ANTAKYA DESTANI MI? NE DESTAN NE DESTAN.!
Bekir Yalçınkaya
Tarihin en iğrenç Haçlı barbarlıklarından birisi Antakya Destanı’nı yaratan (!) Kral Tafur’a aittir.
Öyle ki F. Funck Brentona isimli Hristiyan Yazar, Tafur’un başlarında bulunduğu ordunun girdiği Antakya’da Türk’lere neler yaptıklarını şu satırlarla tarihe kayıt düşüyor:
“Bir gece Haçlı süvarileri ovaya, piyadeler de sırtlara yayıldı. Bütün gece Firuz (Haçlı’larla anlaşmışa olan hain) bunun beklemekte idi. Şafak sökerken Haçlı’lar bir kuleye yaklaştılar. Duvara dayatılan merdivenden, evvelâ 60 Haçlı yukarı çıkıp, arkalarından giren arkadaşlariyle üç kuleye yerleştikten sonra: -Allah istiyor- sedasını yükselttiler.
Haçlı’lar diğer kulelere de çıkıp buldukları Türk’lerin hepsini, vahşiyane bir surette öldürdüler. Bu meyanda Firuz’un kardeşi de öldü. Antakya’nın bütün meydanları cesetlerle doldu. Bunlardan çıkan iğrenç koku, oralarda durmağa mani oluyordu. Sokaklarda yürüyebilmek için ölülere basmak icabediyordu. İki gün sonra kokudan geçilmez oldu. Katliam bitince zevk, safa ve fuhşiyat tekrar başladı. Mükellef ziyafetler verilip, Müslüman kadınları dans ettiriliyor, vahşilik unutulmayıp erkekler de öldürülüyordu.” (Raşit Erer; Türklere Karşı Haçlı Seferleri. İstanbul/1948)
Burası Destan’ın bir ön parçası.. Sonlarına doğru Batı barbarlığını tarife yetecek iğrençlikler içinde iğrençliğin en azametli taraflarını veren asıl Antakya Destanı’nı ise en iyi şekilde toparlayan Hacı Rişar namlı Richard Pelerin’dir.
Barbarlıktan ve vahşetten adeta kendine kibir payı çıkara çıkara işte Pelerin’in anlattığı Antakya Destanı;
“Asaletlü Piyer L’Ermit otağının önünde oturuyordu.
Kral Tafur bir çok adamlarıyla çıkageldi.
Bunlar bin kişiden ziyade ve açlıktan şişmiş idiler.
“Asaletmaab! Rahmet-i Rahman adına bana bir yol göster,
Zira açlıktan ve zayıflıktan ölüyoruz” dedi.
Piyer cevab verdi: Korkak olduğunuzdandır, dedi.
Haydi, şurada ölmüş yatan Türk’leri toplayınız.
Tuzlar ve pişirirseniz, pekâlâ yenir onlar”
Kral Tafur: “Doğru söylüyorsunuz” dedi.
Otaktan ayrıldı, avânesini çağırdı,
Toplandıklarında on bin kişiden fazla idiler.
Türk’ler yüzüldü, barsakları çıkarıldı,
Etlerinden haşlama ve kebap yapıldı.
Doyasıya yediler, amma eksiksiz olarak.
Bunu gören putperestler (Türk’ler ?), pek korktular.
Et kokusundan hep duvarlara dayandılar.
Yirmi bin putperest bu aveneyi seyretti:
Ağlamadık Türk kalmadı.”
Avene birbirine şöyle diyordu: “İşte Karnavalın son günü olan (Mardi Gra) geldi. Şu Türk eti zeytin yağında pişmiş, domuz sırtından ve jumbondan daha iyidir.”
Çayırlarda artık Türk ölüsü bulunmayınca:
“Mezarlıklara vardılar, ölüleri çıkardılar,
Hepsini üst üste yığarak bir tepe haline getirdiler.
Çürümüş olan bağırsakları Nehr-ül As’a attılar:
Etlerin derilerini yüzüp rüzgârda kuruttular.”
İğrençliğini yineleyecek olursak; Tarihin bu en iğrenç vakıasından sonra Antakya’da Türk etine doymayan yamyam barbarlığın yolu Maarra Şehri’ne düşüyor. Brentona buradaki olayları da şöyle anlatıyor:
“Mukavemeti kesilen ahali teslim oldu. Muhasarayı idare etmiş olan Bohemond, ahalinin (İslam’ların) karıları ve çocukları ile beraber, kıymetli mallarını da alarak, kale kapısına iltica etmeleri haberini gönderdi. Bu suretle canlarını ve mallarını kurtaracaklarını vaad etti. Fakat, bu haber, bir hileden ibaretti. Zira, Haçlı’lar Maarra’ya girer girmez, kudurmuşçasına katliama ve yağmaya koyuldular. Kuyuları araştırıp, pek çok kıymettar mal buldular. Bohemond’un sözüne inanan biçarelerin malları alındıktan sonra, kendileri de öldürüldü; bir kısmı da esir olarak satılmak üzere Antakya’ya gönderildi.”
Antakya.. Maarra’ya yetmeyen şehirdi.. Ya Maarra nereye yetmeyecekti? Kudüs’e.!
Kudüs; elbette katliam ve bir soyun en müthiş kıyım noktası olacaktı.. Albert Malet ve Jules İzaac isimli iki Fransız tarih profesörü de Ömer Camii ile Süleyman Mabedi’ndeki vahşeti bakınız nasıl anlatıyorlar:
“Müslüman kadınların sığınmış oldukları Ömer Camii’nde, çocukları ile beraber ve On bin kadar Müslüman’ı da Süleyman Mâbedi’nde öldürdüler. Orada her kim bulunmuş olsa idi, ayakları topuk kemiklerine kadar ölülerin kanına batardı. Bu cinayetlerden sonra da yağmaya devam ettiler.”
Şimdi dönüp Tarihçi Edouard Gibbon’un bir malûmatına bakalım:
“(Haçlılar) Yetmiş bin Müslüman öldürdüler. Yahudi’leri de Sinagog’unda diri diri yaktılar.”
Peki o devirlerde, Asr-ı Saadet’ten haberli bir Âlem’de, Zulm ile Âbad olunamayacağını ve insanlara adil davranılmasını vaaz buyuran Ulema’lığın karşısında, Papa’lık makamı şeceresindeki insanlıktan ne bekliyordu? Onu da bize; Kudüs’te Müslüman’lara karşı nasıl başarılı bir katliam gerçekleştirdiklerini Haçlı Kuvvetleri Komutanı Godefroy de Bouillon, Papa II. Ürben’e yazdığı mektup ile bildiriyor:
“Kudüs’te bulduğumuz düşmanlara (Müslüman’ları kastediyor), ne yapıldığını öğrenmek isterseniz, malûmunuz olsun ki; Süleyman Mâbedi’nin kapısı önünde ve mâbedin içinde, bizimkilerin atları, dizlerine kadar Müslüman kanlarına basarak yürüyorlardı.” (Raşit Erer)
Haçlı’ların Seferleri hedefinde ve nisbetinde Türk ve Müslüman milletlere karşı girişilen zalimane kıyımlar sadece, insan etini yemeleri için Kral Tafur’a akıl veren Piyer L’Ermit’in Otağı’nı kurduğu Antakya Şehri’ne mahsus değildir. Haçlı kurnazlığı, sinsiliği ve kalleşliğine aldanan ve yenik düşen Türk’lerin kalesi Maarra ve iki önemli ibadetgâhları olan Müslüman kanının At dizboyu aktığı yerlerden Kudüs’te de.. Kudüs’ten sonra çağ çağ Dünya’nın hemen her yerinde, bu vahşet zaafiyetini ve fırsatını buldukça yapılagelen bir şirret hareketidir.
Kimi milletler, tahrife uğramış kitabların insan heva ve hevesiyle donanmış sayfalarını ilâhi talimat bilerek insana böcek sıfatıyla bakmakta ve zülmlerini tamamlamaktalar.
Kimi milletler Dünya Jandarmalığı’na soyunarak, insan kanından adalet sayfaları yazmaya, kimileri Dünya’nın başına belâ olabilecek kesif bir nüfus artışlarına rağmen, bu fazlalığı, işgal ettikleri masum milletleri yok ederek dengeye oturtmaya çalışmaktalar.
İşin görünen tarafında bunlar olurken, görünmeyen sinsiliğinde de müthiş bir manevi bozgunluk sayesinde, insanlık daha büyük zulümle ve yok olmayla karşı karşıya bırakılmaktadır.
En samimi ve dürüst bir ifadeyle, doğrusu Dünya, Osmanlı Adaleti’nin susuzluğu içinde kıvranmakta.. Eğer ki, destanlar, kaybettikleri kimliklerinden kendilerine yeni birer kimlik kazanacak iseler, O’.. bir daha âleme gelmesi mümkün olmayan şaşaalı tarihin yazıldığı Osmanlı Çağları ve medeniyetlerine münhasır destanları bir gözden geçirmeliler..
Destan denilecek en asil ve en şerefli destanlar işte oradaydı..
Ne Endülüs, ne Maarra.. Ne Süleyman Mâbedi, ne Ömer Camii’nde akan kanların destana girecek ne bir tarafları, ne sayfaları var..
Ne de insan etini Antakya’da domuz jumbonundan daha leziz bulan barbarbaşları Kral Tafur’ların adına yazılan destanlar, destan..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.