- 876 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
BATAKLIKTA BİR SERÇE - 4 , 5
( Okumayanlar için )
4 . BÖLÜM
Çocuğun tertemiz, kömür karası saçlarının arasında, fûtursuzca gezinen beyazlı morlu bit
leri gördüğünde göz pınarlarının patlayası geldi bir anda. Zor tuttu kendini İlhan Hanım..
Hemen çocuğu bırakıp derse verdi kendini. Yeniden dersle ilgili sorular sormaya başladı çocuklara. Bu defa gözlerine inanamadı: O çocuğun parmağı her soruda havaya kalkıyor
du. Öylesine kaldırmış olabilir mi diye düşündü içinden ve denemek için bir soru sordu. Ço
cuk ayağa kalkıp öyle bir cevap verdi ki soruya, yalnız öğretmen değil çocuklar da şaşırdı.
Birşeyler olmuştu çocuğa. Açılmıştı, akıllanmıştı sanki. Başka sorularda tekrar tekrar de
nedi ve tekrar tekrar şaşırdı, hayran kaldı.
Teneffüs zamanı yanına gidip saçlarını okşamak istedi. Birden bitler geldi aklına. Kendine de bulaşır korkusuyla bir an çekti ellerini. Sonra dayanamayıp daha bir sıkı okşadı çocuğun
saçlarını. Çocuk bir anda sıcak bir el hissetti başında. Bir şefkat, bir sevgi duydu yüreğin
de, hiç de alışık olmadığı. En son kim sevmişti onu böylesine ; hatırlayamadı. Annesi neden
böyle okşamamıştı saçlarını, neden bu sıcaklığı, şefkati hissettirememişti , düşündü ama
cevabını bilemedi bu soruların.
Teneffüse çıkmamasını, birlikte oturup konuışmak istediğini söyledi çocuğa öğretmen hanım. Sevindi çocuk ; yüzünü bir tatlı tebessüm aldı. Belki de ilk defa gördüğü ön dişleri
bir fareyi andırıyordu adeta. Tüm ön dişleri çürük ve simsiyahtı çocuğun. Yine içi burkuldu
öğretmenin.
Tüm çocuklar teneffüse çıktıktan sonra yanına oturdu çocuğun. Bitleri umurunda değildi.
Elini omuzuna attı, saçlarını okşadı yine. Çocuk bulutlarda hissetti kendini. O kadar mut
luydu işte.
- Anlat bakalım şimdi bana : Annen nerede senin, sağ mı, ayrılmışlar mı babanla ?
İndi bulutların arasından çocuk. Başını öne eğdi. Ağlayacak gibi oldu ama tuttu kendini.
- Ben daha bir buçuk yaşındayken ayrılmışlar. Tepeören’de oturuyorduk biz. Babam buraya gelip kahve kiralamış. Ben altı yaşıma vardığımda annemle birlikte Pendik’e taşın
dık. Sonra annem başkasıyla evlenmek için beni babamın yanına gönderdi. Bir de ablam var. Benden iki yaş büyük. Onu da göndermişti , sonra kocasını razı edip aldı ablamı.
Bu defa öğretmen duygulandı. Ağlamamak için mücadele etti göz yaşlarıyla. Güçlü biriydi
ve engel oldu akmalarına. Çocuğu üzmemesi gerektiğini düşünebilecek biriydi o.
Israrla karıştırıp saçlarını, bir de sıcacık öpücük kondurdu çocuğun dün gece kahvenin ortasındaki sandalyenin üzerinde yıkanan yanaklarına....Anne şefkati böyler bir şey olma
lıydı herhalde. Ne tatlı öpmüştü öğretmeni ! Yüreğinde bir ferahlık hissetti o an. Sanki yılla
rın boşiluğu birden doluvermişti yüreğinde..İyi ama böyle bir boşlukla o güne kadar nasıl ya
şayabilmişti ? Sevgi, şefkat gibi güzellikler olmadan, onların yüreklerdeki boşluğuyla nasıl yaşayabilirdi insan ?
- Ne biçim anneleik bu ? İnsan böyle tatlı çocuklarını nasıl bırakır ?
- Bilmiyorum ; bırakmış işte.....
- Peki ablan annenin yanında mı şimdi ? Görmeye gidiyormusun ?
Bu soru ona suçluluk duygusunu hatırlattı. Utandı kendinden ve öğretmeninden. Başını öne
eğdi bu kez, cevap verirken.
- Hayır öğretmenim..Ablamı evlâtlık verdi babam..İstanbul’da yaşlı bir kadının yanında....
Bir Kemal Amca vardı. Emekli albaymış galiba. Tuzla Jeep fabrikasında askeriye için üreti
len jeeplerin kontrolundan sorumluymuş. Sık sık bizim kahveye uğrar beni çok severdi. Bir
defasında bana oyuncak ambulans bile getirmişti. Kendi kendine bağırarak giderdi. Çok se
vinmiştim.
Meraklanmaya başladı öğretmen. Hem anlatmasını sevdi çocuğun hem de bir an önce ablasının nasıl ve neden evlâtlık verildiğini öğrenmek istiyordu.
- Sonra sonra, ne zaman evlâtlık verdiniz ablanı ?
Yine utandı çocuk. Yüzü kızardı yine utancından. Ama anlatmaktan vaz geçmedi.
- Bu Kemal amca, beni İstanbul’daki şehit eşi Sabiha Hanıma anlatmış, o da çok sevmiş, ille de evlâtlık almak istemiş. Gelip gidip babamdan ısrarla istedi beni : ’ Gel inat etme , verelim şu çocuğu, buralarda ziyan olmasın, okusun, adam olsun ’ diyordu, defalarca.
Fakat babam, bir türlü kıyamadı beni vermeye : ’ O benim oğlum, arkadaşım, can yoldaşım, her şeyim ’ diyordu. Fakat Kemal Amca’nın ısrarından vaz geçmeye hiç de niyeti yoktu. Onun ısrarlarından bunalan babam bir gün ; ’ Onu değil ama eğer isterseniz ablasını verebili
rim ’ deyiverdi. ’ Olsun , demiş Sabiha Hanım.
- Çok merak ettim ben bu işin sonunu be oğlum. Hadi durma anlat, anlat !
- O gün erkenden gelmişti Kemal amca. Babamla bir şeyler konuşup beni çağırdılar. Adeta
oynayacağım bir oyunu ezberlettiler bana. Yalan söylememi istediler. Kemal Bey’in kontro
lundan sorumlu olduğu jeeplerden birine bindirdiler beni. Doğruca annemin evine gittik.
Kapıyı çaldığımda ablam açtı. Sabah vaktiydi, okula hazırlanıyormuş. Canım ablam benim,
tombul yanakları vardı, henüz on yaşlarındaydı o zaman. Uzun simsiyah saçları vardı. Onları tarıyormuş o anda. Sevindi beni karşısında görünce. Sarıldı, kucakladı, kokladı uzun
uzun. Oysa annemin öyle sarıldığını, kokladığını hiç hatırlamıyorum. Yine aynısı oldu. ’ Kim
geldi Mukaddes ’ diye seslendi içeriden. ’ Fikret geldi anne, dedi ablam. Yanımıza gelip ’ Hoş geldin ’ dedi soğukça. Sarılmadı, okşamadı, sevmedi beni. Öpmek için uzandığım elini,
öylesine uzattı bana. ’ Babam çok hasta, ille de ablamı görmek istiyor ’ dedim. Allah’ım ,
ben böyle bir yalanı nasıl söyledim. Bir insanın, hem de kendi öz ablamım bütün hayatını etkileyecek, böyle bir yalanı nasıl söyledim o zaman ? Bu defa içeriden , kocası seslendi an
nemin. ’ Ne oluyor Fevziye ? Kimmiş gelen ? ’ Annem yanına gitti kocasının. Anlatmış, benim
söylediklerimi. İnanmamış adam. ’ Yalandır. Mukaddes’i alıp, vermeyecektir, gönderme ’,
demiş. Bayağı alışmış ablama adam, sevmiş, vermek istememiş. Fakat ablam, insan sevgisiy
le dolu, bambaşka biridir. ’ Gideceğim ’ diye tutturdu. Canım ablam, ne bilsin , kaderinin
o an öylesine değişeceğini ? ’ Babacığım hastaymış, ya ölürse, bir daha göremezsem, ne olur gönder anne, gideyim babacığıma ’ diye tekrar tekrar yalvarınca, göndermekten baş
ka çaresi kalmadı annemin. Ablam sevecen olduğu kadar da inatçıdır.
5 . BÖLÜM
Öğretmen hanım merakla çocuğun ablasının evlâtlık verilişini öğrenmek isterken, çocuk zorlanıyordu git gide.
- Öğretmenim, tuvalete gidebilir miyim der demez, cevabını bile beklemeden koştu okulun bahçedeki tuvaletine. Öğretmen Hanım saatine baktı, teneffüs bitmiş ders zamanı gelmiş
ti. Çocuklardan birine elle sallayarak çalınan zili çalmasını söyleyip, okulun önüne çıktı.Hem
biraz hava aldı hem de çocukların içeriye girişini seyretti.
Ders başladığında Fikret dalgındı, mahçuptu, suçlu gibi başını eğiyordu. Ablasını, evlâtlık verilişini, bunda kendinin günahı olduğunu unutamıyordu bir türlü. Derslere pek veremedi
kendini o gün. Günlerden Cumartesi idi ve bayrak töreninden sonra Pazar tatili başladı.
Okul dağılırken bir kez daha okşadı saçlarını öğretmen çocuğun.
- Unutma, Pazartesiye kaldığın yerden anlatmaya devam edeceksin, tamam mı ?
- Olur öğretmenim...Anlatırım yine, diye cevap verdi çocuk, hem mutlu hem de hüzünlü. Öğ
retmenin ilgisi, şefkati mutlu ediyordu onu. Ablasını hatırladığında ise hüzünleniyordu elin
de olmadan.
Çocuk kahvelerine döndü. Üstünü değiştirip babasına yardım etmeye başladı yine. Yemek pişirmişti babası kahvenin bir köşesindeki pompalı gaz ocağının üzerine koyduğu tencere
de. Hem de kuru fasulye ! En çok sevdiği yemekti çocuğun. Kokusunu duyduğunda bir kez
daha mutlu oldu. Biraz sonra masayı kurdu babası. Çocuk ekmek alıp geldi, bitişikteki bak
kaldan. Kopardılar ekmeği. Tek bir kaba doldurdular kuru fasulyeyi. Bir de kuru soğan kırdı
adam. İştahla giriştiler baba oğul yemeğe.
- Ulan İncirli ! Gene mi kuru fasulye pişirdin, deyip dükkândan kaşığı kapıp geldi kahveleri
nin ve bakkalın da sahibi İbrahim Ağa. Ne zaman kuru fasulyenin kokusunu alsa dayana
maz oturur yer, bu defa eve gittiğinde yemek yiyemez, karısı Müzeyyen Hanım’dan azar
işitirdi .
İlhan Hanım, eve gittiğinde kaşınmaya başlar. Annesinin dikkatini çeker.
- Kızım sen kaşınıyorsun. Hayrola.
- Valla anne, fena halde kaşınıyorum gerçekten..
Annesi merakla yaklaşıp sırtını yokladığında küçücük beyaz ve mor canlıları görür kızının
sırtında. Şaşırır, şok olur. Bit olduğunu anlamıştır onların.
- Ah kızım bitlenmişsin sen ! Ben sana demedim mi, ne işin vardı köylerde ? Ben seni Pendik’
teki bir okula aldırırdım. Köylerde olur genellikle bit - pire....
- O çocukta, Fikret’te var anne. Ondan geçmiştir. Yaklaştım, sevdim onu bu gün..Anne bir
görsen ; aslında o kadar tatlı ve de zekî bir çocuk ki !
- Kızım, bırak şimdi çocuğu...Şu bitlerden kurtulmanın çaresine bakalım. Hemen banyoya koş.. Duş al, çamaşır değiştir. Çıkardıklarını da bir güzel kaynatalım.
Çabuk kurtuldu ilhan Öğretmen, kendisine musallat olan bir kaç tane bitten. Ama o çocuğu
aklından bir türlü çıkaramıyordu. Onun da mutlaka kurtulması gerekiyordu. Ama nasıl ?
Ertesi gün pazardı. Nöbetçi bir eczane arayıp buldu. Eczacıdan bit ilâcı aldı. Daha sonra
çocuğa ve babasına da temiz çamaşırlar aldı. Çoraplar aldı. Çocuğa gömlek, kazak ve pan
tolon bile aldı. Pazartesiyi iple çekmeye başladı. Orada bir mahkûm vardı, bir bit mahkûmu
hatta bir değil iki mahkûm. Ondan yardım bekliyordu onlar. Mutlaka kurtarmalıydı.
Pazartesi olduğunda sadece ilgi gösterdi, sevdi, okşadı çocuğu. Yeni şeyler anlatmasını is
temedi ondan. Derse yeniden kendini verebildiğini gördü, sevindi. Ablasını hatırlatıp üz
mek istemedi yeniden. Bu defa öğle tatili olduğunda gitti yanına. Çocuklar yemek için evlerine dağıldığında o da çocukla beraber, kahveye, babasının yanına gitti..
Bir tarafında hayvan ahırı, diğer tarafında bakkal bulunan, ahşap çatılı, eski bir viraneyi
andıran ama koskoca tarihi bir çınarın gölgesinde, akasya ve ıhlamur ağaçlarıyla çevrili, bahçesinde güllerin, zambakların olduğu, gazozları soğutulması için su kuyusu bile olan ,
bambaşka bir yerdi işte o kahve. Henüz sonbahar olduğundan insanların bir kısmı bahçede oturuyordu ve ağaçlar, çiçekler yeşildi. Kahvenin iki kapısı da açıktı. Yaklaştıklarında bir
müzşik sesi geldi kulaklarına. Bir gazeldi bu, uzun havaydı. Öyle ki tüm duyanları hüzne
boğan, gözleri yaşartan bir müzik :
’ Her gün doktor gelir gider, herkes bunu merak eder.
Zavallı kız verem olmuş, yaprak dökümünü bekler.
Penceresi siyah perde, zavallı kız düşmüş derde.
Doğru söyle anneciğim, yatılır mı kara yerde ? ’
Bir hüzün kapladı Öğretmeni de. Çocuk gözlerini uvmaya başladı. Açık olan kapıdan birlik
te içeri girdiler. Masanın üzerindeki gramafondan geliyordu ses. Gramafonun başında
Tahsin Kâhya vardı. Mesleği çobanlık olan bu adam, genelde kışın gelip o kahvede barınırdı.
Gramafonu da çok değerliydi onun için. Hem çok sever, hem de çok özenirdi. Gelir gelmez
istemişti adam o plâğı çalmasını. Annesi veremden ölmüştü ya genç yaşında, o şarkı çok et
kilerdi onu. Hemen kahvenin yanındaki masaya çökmü sigarasını yakmış, annesinden başka
hiç bir şeyi düşünmez olmuştu. Öyle derinlere dalmış, sigarasını öyle derinden çekmişti ki
gözlerinden akan yaşları silmeyi bile aklına getirmiyordu. Çocuklar gibi ağlıyordu işte..
Yanına yaklaştılar.
- Baba , bak öğretmenim geldi. Seninle konuşmak istiyor, dediğinde kendine geldi adam.
Tahsin Kâhya hemen kapattı gramafonu. Ayağa kalktı adam. Kolunun tersi ile, gözlerini sil
di.
- Buyur, buyur, hoş geldin, derken halâ ağlar gibiydi sesi. Yer gösterdi öğretmen hanıma.
İlhan Hanım şaşkın bir hal aldı birden. Kahvedeki hüzün ve sefalet birden onu da sarmıştı.
Bu çocuk bu ortamda nasıl yaşardı ? Nasıl ders çalışır, nasıl temizlenir, beslenirdi ?
- Şöyle köşe bir masaya geçelim isterseniz, dedi adama. Hemen kahvenin bir köşesindeki masaya yerleştiler.
- Çay- kahve- gazoz...Ne içerdin kızım ?
- Sağ olun.. Daha yemek yemedim..
- Dükkândan ekmek katık bir şeyler alalım istersen...
- Sağ olun, sağ olun. Bir an önce konuya girmek istiyordu öğretmen.
- Bakın Mustafa Amca..Böyle bir ortamda çok normaldir bu çocuğun bitlenmesi. Hem gördü
ğüm kadarıyla sandalyelerde tahta kurusu da var. Şimdi ben size bit ilâcı getirdim. Çama
şır da getirdim.
- Allah senden razı olsun kızım..
- Bu çocuğu sık sık yıkayın. Devamlı çamaşır değiştirin. Aldığım ilâçtan sürün. Sandalyelere de DDT alın, sürün. Bitten de tahta kurusundan da kurtulun. Pendik’te Çarşı Hamamı var
bilir misiniz ?
- Biliriz ya. Bazen de gideriz.
- Sahipleri Balcı’lardır. Çok hayır sever insanlar. Ben konuşurum. Çocuğu sık sık götür , yıkansın, para falan istemezler. Yardımcı olurlar..
- Allah razı olsun .....
- Kızınızı evlâtlık vermişsiniz..
- Öyle oldu be kızım. Ama iyi oldu. Çok rahat çocuk şimdi, İstanbul’da.
- Peki, anneli bir çocuğu evlâtlık vermek doğru mu ?
- Üvey baba elinden kurtardım, fena mı oldu ?
- Kendisi istedi mi peki ?
Uzun uzun anlattı bu defa. Öğretmen de merakla ve hayretle dinledi. Çocuk ocaklığın ya
nındaki masada dün pişen kuru fasulyeden yiyordu yine.
Hasta olduğu yalanını çocuğa öğretip, annesinin yanından getirttiklerini, İstanbul’da bir
yaşlı kadına evlâtlık verileceğini söylediğinde, kahveyi inletircesine nasıl ağladığını, iste
mezse tekrar geri alacaklarını söylemesinin bile onun ağlamasını azaltmadığını ama ağlaya ağlaya da olsa, iyiliğine olduğuna inandığı için evlâtlık verdiğini anlatır. Yaşlı kadının şehit
yüksek rütbeli bir subayın eşi olduğunu, İstanbul- Beşiktaş’ta kendi dairelerinin olduğunu,
evlerinde hizmetçilerinin bile olduğunu, Mukaddes’i çok sevdiklerini, mutlaka okutacakları
nı, dilediği zaman geri göndereceklerini, sık sık da oğluyla birlikte görmeye gittiklerini anla
tır.
- İnşallah, der öğretmen. İnşallah, hakkında hayırlısı olur. Neyse, ben lşimdi gidiyorum. Siz
dediklerimi unutmayın. Sık sık yıkayın çocuğu. Getirdiğim çamaşırları giydirin. Tahtakuru
ları için de DDT almayı unutmayın. Hamama gitmeyi de ihmal etmeyin. Balcı’lara benim gön
derdiğimi söyleyin yeter.
Çocuğu da yanına alıp ayrılırken kahveden, içerideki sefalete bir daha baktı. Simsiyah ahşap tavan, kırık dökük, tahta kurulu ahşap sandalyeler. Hepsinin ağızlarında sigara olan
fosur fosur tüttüren, küfürlü ve gürültülü, kaba- saba konuşan adamlar. Bu çocuk burada
nasıl yaşardı ?
Devam etmeli..
Fikret TEZAL