FARKLI İSLAM ANLAYIŞLARI ÜZERİNE
BEYAN - Haziran 1999/EBUBEKİR SİFİL
Beyan: Günümüzdeki farklı İslam anlayışları nereden kaynaklanıyor? Bu farklı İslam anlayışlarının geldiği son nokta nedir?
E.S: İslam kelimesini bir şemsiye kavram olarak düşünürsek, tarihte de günümüzde de bu şemsiye kavramın altında pek çok anlayışa rastlamaktayız. İşte İslam tarihindeki ilk farklılaşma Hz. Osman (r.a)’ın şehit edilmesiyle kendisini gösteriyor. Daha sonra Hz. Aişe (r.anha) validemiz ile Hz. Ali (r.a) arasındaki mücadeleler, Hz. Ali (r.a) ile Hz. Muaviye (r.a) arasındaki mücadelelerle büyüyüp devam ediyor.
Daha sonraları yoğun olarak ışın içine birtakım siyasî unsurlar giriyor; bunlardan birtakım siyasî ve itikadî fırkalar zuhur ediyor. Bunların hepsi farklı bir İslam anlayışını temsil ediyor. Bu farklı İslam anlayışları bir yönüyle siyasî, bir yönüyle de itikadî bir mahiyet arz eder ve bunun tabii bir sonucu olarak da farklı fikrî uzanımlara sahiptirler. Her birinin, Kur’an’a ve Sünnet’e bakış açıları bakımından temel aldıkları farklı metodolojik yaklaşımları var.
Mesela Hz. Ali (r.a) ile Hz. Muaviye (r.a) arasındaki mücadelelerin doğurduğu bir fırka olan Haricîler şöyle dediler: "Biz, sadece Kur’an’a ve bizden olanların rivayetlerine güveniriz. Temel, Kur’an’dır. Onun yanında ikinci olarak güveneceğimiz unsur da, adalet; sıfatını kaybetmemiş olan, yani bizden olan kimselerin naklettikleri rivayetlerdir."
Onları bunu söylemeye iten sebep, Hz. Ali (r.a) ile Hz. Muaviye (r.a) arasında yaşanan "Hakem olayı"ndan sonra, "Hüküm Allah’ındır. Dolayısıyla bu Hakem olayına karışan, bu olayı kabul eden herkes kâfir olmuştur" şeklindeki temel anlayışlarıdır. Kâfirin rivayetine güvenilemeyeceğine ve de söz konusu olaya karışan ve hakemlerin verdiği hükme razı olan Bütün Sahabîler kâfir olduğuna göre, onların rivayetlerine güvenilemeyeceğini söylemek kaçınılmaz olmaktadır.
Haricîler bu temel anlayış doğrultusunda toplumda bir terör havası estirerek, adeta önlerine geleni tekfir ettiler. Bu da toplumda büyük bir tepki ve infial meydana getirdi. Bir zaman sonra bunlara tepki olarak Mürcie dediğimiz fırka ortaya çıktı. Bunlar da şöyle dediler: "Bir kimse.Mü’min; olduğunu söyledikten sonra artık işleyeceği hiç bir kötülük ve günah kendisine hiç bir zarar vermez. Biz, günahkâr mü’minlerin Cehennem’de azap göreceğini söyleyemeyiz."
Görüldüğü gibi bu iki fırkanın biri ifrat, diğeri tefrit görüşü temsil etmektedir.
Daha sonraları Mu’tezile dediğimiz fırka ortaya çıktı. Kadim Yunan ve Hint felsefesinden, Roma kültüründen ve tercüme faaliyetlerinden yoğun olarak etkilenen Mu’tezile ise, Kur’an ve Sünnet’i yorumlarken aklı merkeze koyuyor, insan aklına ve iradesine abartılı bir şekilde vurgu yapıyor. Bu temel tavrın bir neticesi olarak da akıl-nakil çatışmasında aklın esas alınacağı görüşünü benimsiyor. Yine Mu’tezile, büyük günah işleyen kimselerin ne mü’min, ne de kâfir olduğunu, böyle kimselerin "el-Menzile beyne’l-menzileteyn", yani bu ikisi arasında bir yerde bulunacağını söylüyor.
Keza Mu’tezile, Kur’an’da açıkça yer almayan hususlar Sünnet ile sabit olsa bile bunları kabul etmez. Mesela kabir azabı, Sırat, Mızan vs. gibi konular böyledir.
Özet halinde vermeye çalıştığım Bütün bu farklı İslam anlayışları karşısında Ehl-i Sünnet nerede duruyor? Burada Ehl-i Sünnet devamlı olarak merkezi ve itidali temsil etmiştir. Ancak bu durum, sırf itidal ve dengeyi yakalamak maksadıyla değil, Kur’an ve Sünnet öğretileri öyle tecelli ettiğı için böyle olmuştur.
Sahabe’yi tekfir etmek şöyle dursun, onlar arasındaki mücadeleler hakkında Ehl-i Sünnet, bunların birer içtihad farklılaşması olduğunu söyleyerek Sahabe’ye hürmette kusur etmemeyi esas alıyor. Çünkü gerek Kur’an’da, gerekse Sünnet’te Sahabe’ye hürmet gösterilmesini gerektiren oldukça fazla sayıda ifade mevcuttur. Yine Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’a göre günahkâr mü’minin ahirette mutlak surette hiç azap görmeyeceğini söylemek doğru değildir. Allah Teala (c.c) dilerse böyle mü’minlere azap eder, dilerse onları bağışlar.
Oysa MÜrcie ne diyordu? "Günahkâr mü’mine günahları hiç bir zarar vermez." Mu’tezile ise böyle kimselerin ne mü’mın, ne de kâfir sayılacağını söylüyordu. İşte Ehl-i Sünnet’in itidal görüşü burada kendisini ortaya koymaktadır.
Yine Ehl-i Sünnet, Kur’an’da açıkça yer almasa bile sahih Sünnet; ile sabit olduğu için Sırat, Mizan gibi hususların hak ve gerçek olduğunu kabul eder.
Bütün bu farklı İslam anlayışları tarih içinde yaşanan yoğun fikrî ve zaman zaman fizikî mücadelelerden sonra Ehl-i Sünnet’in galibiyeti ile neticeleniyor. Oldukça uzun bir süre Ehl-i Sünnet, İslam Ümmeti’nin akaid ve inanç konusundaki tutumunu belirleyici bir biçimde varlığını sürdürüyor. Zira Ehl-i Sünnet’in gerek siyasî, gerekse itikadî görüşleri kaynağını, Kur’an ve Sünnet’ten ve reddedilmesi mümkün olmayan aklî gerçeklerden alıyor.
Günümüze gelirsek; özellikle Batı’da yaşanan Aydınlanma, Rönesans ve Reform hadiselerinden sonra teknolojide ve bilimde atılan dev adımlar, İslam dünyası’nı Batı karşısında dezavantajlı bir konuma getirdi. Batı dünyası, bu alanlardaki avantajını değerlendirdi ve üçüncü dünya ülkelerini ve bu arada İslam dünyası’nı sömürmede bir araç olarak kullandı. 19 ve 20. yüzyıllar, İslam dünyası’nda Batı’nın sömürgecilik ve işgal anlayışına dayanan egemenliğine karşı verilen kurtuluş savaşlarına tanık oldu. Türkiye’de, Kuzey Afrika’da, Hindistan ve Pakistan’da ve daha pek çok coğrafyada kurtuluş savaşları verildi.
İşte Batı’nın elde ettiği bu bilimsel ve teknolojik üstünlük, Müslüman aydınlarda ve ilim adamlarında bir aşağılık kompleksi meydana getirdi. Bunlar, İslam dünyası’nın içinde bulunduğu çöküntü ve sıkıntıları, kestirmeden İslam geleneğine yıkmayı tercih ettiler ve şöyle dediler: "Eğer geleneksel İslam anlayışı meselelerin çözümü için yeterli ve doğru ise İslam dünyası Bütün bu olumsuzlukları niçin yaşıyor?"
Bu temel anlayıştan hareket ederek, ayrıntılara inildikçe oldukça farklılaşan sonuçlara ulaştılar. Bunda, Batı’da özellikle Hristiyanlık içinde geliştirilen Reformist anlayışın büyük bir etkisi oldu. İslam dünyasında aydın geçinen bir takım kimseler, aynı Reformist anlayışın İslam’da da yaşanması gerektiğini savundular. Hındistan’da Seyyid Ahmed Han ve daha batıya gelindiğinde Cemaleddin Efgânî’nin temsil ettiği anlayış temelde bu noktada birleşmektedir.
Ne var ki, günümüzde müşahede edilen farklı İslam anlayışlarının, sözümüzün başında görüşlerini özetlemeye çalıştığımız fırkalardan ayrılan önemli bir özelliği var. O da şu: Bu anlayışların, İslam’ı anlama biçimleri konusunda oluşturduklar Bütünlük arz den bir sistem yok. Yani "Biz Kur’an’ı yorumlarken şu şu ilkelerden hareket ediyoruz. Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarırken esas aldığımız unsurlar şunlardır" diyebilen kimse yok.
Daha kestirmeden söylersek, mesela bu kimselerin, ulemamızın ortaya koyduğu ciddiyet ve hacimde bir Usul-i Hadis’leri, Usul-i Fıkıh’ları, Usul-i Tefsir’leri ve Kelam/Akaid ilkeleri mevcut değil. Ele aldıkları her konuda bölük-pörçük, kırık-dökük bir şeyler söylüyorlar. Ama bunları bir araya getirip de bir sistem, bir metodoloji oluşturmak mümkün değil. Bu sebeple de çok sık olarak bir söyledikleri öbürünü tutmuyor, çelişkiden kurtulamıyorlar.
Tarih içinde birbirine eklenen ve birbirini tamamlayan gayretlerin ürünü olarak ortaya konulmuş bulunan muhteşem bir binayı, adına "gelenek" diyerek yıkmaya çalışıyorlar, ama kendilerinin ortaya koyduğu elle tutulur, ilmîliği isbat edilmiş bir şey yok.
Şüphesiz bu insanların ortaya koyduğu her şey yanlıştır demek istemiyorum. Söyledikleri doğru şeyler de var. Hatta belki söylediklerinin bir çoğu doğrudur. Fakat bu durum, onların temel anlayışlarının ve esas iddialarının doğru olduğu anlamına gelmediği gibi, araya sıkıştırdıkları bir iki temel yanlış, söyledikleri diğer şeylerin önemini sıfıra indiriveriyor. Mesela Sünnet’in bağlayıcılığı konusundaki tartışma böyledir. Bu kimselerin Kur’an’a yaptıkları abartılı vurgu bir anda insanlara cazip geliyor. Ama öte yanda Sünnet’in devre dışı bırakılmasının doğurduğu temel problemler, Kur’an’a yapılan vurguyu gölgede bırakıyor ve sakat bir İslam anlayışının oluşması ile neticeleniyor. Gerek Akaid’in, gerekse Usul ve Fıkh’ın ilgi alanına giren ve günümüzde yoğun olarak tartışılan bu türlü pek çok mesele var. Burada bunları tek tek sıralamanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Bunlar zaten herkesin malumu.
Beyan: Bütün bu anlattıklarınız bilinçli bir organizasyonun sonucu mudur? İsminin evvelinde Prof.-Doç. gibi unsurlar olanların çok daha cahil ve akılsız oldukları söylenemez. Bunlar bilgi ve becerilerini yıkıcı yönde mi kullanıyor?
E.S: Bu insanların ilmî bir bilgiye sahip olduklarını düşünsek bile, bilmek yeterli değil. O bilginin gereği olarak amel etmek gerekiyor. Kişinin bildiklerini önce hissetmesi, yaşaması ve tatbik etmesi lazım. Aksi halde bir kimsenin "alım" sıfatını hak etmesi mümkün değildir.
Mesela Hadis imamlarından eş-Şa’bî diye bir zat var. Hafızası çok geniş birisi. Diyor ki: "Biz hadisleri ezberlerken, onlarla amel ederek ezberlerdik. Bu bize, hadisleri ezberlemede yardımcı olurdu."
Yüce Rabbimiz (c.c), "Kulları içinde Allah’tan hakkıyla ancak alimler korkar" buyuruyor. Demek ki gerçek alım kişi, Allah Teala’dan (c.c) hakkıyla korkacak, bildikleriyle amel etme noktasında diğer insanlardan daha hassas davranacak. "Acaba yanlış bir şey söyleyip de insanların hatalı hareket etmesine sebebiyet vererek ahiretimi tehlikeye atmış olabilir miyim?" diye her yaptığını ve söylediğini kılı kırk yararcasına hassasiyet göstererek yapacak ve söyleyecek.
Bizim ulemamız ile bugün adına "ilim adamı" denen pek çok kişi arasındaki bariz farklardan birisi bu noktada kendini göstermektedir. Mesela İmam Mâlik (rh.a)’e birisi gelip bir soru soruyor. İmam cevap vermekten kaçınıyor. Soruyu soran adam cevap almak için ısrar edince şöyle diyor:
- "Yazıklar olsun sana! Bırak önce ben kendimi kurtarayım. Kendimi kurtarmadan seni nasıl kurtarabilirim?"
Yine İmam Mâlik’e, içinden çıkamadıkları yirmi küsür soruyu sorarak cevabını alması için uzak bir diyardan bir adam gönderirler. Adam günlerce yol teperek Medine’ye, İmam’ın meclisine gelir. Ders bitince adam durumunu İmam’a ileterek soruları sormak istediğini söyler. İmam müsaade eder ve adam o yirmi küsür soruyu teker teker sorar. İmam bu soruların büyük bir kısmına cevap vermeden susar. Birkaçına karşılık olarak "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" demekle yetinir ve geriye kalan bir-iki soruya cevap verir. Adam,
- "Ya İmam! Sen ne yaptın? Ben sana yirmi küsür soru sordum. Sense sadece bir-ikisine cevap verdin. Şimdi ben memleketime dönüp ne diyeceğim?" der. İmam Mâlik’in cevabı oldukça ilginç ve ibretlidir:
- "Mâlik bu işin altından kalkamadı, beceremedi dersin."
Dikkat edin, bu cevabı veren kişi, Medine alimlerinin ve ünlü Medine’li Yedi Fakih’in ilimlerinin varisi olan İmam Mâlik’tir!
Yine bizim ulemamız arasında adeta darb-ı mesel olan bir söz vardır: "Hoca’nın talebesine vereceği en önemli şey, kendisine sorulan her soruya cevap verme gayretkeşliğine girişmeksizin, "bilmiyorum" demeyi öğretmesidir" derler.
Takva, edep ve tevazu, ilim adamı olmanın vazgeçilmez şartlarıdır. İslam ilim tarihi bu hususun sayısız örneklerinin en canlı şahididir. Oysa günümüzde adı "ilim adamı"na çıkmış olan kimselere bakıyorsunuz, adeta bilmedikleri bir şey yok. Her şeyi biliyorlar. Hatta her şeyin en iyisini ve en doğrusunu onlar biliyorlar. Sadece adı "ilım adamı"na çıkmış olanlar mI? Sıradan bir öğrenci, esnaf ve iştigal sahası İslamî ilimler; olmayan söz gelimi bir mühendis, bir doktor dahi İslam ile ilgili konularda fütursuzca ahkâm kesmekten geri durmuyor.
Beyan: Bugün genel olarak Kur’an üzerinde bir ittifak var gibi. Kur’an üzerinde sağlanan bu ittifakı Sünnet’te nasıl sağlayabiliriz?
E.S: Evvela şunu ortaya koyalım: Kur’an ve Sünnet’e hakkıyla vakıf olma mertebesine erişmiş olan kimseler arasında birtakım içtihad farklılıkları bulunabilir.
Mesela "...ev lâmestumu’n-nisâe..." ayet-i kerimesinden İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri cinsel ilişkiyi anlamış. İmam eş-Şafiî hazretleri ise kadının sadece derisine, cildine dokunmayı anlamış. Çünkü ayet, "... kadınlara dokunduğunuz zaman..." diyor. Burada geçen ifade, her iki şekilde anlaşılmaya da müsaittir. Ehil kimseler arasında bu türden birtakım anlayış farklılıklarının olması normaldir.
Ancak bu durum, Kur’an ve özellikle de Sünnet’in delil olduğu noktasında bu imamlar arasında görüş farklılığı bulunduğu anlamına gelmez. Dikkat ederseniz, "Dört Hak Mezhep" tabirini kullanıyoruz. Niçin? Çünkü Dört Mezhep, Edille-i Şer’iyye dediğimiz dört delilin esas alınması noktasında ittifak halindedir. Tarih içinde bu dört mezhep ile bu konuda tavır birliği içinde olan diğer başka mezhepler de mevcut idi. Ancak bugün artık onların tabisi kalmamıştır.
Bu dört mezhep dışında kalan diğer mezheplerin bahsi geçen dört delile -ki bunlar Kur’an, Sünnet, İcma; ve Kıyas’tır- bakışlarında sakatlıklar vardır.
Demek ki, sadece Kur’an ve Sünnet üzerinde değil, İcma ve Kıyas delilleri üzerinde de keza görüş birliği sağlanmalıdır.
Kur’an üzerinde ittifak vardır dedik. Sünnet ve diğer iki delilin niçin esas alınması gerektiği hususu, Usul-i Fıkıh kitaplarında uzun uzadıya tartışılmış ve gerekçeler ortaya konmuştur.
Bugün bizim yapmamız gereken şey şudur: Benim kanaatime göre ilmî seviyelerine asla ulaşamayacağımız Müçtehid İmamlar nasıl böyle bir konsensüs [görüş ve tavır birliği] sağlamışlar? Bizler bu konsensüsün ruhuna nüfuz edebilmeliyiz. Neydi onların temel olarak bu dört delil etrafında birleştiren? Bu dört mezhep, bir aile gibidir ve fIkhî meselelerin 3’te 2’sınde ittifak halindedirler. Geriye kalan 3’te 1’lik ihtilaflı kısım ise, yukarıda bir örneğini verdiğimiz türden makul ve kaçınılmaz görüş ayrılıklarının bir sonucudur. Bu ihtilafların mantığını anlamak zor değildir.
Mesela bu ihtilaflara, "fetva" ve "takva" ölçüleri açısından bakılabilir. Nitekim Ebu’l-A’lâ Sâ’id b. Ahmed b. Ebî Bekr er-Râzî isimli alim, "el-Cem’ Beyne’l-Fetvâ ve’t-Takvâ fî Mühimmâti’d-Dîn ve’d-Dünyâ" isimli eserinde bunu yapmış, Müçtehid İmamlar arasındaki ihtilaflı meseleleri, "fetvaya uygunluk" ve "takvaya uygunluk" kriterlerine göre tasnif etmiştir.
Keza İmam eş-Şa’ranî de "el-Mîzânu’l-Kübrâ" isimli eserinde bu türlü ihtilaflı meseleleri "azimet" ve "ruhsat" bölümlemesi içinde tasnif etmiştir. Dolayısıyla bu türlü ihtilaflı meseleleri, "Mezhepleri birleştirme" sloganıyla ortaya çıkan 19. yüzyıl reformistlerinin iddia ettiği gibi, Ümmet’in parçalanması olarak düşünmek ve "Kur’an bir, Sünnet bir; öyleyse bu ihtilaflar nereden çıkıyor? Hz. Peygamber (s.a.v)’in mezhebi var mıydı?" gibi basit ve yüzeysel sloganlarla bir problem gibi takdim etmek mümkün ve doğru değildir. Ulemamız, mezheplerin ihtilafları üzerine pek çok kitap kaleme almış ve bu meseleye doğru bakış açısının nasıl olması gerektiğini ortaya koymuştur.
Bizim, "Mezhep Meselesi ve Fıkhî İhtilaflar" adıyla neşredilen bir tercümemiz de bu noktada okuyuculara tavsiye edilebilir.
Günümüzde bu delillerden nasıl hüküm çıkarılacağı konusunda bir tartışma var. Genellikle İcma ve Kıyas’ı bir delil olarak kabul etmeme eğiliminde olan bazı yaklaşımlara göre İcma bir delil değildir. Çünkü geçmişte bir dönemde yaşamış bütün Müçtehid İmamlar’ın bir meseledeki görüşlerinin bir noktada toplanıp toplanmadığını tesbit etmek çok zor idi. Yahut bunun gerçekleşmiş olduğunu kabul etsek bile, tarihin bir döneminde meydana gelmiş olan böyle bir görüş birliği bugün bizler için neden bağlayıcı olsun?
Oysa İcma konusunda gerek Kur’an ve Sünnet’teki deliller, gerekse bizzat Sahabe’nin ileri gelenlerinin tutumu, İcma’ın dinî bir delil olarak bağlayıcılığını ortaya koymaktadır. Yukarıda arz ettiğim mantığın yer yer şu noktaya kadar uzandığını görüyoruz: "Kur’an’ın ahkâm bildiren ayetleri, tarihin belli bir döneminde yaşanmış bir hadiseye cevap ve çözüm olarak inmiştir. Yani Sahabe arasında bir olay cereyan etmiştir. Hüküm bildiren ayet de o münferit olayın çözümünü göstermek için inmiştir. Dolayısıyla bugün o çözüm bizler için bağlayıcı değildir."
Biz, "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı seri çalışmamızın birinci ve ikinci ciltlerinde bütün bu konuları geniş olarak ele almış idik. Dileyen o çalışmalarımıza başvurabilir.
Kıyas’a gelince, günümüzde Kıyas’ın Şer’î bir delil olmadığını iddia edenlerin bir kısmı şöyle diyor: "Kıyas, münferit hüküm bildiren ayet ve hadislerin illetini tesbit edip, aynı illeti taşıyan, ama nasslarda açıkça bildirilmeyen durumlar hakkında da -aralarındaki illet birliğine dayanarak- aynı hükmü vermektir. Bu ise bizi parçacılığa ve lafızcılığa götürüyor. Şu halde yapılması gereken şey şudur: Mesela Kur’an ayetlerinin tümünün incelenmesi, yani tümevarım [istikra] metoduyla genel bir bakış açısı elde edildikten sonra, önümüze çıkan her probleme bu genel Kur’anî bakış açısıyla hüküm vermek. Bu durumda verilen hükümler, Kur’an’ın ruhuna uygun olarak verilmiş olacaktır."
Oysa burada gözden kaçırılan önemli bir nokta var:
Günümüzde bu türlü iddiaları ortaya atanlar her şeyden önce "Kur’an’ın ruhu" dedikleri şey üzerinde bir görüş birliği sağlayabilmiş değiller ki, bunun güvenilir bir metot olduğu konusunda ileri sürülenlerin ciddiye alınma şansı bulunabilsin! Mesela bu türlü iddialarda bulunan kimselerin, Sünnet’in hücciyyeti, şahitlik ve miras meselesi gibi kadınla ilgili hususlar, haddler ve daha bir çok noktada ileri sürdüğü ihtilaflı görüşleri ele alın. Bu konularda verilen birbirinden farklı hükümlerin hangisini "Kur’an’ın ruhuna uygun" olarak değerlendirmemiz gerekiyor?
Öte yandan Kur’an hakkındaki tartışmalar bağlamında oldukça önemli bir yer işgal eden "nesh" gibi meselelerde -ki biz kıymetli Beyan okuyucuları için bu meseleyi ilk iki sayıda ele almıştık- görüş birliği sağlamadan ortaya bütünlük arz eden bir Kur’an tasavvuru koymak da mümkün değildir.
Mesela birisi çıkıp, Kur’an’da Cehennem hakkında kullanılan bir kelimeyi, "sekar" kelimesini "bilgisayar" olarak yorumluyor. Kur’an’da "söz" anlamında kullanılan "hadis" kelimesinin, Hz. Peygamber (s.a.v)’in hadislerini anlattığını iddia ediyor. "Bu söylediklerinin, ne Kur’an’dan, ne de Sünnet’ten bir delili yoktur. Dolayısıyla bunların ilmî olarak kabul edilmesi ve de ciddiye alınması mümkün değildir" dediğiniz zaman da feveran ediyor, "Ben bunları böyle anlıyorum. Benim özgür bir şekilde yorumumu ve görüşümü ortaya koymama niçin engel oluyorsun?" diyor.
Böyle bir ortamda Kur’an üzerinde görüş birliği sağlamanın mümkün olduğunu söylemek oldukça zor görünüyor.
Dolayısıyla böyle son derece önemli meseleleri herkesin arzusuna ve keyfine göre şekillenen hususlar haline getirmeye kimsenin hakkı ve yetkisi olmamak lazım gelir diye düşünüyorum.
Bütün bunlardan sonra başa dönerek, sorunuzda yer alan husus hakkında şunu söylemeliyiz: Günümüzde yaşanan bu karmaşa ortamında Kur’an hakkında genel bir görüş birliği bulunduğunu dahi söylemek ne yazık ki mümkün değil.
Kur’an üzerinde sağlıklı bir anlayış edinme noktasında görüş birliğine varabilmemiz için Sünnet’e mutlak surette ihtiyacımız olduğunun herkes tarafından kabul edilmesi gereklidir. Esasen ulemamız, bağlayıcılık bakımından Kur’an ile Sünnet’i, meseleye kuşbakışı baktığımızda, hiç bir zaman keskin hatlarla birbirinden ayırmamışlardır. En azından dinin tebliği ile ilgili sünnetlere "gayri metluvv vahiy" ismini vererek bunların bağlayıcılığı üzerindeki doğru anlayışı ortaya koymuşlardır. Bu ne demektir? Bu, Sünnet’in de Allah Teala (c.c) tarafından indirilmiş bir vahiy olduğunu söylemektir. Yani tilavet edilmeyen, namazda okunmayan vahiy.
Bizim, bu anlayışı benimsememizi mümkün kılan, hatta zaruri kılan pek çok nokta var. Bizzat Kur’an’da, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e Kur’an ayetleri dışında da vahiy geldiğini bildiren Kur’an ayetleri bir yana -ki biz, "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı seri çalışmamızın birinci cildinde bu ayetleri geniş bir şekilde ele almıştık- İslam’ın pratik hayata yansımalarının Sünnet olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir.
Mesela namazı ele alalım. Kur’an’da sadece namaz kılınması konusunda emir vardır. Ancak namazların ne zaman, ne miktarlarda ve nasıl kılınacağına dair Kur’an’da bir sarahat yoktur. Namazın şu şu vakitlerde, şu kadar rekât kılınacağı, kıyamda şöyle durulacağı ve şunların okunacağı, rükû ve secdeye şöyle gidilip, şunların söyleneceği Kur’an’da belirtilmiş şeyler değildir. Buna rağmen bu Ümmet 1400 küsür yıldır namaz kılıyor. Peki Kur’an’da yer almamış olan bu temel ibadeti Ümmet neye göre yapıyor? İşte ulemanın, hadis-i şeriflere dayanarak verdiği cevap:
Namazın şekli, miktarları ve vakitleri, gayrI metluvv vahiy ile belirlenmiştir. Cebrail (a.s) Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e bir gün şu vakitte gelerek abdest almış ve O’na nasıl abdest alınacağını göstermiş, sonra öne geçip imam olmuş ve namaz kıldırmış. "İşte bu vaktin namazı böyle kılınacak" demiş. Sonra diğer bir vakitte gelmiş ve yine imamlık yaparak o vaktin namazının nasıl kılınacağını fiilen göstererek öğretmiş ve beş vakit namaz böylece Hz. Peygamber (s.a.v)’e öğretilmiş. O da Ümmetine gösterip öğretmiş. Buna benzer pek çok husus var. İşte biz bütün bu noktaları Kur’an’da ayrıntılı bir biçimde bulamıyoruz. Ama Sünnet vasıtasıyla biliyoruz.
Peki ne yapılmalıdır? Kanaatimize göre yapılması gereken şudur: Önce ulemamız bunu nasıl halletmiş, ona bakmalıyız. Bu noktayı sağlam bir şekilde kavradıktan sonra, günümüzde bu hususlarda ortaya atılan şüphe ve iddiaları vukufiyetle ve yetkin bir şekilde, ilmî bir anlayışla ele almalıyız. Tartışmaktan, münazaradan çekinmemeliyiz. Tabii ilmî ölçüler içinde kalmak ve ciddiyet ve seviyeyi her zaman muhafaza etmek şartıyla! Güneş balçıkla sıvanamaz. Gerçek, her zaman gerçek olarak ortada durmaktadır. Yeter ki biz ona bakmasını ve onu idrak etmesini bilelim.
Beyan: Kesin bir dille diyebilir miyiz ki, Sünnet olmadan İslamiyeti yaşamamız mümkün değildir?
E.S: Elbette! Söyleyebilir miyiz değil, söylemek zorundayız. Neden? Çünkü Sünnet’i devre dışı bırakan, Sünnet’siz bir Kur’an, Peygambersiz bir din anlayışı İslamî bir anlayış olamaz. Kur’an’da Peygamber Efendimız (s.a.v)’e itaati emir buyuran pek çok ayete rağmen, Sünnet’in ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in devre dışı bırakılabileceğini gösteren bir tek ayetten bile söz edilemez.
Beyan: Malum çevreler Sünnet’i tamamen yok saymıyorlar, işlerine gelenleri kabul ediyorlar. Bu duruma ne diyebiliriz?
E.S: Sünnet’in tamamen devre dışı bırakılmasıyla, sözünü ettığiniz bu anlayışın temelde bir farkı yoktur. Çünkü tıpkı Kur’an gibi Sünnet de, bizler uyalım, tabi olalım diye vardır. Nasıl Kur’an ayetleri içinden işimize gelene uyup, işimize gelmeyeni terk etmek gibi bir selahiyetin sahibi değilsek, aynı şey Sünnet için de geçerlidir. Allah Teala (c.c) Kur’an’da, "Şu şu ayetlere uymak zorundasınız, ama şunlara uymak zorunda değilsiniz" gibi bir çerçeve çizmediği gibi, Hz. Peygamber (s.a.v) de -özellikle dinin tebliği, Kur’an’ın beyanı ve ilahi emirlerin pratik hayata yansıması bağlamındaki- Sünnetler hakkında böyle bir ayrım yapmış değildir. Ümmet’in uymakla yükümlü olduğu Sünnetlerin diğerlerinden nasıl ayırdedileceği, bu konudaki kriterlerin neler olduğu, ulemamız tarafından yapılan çalışmalarla ortaya konmuştur. Mesela Malikî mezhebi alimlerinden el-Karâfî’nin, "el-İhkâm" isimli eseri, bu konuda zikredilmesi gereken temel eserlerden birisidir. el-Karâfî bu eserinde, Hz. Peygamber (s.a.v)’in uygulamalarını, "Resul", "Devlet Başkanı", "Kadı" ve Müftü" sıfatlarıyla yapılmış tasarruflar olarak taksim ediyor ve bunlar içinde bağlayıcı olanların hangileri olduğunu gerekçeleriyle izah ediyor.
Dolayısıyla bahsettiğimiz "malum çevreler"in, hemen her konuda olduğu gibi, Sünnet üzerinde de ayrıntılara inildikçe bir araya getirilmesi mümkün olmayan görüşler ileri sürdüklerini görüyoruz. Müçtehid İmamlar’ın, fıkhî meselelerin 3’te 1’lik bölümünde bile -makul gerekçelerini yukarıda kısaca ortaya koyduğumuz tarzda- ihtilaf etmesini her fırsatta istismar ve karalama vesilesi yapanların, önce kendi aralarında sergiledikleri korkunç boyutlardaki görüş farklılıklarını izah etmeleri gerekir.
Beyan: Bütün bu ayrı görüşleri bir araya getirip, orta yolda ittifak etmek mümkün değil mi? Bu ayrılıkların kaynak noktası neresidir?
E.S: Ortak bir metodolojide buluşabilseler, ittifak temin etmek mümkün olacak. Ama böyle bir ortak metodolojileri yok.
Şimdi aklıma bir olay geldi, onu nakledeyim: Hz. Ali; (r.a), Haricîler’le münakaşa ve münazara etmesi için Abdullah b. Abbas (r.a)’ı görevlendirir ve ona şöyle der:
- "Onlarla tartışırken Sünnetlerden delil getir." İbn Abbas; (r.a) der ki:
- "Ey Mü’minlerin Emiri! Biz, Peygamber (s.a.v)’ın akrabalarıyız, amca çocuklarıyız. Kur’an bizim evlerimizde nazil oldu. Dolayısıyla hangi ayetin hangi olay hakkında nazil olduğunu ve hangi ayetin ne anlattığını iyi biliriz."
Hz. Ali’nin (r.a) cevabı çok ilginçtir. Der ki:
- "Evet, doğru söylüyorsun; biz bunları herkesten daha iyi biliriz. Ama tartışmayı sadece Kur’an ile sınırlı tutarsan, bir netice alamazsın. Çünkü Kur’an "zû vücûh"tur." Yani Kur’an ayetleri pek çok manaya ihtimallidir. Yahut Kur’an’dan, onların da kendi görüşlerine delil olarak getirebilecekleri ayetler bulmaları kolaydır. Onun için Kur’an’ın beyanı olan ve murad-ı ilahîyi yakalamanın vazgeçilmez unsuru olan Sünnet’i delil getir.
Şimdi dikkat edin. Konuşmamızın başında adını zikrettiğimiz bütün o fırkaların her biri, görüşlerinde Kur’an ayetlerine dayanıyor. Yani Hz. Ali (r.a) çok önemli bir noktanın altını çiziyor.
Hemen burada çok küçük bir örnek vereyim: Mesela İslam Tarihi’nde, Cebriyye diye bir fırka var. Yukarıda sözünü ettiğimiz Mu’tezile’nin tam karşısında yer alan bir fırka. Cebriyye diyor ki: "İnsanın elinde hiç bir şey yoktur. İnsanın iradesi diye bir şey söz konusu değildir. İnsan, Allah Teala’nın (c.c) kendisi için ezelde takdir ettiği şeyleri yapmaya mecburdur."
Bunu ileri sürerken de birtakım Kur’an ayetlerini delil getiriyor. Mesela diyor ki: Kur’an’da, "Savaşta onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları." "(Ok) attığın zaman da sen atmadın, Allah attı onu" buyurulmaktadır. Demek ki, kulların fiili olarak Kur’an’da zikredilen hususların hepsi mecazen kullara isnat edilmiştir. Savaşta atlan oklar dahi insan tarafından atılmamıştır. Onları atan Allah Teala’dır. Allah Teala öyle dilediği için kul o oku atmaya mecburdur."
Oysa Kur’an’da bu bakış açısını çürüten onlarca ayet vardır. Burada bunların ayrıntısına girmemiz mümkün değil. Konuya dönecek olursak, ilk bakışta birbirine zıt gibi görünen Kur’an ayetlerinin mevcudiyeti bir vakıadır. İşte burada ortak bir metodolojide buluşabilmemiz için, Kur’an tarafından kendisine Kur’an ayetlerini beyan etme, açıklama vazifesi verilmiş olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’ni, Kur’an’ın doğru biçimde anlaşılabilmesi için mutlak surette bir merci olarak kabul etmek zorundayız.
Bundan sonra Sahabe’nin tefsirleri, nüzul sebeplerini anlatan rivayetler, Arap dilinin özellikleri vesaire gelir. Bütün bu noktalarda görüş birliğinin tesis edilmesi lazım.
Beyan: Bu bahsettiğiniz manada bir metodu günümüzde uygulamamız mümkün müdür?
E.S: Elbette mümkündür, hatta zaruridir. Burada kullandığımız "metod" kelimesi, bir hareket tarzını ifade etmektedir. Kur’an’a şu ya da bu şekilde yaklaşmanız, onu şu veya bu kriterler doğrultusunda anlamaya çalışmanız, zaman ile ilgili bir husus değildir. Onu herhangi bir zaman diliminde istediğiniz bir anlayış metodu ile anlayıp açıklamaya çalışabilirsiniz. Yeter ki, uyguladığınız ve takip ettiğiniz metot doğru olsun, ilmîliği ispat edilmiş bulunsun.
Şimdi bakın, günümüzde şöyle bir anlayış var: Diyorlar ki: "Kur’an’dan başka bir kaynak ve delil tanımayız. Neden? Çünkü Allah Teala (c.c) Kur’an’ı koruyacağını bize vadetmiş. Ancak Sünnet için böyle bir vaat ve garanti yok. Sünnet’in naklinde işin içine beşer unsuru girmiştir. Tarih içinde uydurulduğu bilinen pek çok hadis vardır. Hadis ravileri, hadisleri naklederken bir takım tasarruflarda bulunmuşlardır. Dolayısıyla hadislere güvenmemiz mümkün değildir. Şu halde yapılması gereken şudur: Önce Kur’an ile doğrudan, aracısız bir şekilde yüz yüze gelelim. Onu anlayıp idrak edelim. Hadis külliyatı içerisinde de Kur’an’a uyanları alalım, Kur’an’a aykırı olan rivayetleri terk edelim."
İlk bakışta gayet olumlu ve mantıklı gibi görünen bu yaklaşımın altını biraz eşelediğimizde, ortaya çok ciddi problemlerin çıktığını görüyoruz.
Mesela bir hadisin Kur’an’a uygun olup olmadığını nasıl tespit edeceğiz? Günümüzde yaygın olarak yapılan şudur: Ben bir A şahsı olarak Kur’an’ı açıp okuyorum ve kendime göre bir Kur’an anlayışı geliştiriyorum. B şahsı da aynı şeyi yapıyor ve o da kendisine göre farklı bir Kur’an anlayışı geliştiriyor. Şüphesiz burada kişilerin ilmî seviyeleri, altyapıları, yetiştikleri kültürel ortam vs. gibi pek çok unsur belirleyici oluyor ve bunun neticesinde de farklı Kur’an anlayışları ortaya çıkıyor.
Sonra bu A şahsı veya B şahsı çıkıp diyor ki: Falanca hadis Kur’an’a aykırıdır.
Ama oturup düşünmüyoruz ki, acaba bizim Kur’an’dan anladığımız şeyin doğru olduğunu kim belirleyecek? Bunu bize kim garanti edebilir? Şu halde güvenilmez olan, Kur’an’a aykırı olduğu söylenen hadisler midir, yoksa Kur’an anlayışları mıdır? Bu, hayati önemi haiz bir sorudur ve cevabı henüz tatmin edici bir şekilde verilebilmiş değildir.
İşte bu "malum çevreler"e mensup bir kısım kimseler, başörtüsünün Kur’anî bir emir olduğunu, Mirac’ın hak ve gerçek olduğunu, kabir azabını, Mizan’ın, Sırat’ın hak olduğunu söylerken, diğer bir kısmı tam tersini iddia ediyor. Şimdi burada bir sakatlık var. Bu iki insan aynı noktadan hareket ediyor; yöntemleri, metotları aynı, yapmak istedikleri aynı, iddiaları aynı. Fakat biri sağ tarafa gidiyor, diğeri sol tarafa.
Şimdi bizler ne yapmalıyız? Oturup bu alanda kendimizi baştan sorgulamamız lazım. Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki:
"Allah Teala (c.c) ilmi insanlardan zorla söküp almaz. Ancak alimlerin ölümüyle alır. Alimler ölür ve geriye cahiller kalır. İnsanlar da alim bildikleri o cahil kimselere gidip meselelerini arz ederler. Onlar da ilimleri olmadığı için yanlış fetvalar vermek suretiyle hem halkı saptırırlar, hem de kendileri sapıtırlar."
Günümüzde bu hadis-i şerifin anlattığı olay fiilen yaşanıyor. Adı "alim"e çıkmış bir takım insanlar var. Hele isminin başında Prof. Dr. yazıyorsa o kişi artık bu işin uzmanıdır. O her şeyin en iyisini ve en doğrusunu bilir. Bu anlayışı sorgulamamız lazım. Ciddî ilim adamı eksikliği mevcut.
Beyan: Eski ulema ile ilgili aklımızın almadığı bir konu da, bu insanların yazdığı eserler. Bir çoğunun yüzlerce cilt eser yazdığını görüyoruz. O zamanın şartlarını düşündüğümüzde bir insanın ömrünün bu eserleri yazmaya yeterli olmadığını görüyoruz. Bu insanlar bu eserleri nasıl meydana getirdi?
E.S: Geçmiş ulemaya bu kadar atıf yapıyoruz. Elbette bunun bir sebebi var. Onların himmetleri, gayretleri, sabırları, ilmî kapasiteleri, ihlas ve takvaları şimdiki insanlarla kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahip. Geçmişte öyle çalışmalar yapılmış ki, bugün bunları bizim havsalamız almıyor.
Bakın size birkaç örnek vereyim: Yakın geçmişte yaşamış bir alım, Muhammed Zahid el-Kevserî (rh.a). Talebesi merhum Abdülfettâh Ebû Gudde’nin naklettiğine göre el-Kevserî merhum, el-Aynî’nin "Umdetu’l-Kaarî" isimli eserini 20 kere baştan sona mütalaa etmiştir. Burada yapılan iş, "okuyup geçmek" değil. İnceleyerek okumuş. el-Aynî’nın bu eseri, "Sahîh-i Buhârî"ye şerh olarak yazılmış ve bir kaç baskısı yapılmıştır. Bendeki baskısını esas alarak söylüyorum: Bu eser büyük boy 24 cilttir ve her sayfasında ortalama 30’dan fazla satır vardır. Üstelik küçük harflerle dizilmiştir.
Şimdi bırakalım el-Aynî’nin bu eserini, onun aslını teşkil eden "Sahîh-i Buhârî"yi bu insanların kaçı baştan sona okumuştur acaba? Bu kitaptan metni ile senedi ile kaç hadisi ezberden nakledebilirler? Buna ben de dahilim. O halde eğri oturup doğru konuşalım; biz bu ilim mirasının liyakatli evlatları değiliz.
Yeryüzünün en görkemli medeniyetlerini Müslümanlar kurmuştur. Bir Osmanlı medeniyeti, bir Endülüs medeniyeti böyledir. Osmanlı Devleti -kavram olarak Osmanlı devletine "imparatorluk" demek yanlıştır-, yeryüzünün en uzun ömürlü devletlidir. Bütün bunları yapan, şüphesiz ki ulemamızın, ilim, fikir, sanat ve devlet adamlarımızın olağan üstü gayret ve himmetleriydi.
Bakın, Hanbelî mezhebine mensup Ebu’l-Vefa b. Akîl isimli alimin, Bütün ilim dallarını ihtiva eden 400 (dörtyÜz) ciltlik bir eseri bulunduğunu kaynaklardan öğreniyoruz.
Hanefî mezhebinin ikinci imamı İmam .i.Ebû Yusuf, bilindiği gibi Abbasî Devleti’nin başkadısıdır. Bu resmî görevi yanında, pek çok talebe yetiştirmiş ve eserler yazmıştır. Onun, diğer eserlerini bir kenara bırakalım. Talebelerine söyleyerek yazdırmak suretiyle vücuda getirdiği "el-Emâlî" isimli eserinin 300 (üçyüz) cilt olduğu söylenmektedir.
Yine bu babda İmam es-Suyutî de enteresan bir örnektir. Yazdığı eserlerin sayısı 730 civarındadır. Üstelik İmam es-Suyutî, eserlerinin çoğunu, 40 yaşından sonra uzlete çekildiğinde yazmıştır.
Keza Ebu Ali Hüseyin b. Muhammed el-Mâsercisî, "el-MÜsned" isimli 1300 (bin üçyüz) cüzlük bir eser yazmıştır. Yine Hadis ulemasından Ebu Hatim el-Abdevî’den, 10 kişi, 10.000 (on bin) cüzlük hadis yazmışlardır. Ebu’l-Fadl el-Felekî isimli alimin, 1000 (bin) cüzlük "et-Tabakât" isimli bir eseri vardır.
Son bir örnekle bitirelim: Hindistan’lı Rabbanî alim Muhammed Eşref Ali et-Tanevî merhum bu yüzyılın ortalarında vefat ettiğinde geriye, telif, imla, fetva ve vaz-u nasihatlerinin kaleme alınmasıyla vücuda getirilmiş 1000 (bin) ciltlik muazzam bir kütüphane bırakmıştı.
Bu doğrultuda daha pek çok örnek sayılabilir. Ama ibret almasını bilenlere bu kadarı bile fazladır.
Şüphesiz ki onlar da birer beşer idiler. Hastalık, yorgunluk, yaşlılık, uyku ve dinlenme ihtiyacı, günlük meşguliyetler, resmî vazifeler, talebe yetiştirme ve benzeri hususlar onlar için de geçerliydi. Üstelik onlar, ibadat-u taatlerini da hiç aksatmayan insanlardı. Hatta kendilerine vird edindikleri nafile namaz, Kur’an tilaveti gibi şeyler de vardı. Ama onlar, bütün bunlara ve değindiğiniz zor şartlara rağmen bu kadar eseri meydana getirebildiler. Bu, tabii ki onların ihlaslarından, samimiyetlerinden, sa’y-u gayretlerinden ve dolayısıyla Allah Teala’nın (c.c) onlara yardımından kaynaklanıyor.
Burada değinmemiz gereken bir nokta da şudur: Günümüzde artık branşlaşma söz konusudur. Mesela bir kimse Hadis ilmi alanında profesör olur, bu dalda uzmanlaşır. Ona, gel İbn Hacer’in, el-Aynî’nin, ez-Zehebî’nin veya es-Suyûtî’nin el attığı ilim dallarında tıpkı onlar gibi kaynak olarak kullanılabilecek değer ve ciddiyette eser yaz desen, "benim branşım değil" der. Haydi bunu kabul ettik; sadece Hadis konusunda o değer ve seviyede eser yaz desen, onu da yapamaz. Hasılı günümüzde alim olmak demek, eski alimlerin yazdıklarını öğrenmek demektir. Yani günümüzün alimleri, geçmiş ulemanın talebesi seviyesinde bile değil. Niyetimiz kimseyi karalamak ya da küçümsemek değil, ama vakıa bu.
Dolayısıyla bizler önce oturup kendi aczimizi idrak ve sahip olduğumuz kültür ve ilim mirasının eşsizliğini ikrar etmeliyiz.
Beyan: "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı eserinizi zevkle ve istifade ederek okuduk. Bu noktada yeni çalışmanız var mı?
E.S: "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adıyla başlattığım seri çalışma, 4 ya da 5 ciltte tamamlanacak inşaallah. Eğer maksat hasıl olursa, bu seriyi o noktada tamamlamayı düşünüyorum.
Ancak çalışmalar bitmeyecek tabii. Bu seriden sonra, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat akidesini günümüz insanının anlayabileceği tarzda yeniden sunmayı hedefleyen bir çalışmanın alt yapısını hazırlıyorum. Bununla birlikte, Ümmet’in gündemini işgal eden diğer konularla ilgili çalışmalar da hedefler arasında. Gerek telif, gerekse tercüme olarak Ümmet-i Muhammed için faydalı ve zaruri gördüğüm eserleri okuyuculara takdim gayretim devam edecek.
Beyan:Beyan okurları için son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
E.S: İçinden geçmekte olduğumuz, her bakımdan sıkıntılı şu dönemde, şu netameli günlerde birbirimize daha çok yaklaşalım, dua edelim, birbirimizin yardımına koşalım, birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye edelim. Allah Teala (c.c) yar ve yardımcıları olsun
YORUMLAR
Asra yemin olsunki hüsrandadır insan..
ve Asra yemin olsun ki sabır en kutlu ilaçtır..
kazançtır
ve kazananlar
birbirlerine Hakkı ve sabrı tavsiye edenlerdir..
ve onlar ebedi galipdirler .
Regaip kandilini en içten dileklerimle kutlar Rabbi Rahimden tüm hayır dua ve dileklerinizin avcunuza bırakılmasını dilerim..
geveülhayre efendim..
Allah’tan bağımsız yaşam alanları tasarlandıkça tevhitten; tahakküm ve kudret anaforuna kapıldıkça adâletten; dünyevîleştikçe ahiret bilincinden; kendimizi müstağnî gördükçe sorumluluktan; dürtülerimizi ilahlaştırdığımız sürece erdemden; onaylanma, takdis ve menfaat umdukça salih amelden peyder pey uzaklaşılmıştır