- 1239 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Ben -XIV- Serbest Korsan Yazım
Ne kadar şanslı bir kulum ben...
Serbest kelimesinin anlamını öğrendiğimde, bir bilgi daha edinebilmiş olmanın şükrü içinde, içimden geçen sevincin dilimden dökülme ifadesi idi bu.
Serbest...
Ser: kafa, best ise bağlı anlamına gelirmiş. Birleşimi ise günümüzde ‘’özgürlük alanı’’ olarak kullandığımızın aksine, başı bağlı, bir yerle ilişiği olan manasındaymış...
Miş’li geçmiş zaman yazım dili kullanıyorum yazarken, çünkü bilmiyordum... Bende yeni öğrendim.
Öğrenmiş olmanın verdiği coşku ile, bu yeni olmayan lakin ben için yeni olan parıltıyı paylaşımda bulunmak için, kendimce ifade ile başladım yazmaya...
İçimde bana dair ne varsa ortaya kustuğum kelimelerim...
Koyu kırmızı karton kapaklı arka yüzünde özgeçmişsiz saçlarımın simamı örttüğü bir fotoğrafım olması büyük muhtemel, siyah sayfaya kırık beyaz on dörtlük kalın punto baskılı hayali kitabım; elimde çevirip, irdelediğim...
Ben adlı kitabımın son sayfasına dökülen imza misali bir dörtlük...
beyinsiz
kuru kafaların
başına örtü
gözüne mil...
Bir yazım... Bana ait...
Konu ile ne alakası varsa...
Burada durdum birden... Sevincim kursağımda kaldı derler ya; aynen öyle bir durum...
Durdum ve baktım. Önüme, arkama, sağıma, soluma ve... İçime...
Kesinlikle yok!...
Ürperti sardı dört bir yanımı. Sesim yankılandı iç denizimde...
Yankılandı acım, düne dair kaçışlarımın yüzünden, yüzüme tokat misali çarpıp kaçtı.
Yüzümde iz bırakan elin havada şiddetli salınması sonucu koptu benliğimde, jet hızına ulaşan kasırga.
Yaşam denizimin yüzü buruştu. Tuzlu suyunun tuz oranına zarar tatlı dilli besler damarı; düşünce selimi coşturup, düne dair bayat kumu suyuma karıştıran tecavüzü yaşattı özümün önünde kuvvetli hava akımı...
Kalleş rüzgar!...
Ardımdan tozu dumana katmış, bana doğru dört nala gelen esinti... Marifetmiş gibi yaptığı, eksik dişlerine aldırmaksızın sırıtarak yaklaşan hüzün dalgası.
Açlığım...
Aç çığlığım...
Gerilerde kalan günlerin, suratıma çarpan kapıların eşiğinde kalan firari aklımın bavuluna mı yapıştı acaba?
Bulmalıydım onu...
Sırtımı vuran, sırtıma vurulan isteklerimin serin nefesiyle döndüm zamanın gidişine ters yönde.
Ana rahmimde yaratılmış rahmime düşen döllerimin geleceğine dair yarattığım bir dünya için soyunduğum Tanrılığıma yağdırdım küfürlerimi... Tercihlerimin bedelleri ağır geldikçe bükülüp, kırılan belimi doğrultmak amaçlı sarıldım, dilime, dinime ve kendime...
Yüksek olduğu ile övünen, yamacımın dibindeki, dumanlı başımdan görülmeyen minik dağcıkların sesini ezdim geçtim yine...
Kim bilir, kaç yeşil filizi kırdım bilmeden, istemeden nefesimle...
Bedenimi yaşatabilmem için gerekli olduğunu, başka çarem var ise bile o an bunu algılayamadığımı, darlaşan penceremden görebildiklerim arasında yapmak zorunda olduğum seçimlerin doğrultusunda yaşanması gereken mecburiyetlerimin olduğunu anlayabilmelerini ve beni af etmelerini umut ederek; durdum!...
Son rekatta selam verir, trafikte karşı kaldırıma geçer ya da sağlıklı boyun jimnastiği yaparcasına; önce sola baktım sonra sağa...
Yok...
Baykuş olmamanın hayıflanması ile tekerlekli ofis sandalyemi yüz seksen derece döndürdüm; yetmedi açım...
Bir yüz seksen derece daha dönüp, üç yüz altmış derecelik yeşil ateşli çemberimi kıblemi kendim kabul ederek tamamladım. Yaptığım tavaf ile başladığım noktaya geri geldim.
Karnıma doğru çektiğim kırmızı ojeli ayaklarıma girdiğim parmak arası mor terliklerimin altına, ayağımdan çıkarmadan ve elimi sürmeden baktım...
Yok...
...
Varlığından bile haberdar olmadığım öğrenmem gerektiğini düşündüğüm bilgilere ulaşabilme telaşım...
Gerekli, gereksiz görünen çöp evimin kapısına yığılan umutlarım...
Tanrıma dualarımı iletecek elçilerimin ürediği her türden, çeşit, çeşit kelebek çiftliğim...
Ve daha neler, neler...
Her bir şey burada!
Bunca dağınıklığın arasında kendine has bir denge kurmuş olan sitemsiz, sınırsız ben...
Kapımın üstünde iki ampulü yanık tabelamın üstünde yazılı:
‘’Düşünce sinde, düşleri, düşmesi, düşenleri...’’
İyide...
Nerede bandrolüm?
16/6/7