Ebuzer
Bu kısa ve değerli hayat fırsatında bir anımı bile azimet, isyan ve tefekkürü; saadet, huzur ve zevke tercih ederken azıcık da olsa tereddüt eden kişileri övmeye ayırmaktan korkarım.
Derisinin altında dopdolu huzur ve zevk yağlarını kökleştirmiş, zevk ve lezzetten ıslanmış gözlerini utançtan tembel ve ağır göz kapaklarıyla örtmeye çalışan cüsseleri görmekten kaynaklanan mide bulantısını hiçbir zaman kendimde hissetmek istememişimdir.
Ben, zarif kakma ve çini ustalığı, ince ve nazik süslemeler yerine inatçı dağları, gökyüzünü kaplayan öfkeli tufanları, kararlı kışları ve geçilmez, haşin, büyük çölleri sanatına konu edinenleri sevmişimdir. Daima mağrur dağ kartalları ve uzak çöllerin yabani çiçeklerinden ilhamla yazılan şiirde, kafeslerde ötüşen rengarenk kanaryalar ya da gül bahçesinde yetişen nazik bir gülü metheden şiirden daha fazla heyecan hissetmişimdir.
Evet! Yüksek zindan duvarlarının arkasında, cellatların vahşi gözetimi altındaki bir şairin işkence altında ördüğü şiir daha güzel ve daha şereflidir. Mangal altında müzik ve şarap peşinden tamamlanan şiir daima bu şereften mahrumdur. Nazizmin işlediği cinayetlerden tüylerim diken diken olur. Ama Wilhem’in seçkin, şehvet dolu, çirkin iktidarının, Hitler’in ordusunun ayakları altında ezildiğini görünce, kendimde Hitler’in ordusunu övme hissi uyanmasına engel olamıyorum.
Tarihin lezzetli ve hoş kokulu meyveleri, azimet kalesine yükselmek için mutluluğu vadinin derinliklerine atmış acıyı seven kişilerdir... Sıkıntıdan zevk alan yürekler...
Güzellik ve letafetini, kırışıklık ve kararlılıktan alan çehreler, yakıcı, taşlı çöllerde koşmayı yumuşak sahnelerde dans etmekten daha çok seven yiğit ayaklar... Peygamber şöyle diyor: “Her dinin bir ruhbanlığı vardır. Benim dinimin ruhbanlığı savaştır”. Bir insan fırtınanın ortasında savaş sancağını oğluna verir ve şöyle der: “Dağlar titresin; ama sen titreme, dişlerini öfke ile sık, başını Allah’a ısmarla, iki ayağını toprağa çivile, bakışlarını düşman ordusunun üzerine dik, tehlikeyi görmezden gel ve bil ki, zafer Allah’ın elindedir."
O ki şöyle dedi: “Hayat, iman ve cihad’dır.” takdiri insanın ayaklarına seren parmak uçları kuvvetli ormanların dibine kadar inilti çeker. Beyaz elbiseler giyip kızgın alevler arasında mutluluğu azimet için yakan kadın. Ürkütücü gece yarılarında suskun siperlerde esir halkı için “unutulacak defterleri” yazan korkusuz ve kararlı kalemler. Ve nihayet bölgelerinin müstahkem kalelerini yıkmak için ölen kadınlar ve erkekler...
... Azimetin yaratıcıları bunlardır.
Kalemin bu sayfaları gurur ve onurla yazıyor. Zira bu öyküde rol alan kahraman, izleyicilerini şehvetle coşturmak için pistte dans eden bir dansöz değildir. Dumanlı meyhane havasında yada dumanları tavana yükselen mangalın başındaki şair değildir. Pier Luis’in kurguladığı karakterlerden biri de değildir.
Paris’in kötü şöhretli sokaklarındaki bodrum katlarındaki kabarelerin sürekli müdavimi değildir. Hollywood’dan ilham alan kokuşmuş aşk öykülerinin, dünyanın her yanından her birinin şehvet ve çirkef eken insanları kendine çeken Kapri adasının cilve tutsakları değildir.
Her sabah süt banyosunda dinlenen, yumuşak tenli, güzel bedenli, yağlı kremlerin yüzünü aydınlattığı, göğüslerinin arzulu titreyişi yüzlerce yazara ekmek ve şöhret kazandırmış cilveli bir star değildir.
Bu öykünün kahramanı çölün cesur çocuğudur, bütün yokluk ve yoksullukla birlikte devamlı hayâsını korumuş mağrur çöl evladıdır. Öyle ki gökyüzü ona ağlamıştır. Denizlerin kıyısına oturmuş, yüzyıllardır güneş altında susuz kalmasına rağmen onurundan, su içmek için denize baş eğmemiş çöl çocuğudur.
Yanık buğday tenlidir. Çölün sertliği çehresine yansımış, kırışık derisi Arabistan güneşinin altında kavrulup kararmış deri parçası gibidir. Çöl sıkıntı ve zorluklarının biraz büktüğü zayıf ve uzun boyu vardır. Zayıf ve kemikli göğsünden yiğitlik damlar. Çölün yakıcı ateşinden aldığı yiğit gözleri vardır.
Bu hikaye bir kabile arasında kopan ve bir çölde dinen fırtınanın macerasıdır.
... Gıfardan bir adamın macerasıdır.
Ali Şeriati