- 1758 Okunma
- 13 Yorum
- 0 Beğeni
KONUŞAN BAYKUŞ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Evimin işini yaptıktan sonra akşam için yaptığım yemeğin altını kapatıp derin bir ‘oh’ çekmiştim.
’Bugün de işler bitti. Yoruldum; ama deydi. Kendimi ödüllendirmeliyim.’
Buz dolabını açıp, büyükçe bir portakal seçmiştim kendim için.
Mutfak masasına oturup özenle soyup bir dilim ağzıma atacağım sırada, terasta beslediğim boxer cinsi buruşuk suratlı köpeğim açık olan mutfak penceresinden iki ayağını birden içeri uzatıp, çenesini pencerenin pervazına dayamıştı.
İri kahverengi gözlerine olanca masumiyetini takınıp, suratını biraz daha buruşturup, siyah dudaklarını ’mır mır mır’ yaparak konuşmaya başlamıştı .
Ben onu anlıyordum bana şuan diyor ki:
-Sen içeride buz gibi portakalı yerken ben burada sıcak terasta canım çıkıyor; benim canım yok mu ?
-Tamam anladım Efe, canın portakal istedi. Deyip elimdeki dilimi ona fırlatmıştım.
Gözleri sevinçle parlayarak kocaman ağzını açmış, portakalı cuk diye çiğnemeden yutmuştu.
Bir dilim daha bölüp ağzıma atarken aynı hareketi yine yapmıştı.
Onu da atmıştım. Hemen kapıp, bir daha, bir daha derken ben bir dilim portakal yemeden benim portakal bitmişti.
Ben bu hayvanı anlıyordum; oda beni anlıyordu.
Yalnızken benimle insan gibi konuşur, tam olarak kelimeleri telaffuz edemese de, ben onun ne demek istediğini anlıyordum.
Aniden içeriye benden başkası girerse hemen toparlanır, ciddi bir tavır takınırdı. Sanki az evvel konuşan o değilmiş gibi...
Efenin bu durumu beni alıp maziye götürmüştü. yıllar önce ben dört beş yaşlarında iken, Almanya işçi alıyordu. Pasaport parasını bulan köylü, Almanya’ya gidiyordu.
Bizim evde eksik olmayan kavgalardan biri daha yaşanıyordu bu sabah.
Ama bu defa konusu biraz farklı gibi gelmişti bana.
Katırın satılması gerektiğini söylüyordu babam; dedem şiddetle karşı çıkıyordu.
-O benim elim ayağım, onu satarsam çifti neyle sürerim?
Çok rezil oluruz çok!
-Hele ben bir Almanya’ya gideyim, senin istediğin katır olsun; çift çift katır alırım sana. Şimdi katırı satmazsak ben pasaportu nasıl çıkartırım, İstanbul’a nasıl giderim?
Sonunda babam galip gelmişti kavgadan ve katır satılmıştı.
Babam gidecek; herkes hem mutlu hem hüzünlüydü.
Dedem ile ninem, ne kadar kavga ederse etsinler, oğullarıydı sonuçta, seviyorlardı babamı.
Araya hasretlik girecek; ama öbür taraftan çok para kazanacak, ele güne muhtaç olmayacaklardı. Babam herkesle vedalaşmıştı. Beni kucağına alıp öpmüştü.
-Söyle bakalım tatlı kızım, sana ne getireyim Almanya’dan?
-Ben, kırmızı ayakkabı , pembe elbise, saçlı bebek isterim!
Babam ile dedem at arabasına binerek erkenden yola çıkmışlardı. Şehre kadar at arabasıyla gidecek, orada İstanbul’a giden ilk otobüse binecekti babam.
Annem koyunları sağıp çobana emanet etmişti.
Sarı ineği damdan dışarı çıkarıp, benim elime bir sopa vermişti.
-Hadi kızım sen ineği sığıra kat gel.
(İnekler sabah köyün ortasında bulunan meydanda toplanır ayrı bir çoban tarafından güdülürdü )
Ben ineği çabucak götürüp annem evden gitmeden gelmiştim; babam gitmişti annem de gitmeden yetişeyim diye olanca gücümle koşmuştum. İki kanatlı tahta kapıyı bütün gücümle iterek içeriye girmiştim.
Annem, kayrak taşlarıyla döşenmiş avluya, damdan eşeği çıkarmış, heybeyi yerleştiriyordu.
Heybenin bir gözüne su testisini, diğer gözüne gün içinde yiyeceği çıkını itina ile yerleştirmişti.
Eşeğin yularından tutup, koca kapıdan dışarı çıkarken annemin basma elbisesinin eteklerinden çekerek:
-Anne! Gitme ben ne yapacağım? Kiminle oynayacağım gitme! Diye ağlamaya başlamıştım.
Eşeği kapının büyük demir halkasına bağlayan annem, koşarak taş merdivenleri çıkmıştı. Bir süre sonra, boşaltılmış kesmeşeker kutusuna bir metre kadar ip bağlayıp elime vermişti.
-Bak sana araba yaptım, bununla oyna, hadi benim tatlı kızım, hem baban Almanya’dan gelirken sana bebekte getirecek; gelince onunla oynarsın.
Annemin elinden ipli arabayı alıp, ipin ucundan çekerek sürüklemeye başlamıştım.
Annem çoktan gitmişti.
Evin önündeki gölün kenarından ağır ağır yürüyerek söğüt ağaçlarının dibine gelmiştim. Gübre yığınından birkaç tane pislik böceği bulup arabama koymuştum.
-Bakın böcekler, ben sizi arabayla Almanya’ya götüreceğim. Deyip, karton arabamın ipini çekerek gölgelerde gezdirmeye başlamıştım.
Sokağın köşesinden, taş yığınlarının arkasından, Ahmet Amcanın oğlu Hüseyin, yanında başka bir çocukla bana doğru geliyorlardı.
Bu çocukları hiç sevmiyordum. ‘Bakalım bugün hangi yaramazlıkları yapacaklar.’
Onlara hiç aldırmadan böceklerimle konuşuyordum.
Burnunun üzeri güneşten soyulmuş, sarı saçları kirden ip ip olmuş, üzerinde Arapların giydiği elbiseler gibi, dizden aşağı inen uzun bir fistanıyla, Hüseyin yanıma yaklaşıp:
-Emine imdik pabucu dimdik, Emine imdik pabucu dimdik!
Diye sesinin çıktığı kadar bağırıyordu. Ayaklarıma bakıyorum, bırakın dimdik olmasını, ayağımda pabuç bile yoktu. Ayaklarım nasırlaşmış, altına batan dikenlerden kevgir gibi olmuştu. Dikenlerimi çıkaran yok, annemim hep işi var, ninemin gözü görmez, uzun dikenleri kendim çıkarıyorum, kısalar kalıyordu.Onların ayaklarına bakıyorum, benimkinden farkı yoktu. Bütün gücümle bağırıyorum:
-Babam bana Almanya’dan kırmızı pabuç, pembe elbise, saçlı bebek getirecek!
Onlar hala takılmış plak gibi tekerlemelerini söylüyorlardı.
Hiç alınmıyordum, ‘pabucum yok ki; ucu dik olsun.’
Akşam güneş kavuşmak üzereyken, gölün üzerindeki yoldan uzakta annemi görüyorum. Bütün hızımla koşuyorum, anama.
Annem kıyıdan köşeden topladığı odunları büyük bir bağ yapıp eşeğin üzerine bağlamıştı.
Elinde çapası, başında yazması; geliyor anam.
Yanına gelince soluk soluğa kalmıştım.
Elindeki çapayı heybeye sokan anam eğilip beni kucaklıyor.
Çok mutluydum, annemin kucağındaydım. Böylece eve kadar annemin kucağında gelmiştim.
Akşam namazı için abdestlikte abdest alan ninem, anneme:
-Gelin, bırak o sıpayı! Kocaman oldu.Hâlâ kucaklıyorsun. Oyalanma sarı inek geldi. karanlık basmadan gir dama; sağ. dedi.
İstemeyerek annemim kucağından inmiştim.
Annem dama inek sağmaya girmişti. Ben ninemin bıraktığı abdest tasını elime almıştım. bir elime de düzgün bir taş alıp, tahta iskemleye oturmuştum.
Suyu döküp taşla ovuyordum, biraz olsun ayaklarım beyazlarda dikenleri daha kolay görürüm; ama nafile, yengem başıma dikildi:
-Sen ne yapıyorsun bakayım; ben o suyu taaa köy çeşmesinden sen ayaklarına dökesin diye mi getirdim?
Elimden tası alıp kolumdan tuttuğu gibi içeri fırlatmıştı. Ninem ocağın yanında akşam için tarhana pişiriyordu.
Ben içimden kızıyordum, ‘ayaklarım yıkanmadı, yengem uyusun kalkar yıkarım.’ Tekrar dışarı çıkmıştım.
Tahta korkuluklara tutunup etrafı seyre dalmıştım. Bir ses ‘Emine’ ,dedi.
Etrafıma baktım kimseler yoktu. Bir daha baktım, sesin sahibini bulamıyordum.
Bahçenin öbür ucunda, köyodasının çatısında baykuş vardı sadece. Dikkatle baykuşun gözlerine bakıyordum. Baykuş kendisine baktığımı görmüştü.Bana:
-Müjde baban geliyor, müjde baban geliyor.
Taş merdivenleri koşarak aşağı inmiştim. Annem elinde süt kovası damdan çıkıyordu.
-Anne babam geliyor, babam geliyor!
Zavallı anam şaşkın:
-Sus. Daha gideli üç gün oldu, nasıl gelir? Elimle çatıdaki baykuşu gösteriyorum.
-O dedi.
Annem başını kaldırıp, köyodasının çatısına bakarak:
-Git oradan uğursuz kuş. Bakma kızım sen ona; kuşlar konuşmazlar.
‘Ama konuşmuştu; ben duydum. Annem bana inanmıyor, başkası inanır mı? En iyisi kimseye söylemeyeyim.’
Akşam yemeğini yiyip yatmıştım.
Moralim bozulmuştu. Ayaklarımı bile yıkayamamıştım. Oysa ayaklarımı yıkamadan yatmazdım. Gözlerimi açtığımda, duvardaki büyük çiviye asılmış, pembe elbiseyi görünce gözlerime inanamamıştım.
Etrafıma bakındım, yüklüğün kelebekli yeşil perdesi aynıydı, camın yanındaki divanın üzerindeki çizgili örtü aynı, evdeydim ben. Rüyada görmüyordum. Yatağımdan kalkıp, etrafıma bakınınca, yan yatakta babamı görmüştüm.
Koşup yatağına giriverdim. Sarıldım, sıkıca boynuna, ‘babam gelmiş, kuş bana doğru söylemiş.’
Sabah kahvaltıda dedem :
-Şimdi ne edeceğiz, Diken kuşu? Katırı da sattık, sen çürüğe çıktın, Alamana gidemedin.
Diken kuşu: Diken kuşu babamın lakabı, doğduğunda görmeye gelen komşu kadınlar, ‘çok küçük bu kızan, diken üstündeki kuş gibi’ demişler, O günden sonra diken kuşu olmuş babamın adı.
Yazan: Emine uysal 20/06/2009
YORUMLAR
yazın hakkında tek bir kelime söyleyebilirim çok güzel..
beni duygulandırdı her aman hasret duyduğum ailemi bir kez daha hatırladım..
saol şairem..
ve her genç kızın hayalidir___kırmızı ayakkabı , pembe elbise, saçlı bebek..
tıpkı anlşattığın gibi..
sanırım sonunda çom dramatik.
başın sağ olsun..
seni kutlarım.
kalemindeki mürekkep asla bitmesin..
şairem..
babanın çocuklara verdiği önemi anlatmış..
bu özel günde..
sevgiyle..
bir babanın evladına verdiği değerdi benim için duvarda asılı pembe elbise.ciddi bir hastalıkda olsa yakasında döndüğü yerde en değerli varlığı onun kızıydı...ne mutlu size...ve bu değeri sımsıcak bir yazıyla aktardığınız için bizlerde çok şanslıyızki bu değeri bir kez daha elleirnizden okuduk..teşekkürler bu harika yazı için .saygılarımla.
Süleyman A.S. Hüdhüd ile konuşurdu. O tüm hayvanların dillerini bilirdi. Hayvanlar da birbirleriyle konuşurlar. Karıncaların bile birbirleriyle konuştukları saptandı.
Hakkı yenen kişiler, kimsesizler Allah'a daha yakındır ve Allah onlara kerametler lutfeder. Onlara dELİ derler. VELİdirler.
Kutluyorum, hâl çocuk kadar saf kalabilen yüreğinizi...