan hayranlıkla çevreye bakıyor, öte yandan da tırmanışın çok zorlu göründüğünü düşünüyorduk. Yakın geçmişte orada bir toprak kayması vuku bulmuş olsa gerekti, çünkü çam ağaçları üç dört metrelik bir yüksekliğe kadar beyaz kireçli kayalar ve çakıllar tarafından örtülmüştü.
Bir buçuk saat sonra yol işareti ya da markaları olmayan, yeni yapılmış bir yola vardık. Bu yoldan gitsek mi, diye düşünürken, bir motosikletin geldiğini fark ettik. Motorsiklet sürücüsü esmer genç siyah saçlarıyla bir Türk gibi göründüğü için ona Türkçe hitap ederek, yolun nereye gittiğini sordum.
Adam Türkçe olarak, “Türkçe bilmiyorum.” dedi.
Sorumu İngilizce tekrarladım ve konuşmaya başladık. Ama adam, bana bir şekilde tanıdık gelen aksanına bakılırsa İngiliz de değildi. Sonunda onunla Almanca konuşmayı deneyince ikimizin de Alman olduğumuzun farkına vardık. Adam bana Babadağ’a çıkan, çok ilginç bir tur tarif ettiğinden, yeni yapılan yola sapmaya karar verdik.
Bir geçide ulaşıncaya kadar yukarıya çıktık. Adamın söylediklerine göre oradan itibaren hep dağ sırtını takip eden bir patika varmış. Patikayı bulduk, ancak henüz markalanmış değildi. Ama öğlen geçeli henüz çok olmamıştı ve bu sebepten biz, tanımadığımız o yolu izlemeye cesaret ettik. Doğru yolu bulamadığımız takdirde, en kötü ihtimalde, geri dönerek yukarı çıktığımız yoldan aşağı inebilirdik. Yeterince vaktimiz olurdu.
Babadağ’a kadar yaklaşık üç saat kalmıştı. Bir saat kadar gittikten sonra kocaman servi ağaçlarıyla dolu bir yüksekliğe vardık. Oradan itibaren gideceğimiz yönde bir tek patika değil, birçok patika vardı. Hangisine sapmamız gerektiğini bilemiyorduk. Doğru olduğunu tahmin ettiğimiz biri seçtik. Biraz gittikten sonra geniş bir yola geldik, onu izledik. Ama genişleyen yol dağ sırtından gittikçe daha çok uzaklaştığı için genç adamın tarifine uymadı. Patikayı aramaya kalkışsak, bu bir saatimizi alırdı. Vakit de daralmaya başlamıştı. Ama biz Babadağ’a çıkmak için yanıp tutuşuyorduk. Aynı yoldan geri dönmeğe hiç isteğimiz yoktu. Bu nedenle yürüyüşümüze, belli bir patika bile olmadan dağ sırtı boyunca devam ettik. Çok sarp bir yamaca tırmanmak zorunda kalarak çok yorulduk. Hava da kötüleşmeye başlamıştı. Birden kendimizi kalın bir sis içinde bulduk. Bu havada tırmanışa devam etmek gerçekten tehlikeliydi. Eşim geri dönecekit, ancak ben biraz inatçıyım. Babadağ’a çıkmaktan vazgeçmeyi hiç istemiyordum. O esnada yukarıya baktım ve bana sanki önümde dağ ve orman yokmuş ve sanki her yer gökyüzünden ibaretmiş gibi geldi. “Şu önümdeki tepeye kadar gideyim.” dedim, “Kim bilir, belki oradan bir şeyler görürüm.” Eşim razı oldu.
On beş dakika daha ilerledik, tepeye vardık, ama bulut ve kalın sisten başka hiç bir şey göremiyordum. Tam vazgeçmek istediğimiz anda, ben sağıma soluma bakınırken sis dağıldı. Tam önümde, aşağı yukarı bir kilometrelik bir mesafede, Babadağ yükseldi.
Daha önce tam olarak nerede olduğumuzu bilememiştik. Orman, dik yamaçlar ve kayaların ortasında genç adamın tarif ettiği patikayı ararken yönümüzü kaybetmiştik. Ama şimdi her şey besbelliydi; birkaç saat önce su şişemizi doldurduğumuz çeşmenin tam üzerindeydik. Ancak aşağıya bakmaya kalkışamadık, çünkü birkaç metre önümüzde beş, altı yüz metrelik bir uçurum vardı.
Üç sene önce kuzey tarafından Babadağ’a çıktığımız için çevreyi çok iyi biliyorduk. Keskin kayalardan oluşan dağ sırtı boyunca yürümeye devam etmemiz gerekiyordu. En geç bir saat içerisinde çakıllı bir alana, orayı geçerek de Babadağ’ın zirvesine uzanan, sarp yamaca varabilirdik.
Bu arada saatimiz üçü gösteriyordu. Eğer saat dört buçuk sularına kadar zirveye varmayı başarırsak, paraşütçüleri yukarıya getiren kamyonlardan biriyle aşağıya, Hisarönü’nün bulunduğu ovaya kadar gitme ihtimalimiz olurdu.
Acele ettik. 50 dakika sonra gerçekten de ter içinde çakıllı alana geldik. Yukarıya bakarak zirvede hâlâ bir grup paraşütçü bulunduğunu gördük. Ancak kötü hava şartlarından dolayı havalanamamışlardı. “N’olur, bizi bekleyin, bizsiz aşağıya gitmeyin.” diye düşünürken neredeyse dik bir duvar gibi olan son yamaca çıkmaya koyulduk. Kendimi çok yorgun hissediyordum. Suyumuzun son damlasını da içmiştik, şimdi yürürken de en son azığımı yedik.
Ayaklarımı, ellerimi kullanarak zirveye tırmanıyordum. Oradaki soğuk havaya rağmen terden sırılsıklamdım. Nihayet yukarıya vardık. Derken paraşütçülerin havalanmaktan vazgeçerek son kamyona bindiklerini fark edip onlara doğru koşmaya başladık, ama nafile. En son kamyon hareket etti.
Yavaşça yola çıktık. “Of, saat beşe çeyrek var. Daha önümüzde üç saatlik bir de iniş var. Tehlikeli değil. Yol geniş ve onu tanıyoruz. Ama çok yorgunum” diye düşünerek kendime acıyordum. Geniş yoldan aşağıya doğru yürümeye başlayınca, kamyonun önümüzde, sadece beş yüz metrelik bir mesafede ve çok yavaş gittiğini gördük. Kamyonun kocaman taşlarla kaplı bu kötü yolda daha hızlı gitmesi mümkün değildi. Kamyon birden durdu. Bir kişi pencereden bize doğru baktı. Umutlanarak yanlarına kadar koştuk. Fakat bu kamyon da sabahki minibüs gibi tıklım tıklım doluydu. Paraşütlerin bulunduğu çatıda bile insanlar yatıyorlardı. Çaresizce içeriye baktık.
Kamyonun şoförü, buraya kiminle gelmiş olduğumuzu sorduğunda, “Hiç kimseyle. Yaya olarak geldik.” diye cevap verdik. Onun kendisini, akşamları herkesi vadiye götürmekle sorumluymuş gibi hissettiğini fark ettik ve gerçekten de yolcular sıkışarak aralarında bizim için daracık bir yer açtılar. Minicik yerimize geçtik.
Araba ovaya doğru yavaş yavaş inerken diğerlerin Rus olduklarının farkına vardık. İngilizce de bilmiyorlarmış. Öyleyse Hisarönü’ne varıncaya kadar yani bir saat kadar susarak aralarında oturmak en iyisiydi. Ama hiç olmazsa yürümek zorunda kalmamıştık.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.