- 895 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AYNA
Güneş, ilk ışıklarından derlediği en güzel, en sıcak ve en parlak huzmelerinden bir demeti, perdenin aralık kısmından Makbule Hanım’ın yüzüne bir anne okşayışı, bir yâr busesi halinde yepyeni günün bu ilk hediyesini sunuyordu.
“O güneş ki, toprak vefasını ona borçlu, yağmur bereketini ve umut servetini... O, her biri birbirine hayati bağla bağlanmış zincir halkalarının, ayarı hiçbir ölçüye sığmayan emsalsiz madalyonu...” diye düşünüyordu hep, perdesini her gece yatarken aralık bırakması da, sabahları bu en güçlü yaşam kaynağıyla tüm hücrelerinin kucaklaşmasını sağlamak içindi.
Yatağından her zamanki çevikliğiyle kalkmak istedi. Lakin bu sabah başarılı olamadı. Hiç olmadığı kadar yorgun hissediyordu kendini. Kolları, ayakları, gövdesi ve sair azaları bugün grevdeydi sanki. Hep bir olmuş beynine karşı geliyorlardı, hoş o da kaç zamandır başına buyruktu ya. Son yaşadıkları aklına geldi, kaldıramıyordu, dayanamıyordu artık gönlü, asıl sorunun kaynağı da buydu. Vücut ne kadar yorulursa yorulsun, birkaç saatlik dinlenmeyle kendini toparlıyordu, ya gönül yorgunluğu? Nasıl bir tatil, nasıl bir dinlenme onu eski haline getirebilirdi. Hele son altı aydır çektiği ıstırabın hiçbir alazda eşi benzeri görülmemiş kavurucu kıvılcımlarından sonra. İşte yine, dünyanın en tesirli otlarından müteşekkil en tesirli zehirlerden daha tesirli amansız fikirler, düşünceler... Birer ok gibi beyne saplanıp durdurulması imkânsız kanamaların önderi: “Huzur evi ha? Üç tane eşek kadar evlat, kafa kafaya vermiş, yedikleri naneye bak! Huzur evi, huzuru adından başka yerinde bulabilen olmuş mu bugüne dek acaba? Allah’ım sabır ver Ya Rabbim...” Ağlıyordu, bunca çileyle sabırla gecesini gündüzüne katıp bugünlere getirdiği evlatlarından gördüğü muamele onu büsbütün yıkmıştı son günlerde. İşte sonunda yataktan kalkamaz hallere düşmüştü. Sadece bu mu, sadece evlatları mıydı bu hale getiren onu, ya insanlara ne demeli? Mahallenin tüm çocukları elinde büyümüştü, derdi olanın gönlünden tesellisini, aşsız olanın sofrasından aşını, hasta olanın yatağından çorbasını esirgememişti. Öyleyken kimse bir kapısını çalıp halini hatrını sormadı kaç zamandır... “Yazık, çok yazık” diyebildi güçlükle... Yavaş yavaş, sürüne sürüne çıktı yatağından. Her sabah yaptığı gibi aynasını aldı eline. Bu sefer korkarak tuttuğu belliydi, elleri titriyordu.
Gençlik yıllarında güzellik merakı yüzünden başlamıştı bu alışkanlığı, yüzünde bir sivilce, bir pürüz belirtisi huzursuz birkaç günün habercisiydi o zamanlar. Yıllar geçtikçe bu merakı kalmamıştı aslında. Eşini kaybettiği gün bütün o güzellik, giyinmek, süslenmek gibi arzularını da onunla beraber gömmüştü sanki. Ama o, aynasından vazgeçmedi hiçbir dönem. Zaman içinde keşfettiği bir şey vardı o aynada. Her eline aldığında dikkatlice ve dakikalarca bakar, hüzünle karışık bir gülümsemenin ardından bir şeyler anlamışçasına kafasını birkaç kere sallar, sonra sandalyesine oturur ve düşüncelere dalar gider...
Bu sabah, her şey bir başkaydı işte. Titreyen aynasında yavaş yavaş açtığı gözlerindeki tükenmişlik belirdi. Korku, endişe, öfke... ard arda dizilmiş adeta bir geçit sergileniyordu aynanın sırrında. Baktı, baktı, baktı... Bir saat kadar öylece seyretti seksen yılın her gününden, her hissinden ve her hayalinden izlerin beldesini. Hüzünle karışık gülümsemesi, yerini acıyla karışık birkaç damlaya bıraktı gözlerinde. Dermansız bir haldeydi. Dizlerinin bağı çözülmüş, gözlerindeki fer, içinde bir yerlerde bu anı bekleyen dipsiz kuyunun derinliklerinde kaybolmuştu adeta. Ayağa kalkmaya çalıştı, sendeledi bir an, elinden düşen aynasını çiğneyerek sandalyesine yöneldi nefes nefese...
On yıl öncesine kadar on kişinin sesleriyle inleyen, şimdi ise sadece nefesinin izlerini taşıyan duvarları süzdü, yıllar yorgundu, gönül yorgun, iklimler yorgun ve güneş, güneş yorgundu bugün:
“ Demek buraya kadardı ha! Böyleymiş demek. Gayret dağının en ulaşılmaz tepelerinden en güzide çiçekleri derip, takatin ve nefesin en ücra odalarının en ücra köşelerindeki sandık diplerinden, en nadide kıymetleri sunmak, azgın bir ırmağı çamurdan bir setle durdurmak kadar beyhude bir hükmün resmiymiş meğer. Engel olamamak, durduramamak ne kadar acı. İnsanların yollarına serdiğin ve her ilmeğinde sevgi, her düğümünde sabır, her renginde vefa olan paha biçilmez halılarının üzerinde, çamurlu ayaklarla atılan her adımda biraz daha büyüdüğünün farkındaydım ama son altı ayda nasıl da birden bire palazlanıp bu hale geldin? Sen de haklısın, evlattan gelince çalım, insan ne yapacağını, ne yöne gideceğini şaşırıyor. Ellerin eliyle yetmiş dokuz yılda kat edilen mesafeyi dostlar eliyle altı ayda aldın, büyüdün işte. Oysa ben hiç istemedim büyümeni. Zaten sormadılar ki bana. Ve hiç sorgulamadılar ne beni, ne de kendilerini. Her gece, her gün,her saat,her dakika, an an büyüttüler seni. Sadece büyüttüler, sadece büyüttüler, sadece büyüttüler, sadece... büyüttüler... sade...ce...bü...yüt...tü...l...” ve usulca düştü başı önüne...
....
İki gün ışığının yanmadığını gören komşusu buldu Makbule Hanım’ın naşını... Yıkadılar, kefenlediler ve iki rekât namazını kıldılar. Görevlerini yapmışlardı vicdanları rahattı kalabalığın.
Saniye Hanım, arkadaşının öldüğünü duyar duymaz bir vakit kendisine söyledikleri canlandı hayalinde:
“İnsan ne zaman ölür bilir misin Saniye?”
“Ne bileyim, vakti dolunca ölür işte, ya ne zaman ölür”
“İçindeki çocuk var ya, içindeki çocuk... işte o büyüyünce ölür insan. Her sabah aynada gözlerinin içine bak, yüreğinin sesine kulak ver, içindeki çocuğu göreceksin ve büyüyüp büyümediğini...”
27.06.2009
m.abdırgan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.