- 805 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İzmir Bursa Arası (Küçük bir roman. Bölüm 4)
İkinci dönem karnelerinin verilmesinin yaklaştığı günlerdi. Okulun futbol takımını çalıştırıyordum. Ters bir vuruş yapmış olsam gerek ki, sağ ayağım ağrımaya başladı. Daha önce de ağrımıştı ama zamanla geçiyordu. Aklıma müdürün yaptığının acısını çıkarmak için iyi bir fırsat diye bir düşünce gelince uygulamaya karar vermiştim.
Sevk alıp devlet hastanesine gittim. Ortopedi doktoru film çektirdikten sonra, “Ameliyat olman gerek ve üç tane platin çakılacak tabanına. Taban kemiğin kırık.” deyince “Düşüneyim.” demiştim. Arkadaşlara durumdan bahsedince, “Üniversite hastanelerine git. Oradaki teknoloji buradan daha üstündür. Ameliyatın daha iyi olur.” diyerek düşüncelerini belirtmişlerdi ben de mantıklı bulmuştum. Sevk yaptırıp, Üniversite Hastanesi ortopedi servisine gidip muayene olmuştum. Oradakiler de aynı şeyi söyleyince, ameliyat olmaya karar verdim. Böylece karne basım işini müdür ve Yaşar yapacaktı. Ben de müdürün yaptığının acısını çıkaracaktım. Yaşarın suçu yoktu gerçi. Ama başka çarem de yoktu.
Hastaneye yatış yapmıştım. Doktor, film çekmiş, kurşun kalemle çizmiş, ne yapacağını uzun uzun anlatmıştı. Doktorlarla aramda iletişim bozukluğu var ya, burada da karşıma çıktı. Ayak başparmağımla, yanındaki parmağın birleştiği yerin yaklaşık bir santim gerisinde, bir kemik parçası vardı filmde. O parça, parmaklarımdan ayak bileğime kadar olan kemikleri açmış, ayağımın düzenini bozmuştu. O alınmadan düzelmezdi bana göre. Çünkü bozukluk devam edecekti. Doktora bunu söylemiştim. O da “Alırız.” demişti ama söyleyiş tarzından almayacağını anlamıştım.
Ameliyat günü geldiğinde, beni ameliyat odasına indirmişlerdi. Soğuk bir odaydı. Koluma damar yolu açıp, serum takmışlar, kolumun üst tarafına da tansiyon ölçen bir alet bağlamışlardı. Sonra sağ bacağımdan ayak bileğime kadar plastik bir şey sarıp şişirmişlerdi. Ayak bileğime kan gitmiyordu. Narkoz istemediğim için belimden bir iğne yapmışlardı.
Müdüre kızgınlığım bütün bunlara değer miydi bilmiyordum ama artık ameliyat masasındaydım. Geri dönüşü de yoktu. Doktora, parmaklarımın arasındaki kemiği alıp almayacağını sormuştum. O da almayacağını söyleyince “ O zaman benim ayağım düzelmez.” demiştim. Önüme çektikleri yeşil bezden göremiyordum fakat seslerini duyuyordum. Kesmiş, törpülemiş, platinleri çakmış ve bir müddet aşağıda soğuk bir yerde beklettikten sonra odama çıkarmışlardı.
Aşağı yukarı bir ay rapor alırım, bu arada müdür de karneyi kendisi çıkarır diye seviniyordum. Ayağım da belki ağrımazdı bir daha. Olur ya...
Ayağımı kalp seviyemden yukarı kaldırmışlardı. Ranzanın demirine konmuştu. Alçılı ayağımı seyrediyordum. Dudaklarımda her zamanki gülümseme vardı.
Yatağıma yatalı on dakika olmamıştı ki, ameliyat olan yerde iğne ucu kadar bir kırmızılık belirmeye başlamıştı. Ameliyat yeri kanıyordu. Durur diye beklemiştim ama kırmızılık her an biraz daha büyüyordu. Doktora haber göndermiştim eşimle. Gelip bakan doktor da: “ O kadar olur.” demiş, gitmişti.
Uyuşturucunun etkisinin geçmesine ters orantılı olarak, dizimden ayak bileğime kadar olan bölgede her saniye şiddetlenen bir ağrı başlamıştı. Ağrının ameliyat yeriyle ilgisi yoktu. Ağrı eşiğim yüksek olmasına rağmen sonunda dayanılmaz hale gelmişti. Saçlarımı yoluyordum acıdan resmen. Kıvranıyordum. İçimden alçıyı söküp atmak geliyordu ama yapamıyordum. Halime acımış olacaklar ki morfin vurmuşlardı. O da midemi bulandırmıştı. Şikâyetim üzerine birkaç saat sonra başka bir ağrı kesici yapmaya başlamışlardı. O midemi bulandırmamıştı. Hastahanedeki ilk aşkım bu ağrı kesici olmuştu.
Çektiğim ağrıya anlam veremiyordum. Daha sonra ayak bileğimi kazayla yatağın demirine dıştan içe doğru bastırınca ağrı hafiflediğini fark ettim. Alçıyla ilgisi olduğunu anlamıştım.
Ayak parmaklarımın yarısından başlayan alçı, dizime kadar geliyordu. Altında bir parmak kalınlığında pamuk, üstünde yine bir o kadar kalınlıkta alçı vardı. Kırmızılık gittikçe büyüyordu. Her geldiklerinde söylüyordum ve aynı cevabı alıyordum: "Normal Hocam!" Ertesi gün alçının tamamı kan olmuştu. Kansızlıktan kalbim sancılanıyordu. “Kalbim iyi değil.” demiştim o gece doktora. Bunun üzerine kardiyolojiden biri gelmiş, EKG çekmişti ve kardiyolojiye yatmam gerektiğini söylemişti. Kalbimin düzeni bozulmuş.
Üç gün boyunca, alçıyı çıkarıp, kanamayı durdurmaları gerektiğini söylememe rağmen, alçıyı çıkarmamışlardı. En sonunda, “ Eşime fotoğrafını çektirip, gazetelere gönderteceğim. Bu normal midir diye sorarak.” demiştim de bunun üzerine alçıyı kesmişlerdi.
Ameliyatlı kısmın bir yeri bozarmıştı. Kesin mikrop kapmış diye düşündüğüm anda, “Enfeksiyon var.” demişti doktor. “ Kanamasaydı mikrop kapmazdı. Dışarıdan bulaştı mikrop.” fikrime karşı çıkmışlar, “Ameliyathanede var sanıyoruz.” demişlerdi.
Tekrar alçılamaya başladıklarında, ayağımı dışa doğru bastırarak alçı yaptı. Doktor dizimden itibaren ayağımı dışa doğru bastırarak alçı yapıyordu.Karşı çıkmış: " Böyle olunca ben çok acı çekiyorum.” demiştim fakat dinletemedim. Söyleme tarzımdan mı nedir bir türlü istediğimi yaptıramıyordum. Diz kemiklerimin çatırdadığını duyuyordum beynimde şimşekler çakarken. Çaresiz “Bir bildikleri vardır .” diye kendimi teselli etmeye başlamıştım. Anlatamıyordum acı çektiğimi. Çok mu iyi niyetli davranıyordum acaba diye sorgulamaya başlamıştım davranışlarımı.
Yan taraftaki yatak boştu. Oraya bir öğretmen getirdiler. Eskiden motosiklet kazası geçirmiş. Omuz kemiği çatlakmış. Mikrop almasın diye antibiyotik zinciri takmışlar içine. Ama akıntı devam ediyormuş. Tekrar ameliyata karar vermişler. Acı çekiyordu o da.
Ertesi gün, akıntının olduğu yerden küçük, sarımtırak renkli bir top çıkmıştı öğretmenin omzundan. Ben de: “Senin omzunda mikrop falan yok, vücudun bu maddeleri dışarı atmaya çalışıyor, ameliyat falan olma bence, o zinciri çıkarsınlar, akıntın durur.” demiştim. Bunu doktorlara söyleyince, doktorlar gülmüştü. Onlara göre ben çok şey bilir görünen biriydim.
Ameliyathanede sıra olmadığından, öğretmenin ameliyatını on- on beş gün sonraya ertelemişlerdi. Bu arada ben, iğne zamanı gelmeye yakın saçlarımı yolmaya devam ediyordum. Ne müthiş bir acıydı. Tarifi imkânsızdı. Bir dahaki sefere onlara bırakmamaya karar vermiştim. Kesinlikle ayağımı büktürmeden alçı yaptıracaktım.
Yeni alçıdan sonra kanama durmuştu. Yatak bekleyen hasta çok olduğu için, beni üç günlüğüne eve göndermeye karar vermişler. Hanım, arkadaşlara söylemiş, arkadaşlardan biri arabamı alarak hastaneye gelmişti hanımla birlikte. Bu arada koltuk değnekleri de aldırmıştım hanıma. Çok eziyet çektirip koşturdu bu ameliyatım boyunca. Onun koşturduğunu görünce: " Keşke devlet hastanesinde ameliyat olsaydım en azından eve yakındı ve yürüyerek gelirdi." diye çok düşünmüştüm ama iş işten geçmişti.
Eve gelip yattım üç gün. Bu arada okuldan haber almaya çalışıyordum. Ağrı kesici iğnelerden de almıştım hastaneden. Ağrıyınca hanım iğne yapıyordu. Üç gün sonra bir başka arkadaş vasıtasıyla tekrar hastaneye gitmiştim. Aynı yatağa yatırmışlardı. Öğretmen arkadaş duruyordu ve akıntısı devam ediyordu. Ertesi gün ayağımdaki alçıyı kesmişlerdi. Alçıyı çıkardıklarında durumunvahametini anlamıştım. Oda hayvan leşi gibi kokmuştu. “Ayvayı yedim Doktor Bey.” demiştim gayrı ihtiyari.
Ameliyatlı yerde bir pencere bırakarak tekrar alçı yapmaya başlayınca, “ Eğer yine diğer tarafa bastırarak alçı yaparsanız bıçakla alçıyı ben keseceğim. Ayağım nasıl duruyorsa alçıyı öyle yapın Doktor Bey, niye bana acı çektiriyorsunuz. Kastınız mı var anlayamıyorum.” diye itirazım üzerine, ayağımı bastırmadan alçılamıştı. Ben de o dayanılmaz acıdan kurtulmuştum. Ağrı kesici iğneye de gerek kalmamıştı.
Genellikle boğaz iltihapları için kullanılan bir antibiyotik hap vermeye başlamışlardı. Ancak akıntı durmuyordu. Yirmi dört saatte bir gelip, ayağımdaki alçıdan yaranın göründüğü pencereden pansuman yapıyorlardı.
Annem ilkokul mezunuydu, daima: “ Yara temiz tutulmalı. Yoksa kendi etini çürütür.” derdi. Bunu doktora söylemiştim. “Yirmi dört saat akıntı oradaki deriyi çürütür. Pansumanın daha sık yapılması gerekir.” diye de, “Hocam biz senin işine karışıyor muyuz? Sen de bizim işimize karışma. Burada böyle yapıyoruz.” diyerek fırçalamıştı beni.
İki gün sonra akıntının arttığını görünce, dayanamamış, “ Burası üniversite hastanesi. Burada kültür yapılmıyor mu? Bu mikrobun hangi antibiyotiğe dirençsiz olduğuna bakmayacak mısınız?” diye sormuştum. Bunun üzerine:”Yaptıracağız.” demişlerdi. Kesin akıllarına gelmemişti, gelseydi çok önceden kültür almaları gerekirdi. Benim söylemem üzerine hatırlamışlardı. Ama sırf ben dedim diye yaptıkları belli olmasın düşüncesiyle sanırım iki gün sonra kültür almaya geldiklerinde, yandaki hocanın akıntısından da almalarını ve mikrop çıkmayacağına dair iddiaya girebileceğimi söylemiştim. Akşam yemeğine iddiaya girmiştik.
Kültür sonucu iki gün sonra gelmişti. İddiayı kazanmıştım. Öğretmen arkadaşın akıntısında mikrop yoktu. Zinciri çıkarmaya karar vermişlerdi. Benim sonuçlar ise çok kötüydü. Yirmi dört antibiyotikten sadece birine karşı dirençsizdi mikrop. Bu da bir şans idi zaten. Doktorlar sevinmişti. Ben daha çok sevinmiştim. Kurtulacaktım. Hanım da iki saatlik yoldan gidip gelmeyecekti. O da farklı ama bir şekilde benim kadar eziyet çekiyordu. Damar yolu açıp serum taktılar. Sonra Vankosin adlı ilacı -ki poşet içerisinde sıvı haldeydi- kendini beğenmiş olan, (ben “Horoz tipli!” diyordum) doktor serumun hortumuna başka bir hortumla eklemişti.
Yedi tane doktor vardı yanlış hatırlamıyorsam. Bir profesör, iki doçent, iki yardımcı doçent, iki de asistan. Kendini beğenmiş olan yardımcı doçent olandı. İlacın akış hızını ayarlayan yeri sonuna kadar açınca, yine dayanamamış: “Çok hızlı akmıyor mu doktor bey?” demiştim. O da: “Böyle akması gerekiyor.” diyerek odadan çıkmıştı.
Yattığım odanın hemen karşısındaki oda doktorların odasıydı. Oradan henüz içeri girmemişti ki, kafamın üstünde karıncalanmalar başladı. Saç diplerim yanıyordu sanki. “Bu ilaç allerji yaptı.” diyerek hortumu katlamıştım fark eder etmez. Öğretmeni ziyarete gelen yakınları yüzüme farklı bakıyorlardı. Yüzüme de bir şeyler olmuştu sanıyorum ama göremiyordum. Öğretmen arkadaşın yakınlarından biri hızla odadan çıkmış, az önce ilacı takan doktorla içeri girmişti. Doktor yüzüme bakınca, aceleyle serumu kolumdan çıkarmıştı. Sonradan öğrendiğime göre yüzüm mosmor olmuş. “İlaç allerji yapmış sana.” diyerek hemşireye seslenmişti. Antihistaminik bir iğne yapmışlardı da benim kafamdaki karıncalanmalar azalıp bitmişti.
Kara kara düşünmeye başlamıştım. Tek çarem bu ilaçtı ve allerji yapmıştı. Ayağımdaki iltihap nasıl kuruyacaktı. Ayağımı mı keseceklerdi. Bir sürü düşünce dolaşıp duruyordu kafamda. Doktorlara bunu söylediğimde, yeni bir ilaç varmış, onu deneyeceklerini söylemişlerdi. Çözüm olup olamayacağı belli olmayan bir ilaç. Yapılan kültürde de yokmuş. İşim Allah’a kalmıştı. Ama benim herhangi bir ilaca karşı allerjim olmamıştı ki. Bunu düşününce, ilacın hızlı verilmesiyle ilgisi olabileceğini düşünmüştüm. Sağlık meslek lisesinden gelen çok tatlı bir hemşire adayı kızım vardı. O geldiğinde:”Kızım, bana Vankosin adlı ilacın prospektüsünü getirebilir misin?” demem üzerine, “ Tabi Hocam.” diyerek getirmişti.
Okuyunca kan tepeme çıkmıştı yine. Bu ilaç en erken bir saat içinde verilmeliymiş. Hızlı verilirse, kalp dururmuş, felç olunurmuş gibi bir sürü açıklamaları vardı. Allerji yapmadı diye sevinmiştim kızgınlığımla birlikte. Hem de serum hortumunu parmaklarımla katlamakla ölümden dönmüş olduğumu öğrenmiştim. Sevinmiştim. Diğer yandan da doktor bilerek mi beni öldürmek istemişti. “Kalp krizi geçirip öldü.” mü diyeceklerdi sonradan. Oysa ikaz etmiştim “Çok hızlı gelmiyor mu Doktor Bey diye.” Tek şansımı elimden almıştı ve bilerek ya da bilmeyerek öldürmeye çalışmıştı.
Ertesi sabah vizite geldiklerinde, profesör de yanlarındaydı. İlacı çok hızlı veren doktora, prospektüsü uzatarak:” Doktor Bey, siz bu ilacın prospektüsünü okudunuz mu?” diye sormuştum. O da:” Elbette okudum.” demişti. “ O zaman özellikle beni öldürmeye mi çalıştınız serumu son hızla vererek?” diye sormuştum. Doktor odadan çıkıp gitmişti ve bir daha da yüzünü görmemiştim. Profesöre, Vankosin adlı ilacın tek çarem olduğunu, hızlı verildiği için bende tepki olduğunu, kontrollü olarak ve usulüne uygun tekrar verilmesini istediğimi söylemiştim ama “ Olmaz!” cevabını almıştım. Yeni ilacı deneyeceklermiş.
Çaresiz kalmıştım.
O ilaç fayda etmezse kesin olarak ayağımı keseceklerini düşünmeye başlamıştım. Ameliyattan sonra yaranın üzerine buz koymalıydılar. Kanama olur olmaz durdurmalıydılar. İltihaplanır iltihaplanmaz kültür almalıydılar. Daha sık pansuman yapılmalıydı. Vankosin adlı antibiyotiği usulüne uygun vermeliydiler. Hiçbir şeyi doğru yapmamışlardı. Sonunda ayağım kesilecekti. Bunun bir bedeli olmalıydı. O anda aklıma her şey geliyordu. Ayağım kesilecek olursa bir silah bulmalıydım ve sabah vizite geldiklerinde hepsini dizlerinden vurmalıydım. İbret olur muydu? Bunu nasıl yapardım onu düşünmeye başlamıştım. Kafamda planlar yapıyordum.
Ertesi gün yeni ilaç gelmişti. Çok da pahalıymış. Yanında antihistaminik iğneyle birlikte, açtıkları damar yolundan bu defa ilacı yavaş vermeye başlamışlardı. Sabah akşam birer defa. Yine yirmi dört saatte bir pansuman yapılmaya devam ediyordu. Pansumanı yapan doktoru ilk gördüğümde down sendromlu biri. Orada çalışıyor diye düşünmüştüm. Doktor olduğunu öğrenince de çok şaşırmıştım.
O günkü pansuman sırasında, yaraya iyice bakmıştım. On-on bir santim uzunluğunda bir yaraydı. Ayak başparmağım ile yanındaki parmağımın birleştiği hizadan ama bileğimin tam oynak yerinden başlıyor, tabana doğru bir kemik çıkıntısı olur ya ayağın dış tarafında. Tam onun altında bitiyordu. Kesiğin üst kısmında bir santim kadar yer birbirine yapışmaya başlamıştı ama hemen altından akıntı başladığı için, sonraki kısımlar çürümüştü. İçi dışı mikroptur diye düşünmüş, doktora “ Çürüyen yerler mikrop yuvasıdır değil mi? Oraları almayacak mısınız?” diyerek alınması gerektiğini hatırlatmıştım. Şimdiye kadar çoktan alınması gerekiyordu. İlaç içeriden mikroplarla savaşırken dışarıdan içeriye devamlı mikrop giriyordu bana göre.
Pansuman bittikten sonra, paytak paytak yürüyerek karşıdaki doktor odasına gitmişti. On beş yirmi dakika sonra da ameliyatı yapan doktor gelmiş: “Hocam ayağınızdaki çürüyen yerleri almamız gerekiyor, ama ameliyathanede sıra yok. Pansuman odasında yapabilir miyiz?” demişti. Ben de:” Nasılsa mikroplu ayağım, mikrop kapacak hali yok. Elbette yapabilirsiniz.” demiştim. Bir gün sonra da, pansuman odasına götürmüşlerdi tekerlekli arabayla.
Pansuman odasında beyaz muşamba kaplı bir yatak, yatağın kenarlarındaki dolaplarda tıbbi malzemeler, sargı bezleri, pansuman yapılırken kullanılan içi sıvı dolu büyük ilaç şişeleri vardı. Üç doktor, ayağımdaki alçıyı tekrar çıkarmışlardı testere gibi bir aletle keserek. Sonra üç yerden uyuşturucu iğne yapmışlardı. Yarayı kesmeye başlamadan önce, sarı bir suyla yıkamışlardı her tarafını, sonra getirdikleri kırmızı ampulleri kırıp aralıklarla yaranın üzerine döküyorlardı.
Ayağımın uyuştuğundan emin olduktan sonra makasa benzer bir aletle, çürüyen deriyi ta diplerinden kesmeye başlamıştı doktor. Beni kan tutmaz nedense. Yaralara karşı da korku gibi bir his yaşamamıştım hiç. Gayet soğukkanlı seyrediyordum. Belki başkası olsa feryat ede, belki bayılırdı o manzarayı görünce. Bense gayet sakin seyrediyordum.
Arada tekrar kırmızı ampulden kırıp içindeki suyu yaranın üzerine döküyorlardı. Bir yeri keserken sanırım derin kesmişti. Oradan beynime kadar sanki bir ip koparılmıştı. “Sinirlerden bir tanesi gitti!” demiştim. Gülmüşlerdi “Sen ne anlarsın!” dercesine. Ayağımın sağ üst kısmı, o kesilen yerden itibaren hâlâ uyuşuktur. Ben hastayım ya, hiçbir şey bilemem. Doktorlar her şeyi bilir mantığıyla yaklaşıyorlar hep. Oysa insan, kendi vücudunu en iyi bilendir. En ufak değişikliği anında hisseder. Doktorların çoğu bunun farkına varmadığı için, onlara göre hastalar cahildir ve bilgisizdir özellikle tıbbi konularda.
Kesim işlemi bitmişti. Bayağı bir deri kesmişlerdi ayağımdan. Kaderime kızgın, kaderime küskün ama razı gelmiş bir vaziyette seyretmiştim. Arada “Acaba değdi mi?” "Benim ne işim var burada?" gibi sorular saoruyordum kendime. Gerçek bir şey vardı ki ben oradaydım artık.
Sıra dikiş işine gelmişti. Ameliyatı yapan doktor, dikişe başlamıştı. İp inceydi, birbirine kavuşturulması gereken derinin arası da çok açılmıştı. “Bu ip bu yükü taşımaz.” diye düşünmüş, ama söylememiştim. Gerçekten de düşündüğüm yine çıkmış, tam düğüm atacakken ip kopmuştu. Birkaç defa denedikten sonra, vazgeçmişlerdi. Öylesine bir iki dakika sessizce durmuşlardı. Arada kırmızı ampulden kırıp yaranın üzerine döküyorlar, ama birbirleriyle de konuşmuyorlardı. Sonunda, pansuman yapan doktor, “ Daha kalını yok, en kalını buydu.” demişti.
Bir müddet sessiz kalmış onları seyretmiştim. Sonunda yardım etmek için doktorlara, “Acilde vardır.” der demez, pansuman yapan doktor fırlayıp çıkmıştı odadan. Ben gülümsüyordum. Doktor, ayağımı ameliyat yapan doktor: “ Hocam sen bunları nasıl biliyorsun?” demişti sonunda. Benim cevabım da, mütevazi bir ses tonuyla: “ Meraklı biriyim, çok okurum sanırım ondandır.” olmuştu.
Arada başımı kaldırıp, yola bakıyordum. Manisa’yı geçmiştik. Gece yolculuğunu seviyorum. Sessiz, tenha ve serin oluyor. Arabamla uzun yola çıkmam gerekirse hep gece yola çıkmayı tercih ederim. Uykum kolay kolay gelmez. Hanım da yanımda bana çay ve yiyecek vermeye hazır vaziyette bekler sağolsun. Çay dediğimde, şekeri ve demi karıştırılmış çayla dolu olan termostan doldurup verir. "Acıktım!" dersem bu defa evde hazırlattığım çeyrek ekmeğin arasındaki patates ve köfteden verir. Bu ikiliyi severim.
Boş gözlerle yola baktım bir zaman. Sonra tekrar yazmaya başladım. En son yazdığım yere bakarak.
Kalın ip gelmişti. Rahatlıkla deriyi birbirine kavuşturup dikmeye başladı. Düşündüğümü söylemezsem olmuyor sanki duramıyorum. “Sık sık pansuman yapılıp, akıntının aşağı gitmesine engel olunmazsa buralar da tekrar çürüyecek.” demiştim. “ Hocam, senin için sistemi değiştiremeyiz. Biz pansumanı yirmi dört saatte bir yapıyoruz. Şu kadar hasta var, zamanı kısa tutarsak devamlı pansuman yapmakla geçecek günümüz” cevabını almıştım tabi anında. Haklıydılar. Bir doktor görevlendirilirse pansumanla, haklı kalacaklardı. Fakat beş doktor görevlendirseler mesela. Her defasında başka biri pansuman yapsa bu sıkıntı olmayacaktı. “ Kolayı var.” demiş, sonra eklemiştim: "Bana bol bol spanç, büyük bir şişe de Batikon verin, damar yolu açık nasılsa, bir haftalık iğne verin ve beni eve gönderin. Bir hafta sonra bu yarayı olduğundan çok daha iyi bir durumda size getireyim. Olmaz mı?” teklifim hoşlarına gitmişti. Bir yatak boşalacaktı. Kabul etmişlerdi. Ertesi gün için hanıma haber vermiştim. Gelip beni alacaklardı. Yine birilerine söyleyecekti çaresiz. Ameliyat olmaya karar verdiğimde işin bu tarafı hiç aklıma gelmemişti. Ehliyeti vardı ama kullanamıyordu. Hanım, Nevzat Bey ile gelmişti. Tabi pansuman için gerekli malzemeleri de almış, koltuk değnekleriyle arabaya kadar inmiştim. Kendi kendime karar vermiştim. Üç saatte bir pansuman yapacaktım evde.
Yolda Nevzat Bey : “ Bu arabada anlayamadığım bir şey var, üçe alıyorum bağırıyor, dörde alıyorum çekmiyor.” demişti. El freni de çekili değildi. Ben kullanmadığım için anlayamamıştım. Karabağlar’ı geçmek üzereydik. Ege Serbest Bölgeye yaklaşmıştık ki, arkasına birkaç kişi oturan küçük bir kamyonet korna çalarak bizi geçti. El kol hareketleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Nevzat Bey pencereyi açtı. Arabadakiler “Yanıyorsunuz!” diye bağırıyorlardı.
Orta şeritteydik. Sağa çekemiyorduk. “Parkları yakıp yavaşça dur bakalım Nevzat Bey.” demiştim ve durmuştuk. Alçılı ayakla ve koltuk değnekleriyle, arkadan gelen arabalara dikkat ederek indim. Nevzat Bey ile hanım da inmişlerdi. Ön tekerlerden bir karış alev yükseliyordu. Bagajda yangın söndürücü vardı. Bir kiloluk falan sanırım. Onu alıp tekere doğru gittim ve sıkmaya başladım. Zavallı yangın söndürücü son nefesini verir gibi tıs diye bir ses çıkarıp susmuştu. Birkaç saniye bakmıştık alevlere. Arabalardan duran falan da olmamıştı yardım için. Durulmayacak yerdeydik aksilik gibi.
Sonra Nevzat Bey bir tarafa su aramaya koşmuş, hanım da diğer tarafa gitmişti. Ben seyrediyordum alevleri sonra arabada bir şişe saf su olduğunu hatırlamıştım. Onu buldum bagajdan, ziyan etmemeye çalışarak tekerlere dökmüştüm. Alev sönmüştü fakat duman çıkmaya devam ediyordu. Bir müddet sonra Nevzat Bey bulduğu eski ve küçük bir bidonla, hanım da küçük bir teneke ile buldukları suyu getirmişlerdi. Fazla beklemeden tekerlere dökmüştük. Duman da çıkmaz olmuştu artık.
Şimdi bu araba ile kırk kilometre daha nasıl gidilirdi. Yolun ortasında kalmıştık. Üç şeritlik yoldu. Nevzat Bey’e :”Arabayı boşa al, kenara çekelim.” demiştim. O da boşa almıştı, arkadan ve sağdan gelen arabalara işaret ederek arabayı iyice sağa çekinceye kadar hanımla birlikte, ben tek ayağımdan güç alarak itmiştik. Nevzat Bey de arabayı kullanıyordu. İyice kenara gelince el frenini çekmişti. Kaldırıma doğru olan kapıları açmış ve oturmuştuk. Neden olduğu konusunda yorum yapıyorduk. Yarım saat kadar durduktan sonra :” Böyle olmaz, gitmemiz lazım, senin de okulda olman gerek.” demiştim Nevzat Bey’e.
Endüstri Meslek Lisesinin müdür Baş Yardımcısıydı Nevzat Bey. Hanımı da küçük kızımın öğretmeniydi. Torbalı’ya ilk geldiğimizde, Sevim Hanımın anne ve babasının evinde kalmıştık. Zaten kiraladığımız evi de bize babası tutmuştu. Kız kardeşi Keban’da görev yapmış benden önce. O vasıtayla önceleri telefonda tanışmıştık babasıyla. Tayinimizin çıktığını, ev bulup bulamayacağını sormuştuk.
Tekerleri elimizle kontrol ettik daha sonra. Soğumuşlardı. Gidebilirdik. “ Nevzat Bey, sen arabaya bin, yine boşa al. Biz itelim bas dediğimde frene bas. Araba durursa gidebiliriz demektir.” demiştim. Frene basınca araba durmuştu. Binmiştik Hanım’la. Nevzat Bey Gazi Emir’deki alışveriş merkezinin yanına kadar geldikten sonra orada bir tamirci olduğunu söylemişti. Oraya gitmiştik. Tamirci arabaya binmiş, bir ileri, bir geri gitmiş ve sertçe birkaç defa frene basmıştı. “Bu araba sizi istediğiniz yere kadar götürür.” sözü üzerine dikkatli ve yavaş bir şekilde, arada durup tekerleri kontrol ederek eve kadar gelmiştik.
Otobüsün iç lambaları yandı ve Hostesin, mikrofonu ağzına dayadığı için boğuk çıkan sesi duyuldu bu arada. “Yarım saat ihtiyaç molası veriyoruz. Hareket saatinde lütfen herkes arabada olsun.” dedi. Ben yazdığım defteri ve kalemi ön koltuktaki sepetin içine koydum. Araba durur durmaz da dışarı çıktım. Elim hemen sigara paketine gitmişti. Sigara bittikten sonra gidip çay aldım. Önce parasını veriyorsun, sonra sıraya giriyorsun. Bir de kaşarlı tost aldım kendime. Yolculuk sırasında kesinlikle yemek ve etli şeyler yemem yollardaki lokantalardan. Kamyon şoförlerinden biri: “Yollarda yemek yiyeceksen, kamyonların çok olduğu lokantalardan ye. Onlar neresi güzel ve taze yemek yapıyorsa orada durur.” demişti ama bir türlü oralarda durmak nasip olmadı. Belki bir gün denerim.
Otobüse binmeden yine lavaboya gittim. Otobüs hareket ettikten sonra da Köksal’a Konya şekeri almadığıma pişman oldum. Nasıl da unutmuştum. Hep şu sigaranın yüzünden. Bir sigara daha içmek için dışarı çıkmıştım. Bu arada da unutmuştum.
Hostes çocuk önce su dağıttı. İçmedim. Ardından yine ön sıradan başlayarak kolonya döktü herkesin avuçlarına. Alıp derin derin çektim. Sonra defteri ve kalemi alıp nerede kalmıştım ona baktım ve yazmaya devam ettim.
Araba yanmadan eve gelmeyi başarmıştık. Fren merkezlerinde problem olmuştu. Yolda :” Fren merkezlerinin arasına para sıkışmış kesin.” sözlerime gülüşmüştük. Alçıyı çıkarsalar, bileğim ileri geri hareket edebilse araba kullanırdım. Böylece arkadaşlara da yük olmamış olurdum. Acaba dizimle hareket ederek kullanabilir miydim? Yani gaza ve frene basarken bilek hareketiyle değil de diz hareketiyle idare edebilir miydim onu düşünmeye başlamıştım. Sonra iyileşmesini beklemeye karar vermiştim.
Evde divana yer yapmıştı hanım. Ben de, spançları ve batikonu yanıma almış uzanmıştım. Televizyon karşımdaydı. Hastane odasıyla mukayese edilemez insanın kendi evi. Orada hasta olduğun düşüncesi her an beyninde oluyordu. Bir de umutsuzluk kaplıyordu insanın içini. Hep en kötü şeyler geliyordu insanın aklına. Geçmişin muhakemesi yapılıyordu devamlı. Gelecek şüphe içinde yüzüyordu. Unutmak için başkalarının hastalığına çare olmaya çalışıyordu insan. Bir de benim gibi yapılan yanlışları ya da yanlış sandığı uygulamakları görünce talihine küsüyordu, boyun eğiyordu çaresizce.
Bir hafta boyunca, her gün üç saatte bir ayağımı pansuman yaptı hanım. O uyuduğunda kendim yaptım. Uykusuz kalıyordu. Ona da bayağı zorluklar yaşatmıştım. Söylemiyordum ama üzülüyordum çektirdiğim eziyetler için.
Yara gittikçe küçülmeye, deriler birbirini tutmaya başlamıştı. Sadece akıntının olduğu yer kalmıştı. Akıntının diğer tarafalara dokunmasına izin vermediğim için, kuru deri hemen tutuyordu birbirini. Bunu görmek de moral veriyordu bana.
Hastaneye gitme günü geldiğinde, arabayı ben kullanmaya karar vermiştim. Alçılı olsun yavaş yavaş giderdim. Önceden frene basacak kadar öndeki arabayla arama mesafe koyardım. Karar vermiştim. Öyle de yapmış, üniversite hastanesine kadar kendim götürmüştüm arabayı. Hanım her zamanki gibi yanımdaydı.
Doktor ayağıma baktıktan sonra, uzun bir “O” çekmiş, sonra da “Bu ayak iyileşmiş sayılır.” demişti.Ben de “ Üç saatte bir pansuman yaptık. İltihabın diğer yerlere bulaşmasına izin vermedik.” Sözüme, “Aldığın ilaçla ilgisi var pansumanla yok.” demişti. “Neticede ayaklarımızı kurtarmış olduk.” deyince : " Niye ayaklarımızı dedin hocam?” diye sormuştu. Ben de: “ Siz hasta psikolojisini ve hastane odasını, buraların insana düşündürdüklerini bilemezsiniz. Bunu bilmek için hasta olmak gerekiyor görmek değil. Hele yanlışları önceden görüp söylediğiniz halde yapılır görünce, insanın içine birkaç kurt düşüyor. Kasten mi yapıyorlar? Başka hastalara da mı aynı ihmalkâr, umursamaz tavır sürdürülüyor diye. Sonra da intikam hisleri kuvvetleniyor. Ayağım kesilseydi, sizleri sabah vizite geldiğinizde dizlerinizden vurmayı düşünüyordum.” deyince rengi kaçmıştı. “Gerçekten vuracak mıydın?” diye sormuştu. Ben de: “Sanırım yapacaktım.” demiştim. En azından, yapmasam bile, başka hastalar benzer şeyler yapabilir düşüncesiyle daha dikkatli olurlar diye düşünmüştüm. Çünkü bu söylediklerimi diğerlerine de söyleyecekti.
“Biz neyi yanlış yaptık?” diye sorunca da, baştan anlatmaya başladım. Ayak parmağımın arasındaki kemikten başladım, ameliyat sonrası kanama olmadan buz konulması gerektiğini, kanama olur olmaz mikrop konmadan alçının açılıp, kanamanın durdurulması gerektiğini, iltihap kapar kapmaz ben hatırlatmadan onların kültür alıp ona göre antibiyotik vermeleri gerektiğini, ancak iki hafta sonra kültür alındığını, hastaya ilaç vermeden önce, ilacın prospektüsünün muhakkak okunması gerektiğini, serumun hortumunu parmaklarımla katlamasaydım büyük bir ihtimalle öleceğimi, ayağımdaki alçının ters yöne doğru bastırılarak dondurulup bana işkence yapıldığını, ikazlarıma rağmen, yaranın temiz tutulmadığını, iltihaplı kısımların bir an önce alınıp mikrop üretmesine engel olunması gerektiğini, küçük de olsa operasyonlara bütün ihtimaller düşünülerek hazırlanılması gerektiğini teker teker söylemiştim. Sonunda da:” Bunları ben sana yapmış olsaydım ne yapmayı düşünürdün?” diye sormuş, cevap alamamıştım.
Heyet raporu alıyor, evde yatıyordum. Okuldan arkadaşlar ziyaretime geldiklerinde okulla ilgili haberleri alıyordum.
Müdürle Yaşar, bir hafta boyunca gece gündüz uğraşmışlar, karneleri önce yanlış çıkarmışlar, sonra tekrar çıkarmışlar. Müdür kızıp istifa etmiş . Müdür yardımcısı da İzmir’e tayin istemiş benim dönmemi bekliyormuş.
Müdürden intikamımı almıştım. İçim rahatlamıştı. Oh be. Karneleri ona yazdırmıştım ya...
Ama cevabını bulamadığım bir soru hâlâ beynimde durur. “Değdi mi?”
Yazmaktan yorulmuştum. Belimdeki ağrı da iyice artmıştı. Siyatik vardı ve doktorlardan çekindiğim için bu ağrıya katlanıyordum. Esnemeye de başlamıştım. Arada, süresini kestiremediğim bir zaman koltuğun arasından arabanın ilerleyişine bakıyordum. Yollardan akıp gidiyordu. Kim bilir yolcular ne için yola çıkmışlardı? Nereye varacaklardı? Sağ salim geri dönebilecek miydiler? İstedikleri gerçekleşecek miydi? İyilik için mi, kötülük için mi gidiyorlardı? Arkalarında sevdiklerini mi bırakmışlardı? Sevdiklerine mi kavuşacaklardı?
Başımı döndürüp horlayan yolcuya bakmıştım. Önüme döndükten sonra da ister istemez gülümsemiştim. Ya ben de uyuyup horlarsam. Arka koltuklardan da değişik horlamalar geldiğini duyunca rahatladım. Bir eksik bir fazla fark etmezdi nasılsa herkes uyuyordu kaptan, hostes çocuk ve ben hariç.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.