- 791 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İzmir Bursa Arası (Küçük bir roman. Bölüm 3)
III
Karanlıkta, geçen yıllarda yanan ormanlık bölgeyi görmeye çalışıyordum ama göremiyordum. Yaratılmış her canlıyı severim genelde. Ama şu ormanları yakanlara çok kızıyorum. İmkânım olsa, ibret olsun diye, yaktıkları ormandaki ağaçlara asar, televizyonlarda gösterirdim. Çünkü ağaçların acı çektiğini, feryat ettiklerini biliyordum.
Bir yazıda okumuştum, Amerika’da bir serada cinayet işlenmiş. Serada o anda on bir kişi varmış ve dedektifler bir türlü katili bulamamışlar. Barda otururken, dedektif bu durumu biyolog olan bir arkadaşına anlatıyor. Arkadaşı da, bir şey denemek istediğini, belki faydası olabileceğini söylüyor ve denemeye karar veriyorlar. Cinayetin işlendiği yerdeki bitkilere, yalan makinesi sistemine sahip cihazlar bağlıyor biyolog. Sonra sırayla, on bir kişi oradan geçiyor. Makinenin göstergeleri bir kişi geçtiğinde farklı hareket ediyor. Geçiş sıralarını değiştirip defalarca oradan geçiyor adamlar ve aynı şahıs, hangi sırada geçerse geçsin göstergeler farklı şeyler gösteriyor. Sonunda dedektif o şahsı sorguluyor, üzerinde daha fazla duruyor ve katil olduğu ortaya çıkıyor.
Bu yazıyı okuyunca öyle bir cihaz yapabilir miyim diye araştırmaya başlamıştım. Elektronik, merak duyduğum ve içimde boşluk olan bir konudur az çok da bilirim. Mahallede gençliğimde az siyah beyaz televizyon tamir etmedim hani. Elektronik, kazandığım halde imkânsızlıklar sebebiyle gidip okuyamadığım bir üniversite bölümü ve içimde kalan boşluk oldu hep benim için.
Sonunda bir dergide ya da elektronik bir kitapta, küçük bir yalan makinesi şeması bulunca, üzerinde ufak değişiklikler yaparak çalışır hale getirmiştim ama denememiştim.
Eğitsel kol dersinde, öğrencilerime fotoğrafçılığı anlatıyor, uygulamalar yaptırıyordum. Siyah beyaz fotoğrafların banyosu, tab edilmesi falan. Bir de laboratuar yapmıştım okulda. Karanlık odamız vardı. O derslerden birinde bu cihazı denemek istemiştim.
Sınıfa, idareden aldığım bir çiçeği getirip, masanın üzerine koymuştum. Maksadım, çocuklara bitkileri sevdirmek, korumalarını sağlamaktı. Çünkü bahçeye her yıl diktiğimiz ağaçları, çocuklar gidip, fırsat buldukça hafifçe yukarı çekiyorlardı. Fidanlar hemen kuruyordu tabi kökleri hava alınca.
Cihazı anlatmadan, Amerika’da olan olayı anlatmıştım. Sonra da benzer bir cihaz yaptığımı, çalışırsa, bitkilerin acıyı ve sevgiyi hissettiklerini görebileceklerini söylemiştim. Kabloların çıplak uçlarından birini çiçeğin toprağına gömmüştüm. Diğerini de dallarından birine iyice temas edecek şekilde bantlamıştım. Cihazın pilini de taktıktan sonra öğrencilerden hiç ses çıkarmamalarını istemiştim. Sınıfta çıt yoktu.
Cihazdan ince bir cız sesi geliyordu. Çakmağı çıkarmış, “ Bu çiçeğin bağladığım kablolara en uzak yaprağını yakacağım şimdi. Sizden istediğim, şu devamlı çıkan seste değişme var mı yok mu onu takip etmeniz.” diyerek, kablolara en uzaktaki yaprağa doğru yanan çakmağı yavaş yavaş uzatmaya başlamıştım. Çakmak yaklaştıkça ses değişiyordu.
Sonunda yaprağı yaktığım andaki ses, ilk çıkan sesten farklı bir hale gelmişti. Çocuklar “ Hocam ses değişti.” demişlerdi. Ama yaprağı yaktığım için ısıdan dolayı çiçekte kimyasal değişiklikler olabilir ve elektriğin geçme şekli değişebilirdi. Böylece çıkan ses de farklı olurdu. Başka bir şey denemeye karar vermiştim. Sonucu ben de merak ediyordum.
Gerçekleşirse, Amerika’daki olayın doğru olduğuna inanacaktım ben de. Çocuklara, “ Ben şimdi dışarı çıkacağım. Bir iki dakika bekleyeceğim. Sonra içeri girip, çiçeğin bir yaprağını daha yakacağım. Sizden istediğim ben dışarıdayken çıkan sesle, çiçeğe yaklaştıkça çıkan sesin farklılaşıp farklılaşmadığına dikkat etmeniz. Eğer farklılaşıyorsa, çiçek ona zarar vereceğimi hissediyor demek olacaktır. Bunu doğrulayacağız şimdi.” diyerek sınıftan dışarı çıkmıştım.
Dışarıda bir müddet bekledikten sonra da içeri girmiştim. Çakmağı girdikten sonra yakmış ve çiçeğe doğru küçük adımlarla yaklaşmaya başlamıştım. Her adımda ses değişiyordu. Ben bile bunu fark edebiliyordum. Sonunda çiçeğin yaprağını yaktım tekrar, ses daha da farklılaşmıştı. Çocuklara, etraflarındaki bitkilere bu gözle bakmalarını söylemiş, uzun uzun anlatmıştım. Acaba hâlâ o gözle bakıyorlar mı bilemiyorum. İnşallah, bitkilere canlı gözüyle bakmışlar ve bakmaya devam ediyorlardır.
Otobüsün iç lambaları söneli çok olmuştu. Ben de üst taraftaki yolculara mahsus lambayı yakmıştım. Tam defterimi aydınlatıyordu. Kulağımda kulaklık ve şarkılar. Kurşun kalemin ucu iyice kalınlaşmıştı. Belimin ağrısına aldırmadan eğilip çantadaki diğer kurşun kalemi çıkardım. Böyle yazmaya devam edersem uçlar yetmeyecekti. Pilot kalemle devam ederim diye düşündüm.
Doktorlar diyordum düşüncelerim nereden nereye geldi. Belimin ağrısından bahsedince, yine doktor geldi aklıma.
Küçükken ablam ve diğer arkadaşlarla sokakta oynuyorduk. O zaman Divriği’de idik. Babamın tayini oraya çıkmıştı. Ne hikmetse, üç dört yaşımda iken yaşadıklarımı çok iyi hatırlarım. Annem şaşırırdı anlattığımda. Cümleleri bile hatırlarım. Neyse, bir evin damına merdiven koymuşlar. Ablam çıkıp yukarıda oynamak istedi ve merdivenden çıkmaya başladı. En üste gelmişti ki elini uzattığı taş yerinden çıktı ve ablamla birlikte düşmeye başladı. Ben de güya merdiven tutuyorum. Ablamın düşmeye başladığını görünce tutmak için kollarımı uzatmıştım. Bunu yaptığımı hatırlamıyorum. Sonradan görenler söylemişlerdi.
Gözlerimi açtığımda ev sahibinin oğlu, o zamanlar on yaşlarında falan vardı. Ablamla aynı yaştaydılar yahut bir iki yaş büyüktü. Bir tarafımda o, diğer tarafımda ablam beni eve doğru götürüyorlardı. Acı hissetmiyorum ama yere de basamıyordum. Niye basamıyorum diye baktığımda sağ ayağımın öne doğru farklı şekillerde hareket ettiğini görmüş ve o zaman korkudan ağlamaya başlamıştım. Dizden aşağı kısım her yöne hareket ediyordu sanki sallandıkça.
Eve geldiğimizde annem önce bağırmış, kızmış, sonra dizimden aşağısını çekip ileri doğru itmişti. Çıkan dizimi yerine yerleştirmişti fakat hala basamıyordum. Sınıkçı çağırmışlardı. Ayak bileğimle diz arasında kemikler kırılmış. Mevsim bahar. Doktorlarla aramdaki uyumsuzluk orada başlamış olsa gerek. O zamanın kırık çıkık uzmanları onlardı. Ayağımı çekip iyice bağırttıktan sonra, balmumlu bezle sıkı sıkı sarmıştı. Aradan bir aydan fazla zaman geçmişti sanırım, ben hâlâ yere basamıyordum. Başka birine götürmüştü babam, o da “Kemikler kaynamamış.” diyerek tekrar sökmüş ve bağlamıştı. Yine aradan zaman geçmiş ve ben yere basamamıştım. Doktora götürmüşlerdi bu defa. Doktor ayağımı bileğimden yakalayıp sağa sola sallamış, “ Kemikler tutmuş, korktuğu için yürüyemiyor.” demişti. Ayak bileğim ve tabanımdan gelen acıları çeke çeke yürümüştüm sonunda. Yıllar sonra, sağ ayak tabanımın soldan farklı olduğunu görünce olayı anlamıştım. Tabanımda da kırıklar vardı ve ne sınıkçı, ne de doktor görememişti bunu.
Yine ticaret lisesinde müdür yardımcılığı yapıyordum. Diyarbakır’dan tayin isteyip gittiğim, çocukların okul hayatı daha başarılı olsun diye, insanlarının dört dörtlük olduğu Keban’dan ayrılmış ve İzmir’e gelmiştik. Okulda on sınıf vardı. Benimle birlikte iki idareci ve bir müdür. Bir memur. Bir de hizmetli vardı. Meslek lisesi olduğu için işletmelere öğrenci gönderiyorduk. Diğer müdür yardımcısı o işlerin yanında, iki sınıfın idari işlerine bakıyordu. Ben de sekiz sınıfın idari işlerine bakıyordum diğer işlerin yanında.
Birinci dönem karneler verilecekti. Sürekli form şeklindeki karneleri yazıcıdan çıkarıyor, yetiştireyim diye koparmadan zayıfları fosforlu kalemle boyuyor, öğrenciler değiştirmesin diye de üzerlerine saydam bant yapıştırıyordum. Sonra koparıyor, düzenliyordum.
Bütün karneler bittiğinde, alıp imzalasın diye müdüre götürmüştüm. Aramızda problem falan da yoktu. İlk sınıfın karnelerini imzalamıştı. İkinci sınıfa gelince, karnelerin yönü aynı olmadığı için bütün karneleri masanın benim tarafıma doğru olan yere fırlattı. “Düzenle öyle getir!” demişti.
Burnu havada biriydi ama böyle bir şey beklemiyordum. Bazen insanın bütün kanı tepesine çıkar ya. Aynen öyle olmuştu o an bende de. Oysa çok basitti yapacağı. Karnelerin üstteki düz alttaki tersti. Ters olanı üst taraftan kaldırıp imzalayacaktı, düz olanı da çekip imzalayacaktı. Toplam üç beş dakikasını almazdı bu hareket. “Hocam şöyle yapsaydınız düzelirdi. Fırlatmanıza gerek yoktu.” Demiştim göstererek. O da, “ Bir Yaşar kadar olamadın. Yarım saat önce getirip imzalattı.” demez mi? Bu mukayesenin yeri değildi ve gereği de yoktu. “Hocam, o iki sınıfın karnesini hazırladı ben sekiz sınıfın. Şimdi düzeltirim. Mesele değil ama bu fırlatma olayını unutmayacağım ve acısını senden çıkaracağım.” diyerek karneleri almış, o sınıfın karnelerini düzenledikten sonra da hizmetliye verip müdüre göndermiştim. Acısını çıkarmazsam ömrüm boyunca içimde yaşardım biliyordum. Bir şekilde bunu ödetecektim müdüre...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.