- 2177 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İzmir Bursa Arası (Küçük bir roman. Bölüm 1)
I
Bornova terminalinin giden yolcu peronuna otobüs şirketinin servisi ile geldim. Gece yarısı olmasına rağmen daha önceki yolculuklarımda olduğu gibi terminal kalabalıktı. Otobüsün durduğu peronu öğrendikten sonra, her yolculuk öncesi yaptıklarımı tekrar yaptım. Yirmi beş dakika vardı. Küçük bir şişe su aldım. Yetmiş beş kuruş. Mide bulantısı için bir hap içtim… Almasan olmaz. Bunu bildikleri için fiyatlar üç katı. Bir o kadar da verip lavaboya gittim. Bir de bisküvi aldım. Ne olur ne olmaz. Ayda yılda bir açlık krizim tutar. Şekerim düşüyor sanırım. Sanki günlerdir açmışım gibi dizlerim titriyor. Otobüste de tutarsa ne yaparım.
Otobüsün önüne geldim. Henüz vakit vardı. Sigaramı yakacaktım. Yolcuların binmeye başladığını görüce vazgeçtim, çantamı oturacağım koltuğun altına koymak için otobüse binip yerleştirdim. Sonra aşağı inip sigaramı yaktım. Mola verinceye kadar içmeyecektim.
Bursa’yı görmeyeli fazla zaman olmamıştı ama Köksal’ın yanına gitmem gerekiyordu. Köksal, “Kapı komşum.” derler ya, öyleydi gerçekten. Evlerimizin duvarı ortaktı. Çocukluk arkadaşımdı. Bir ara dolduruşa gelmiş, küsmüştüm kendisine. Yedi yıl arayıp sormamıştım. Aslında bir yanlış anlama ve anlatılma vardı. Sonra internetten o beni bulmuş, mesaj yazmıştı. Ne kızgınlık ne de küskünlük kalmadı o mesajı okuyunca. Gerçekten vefalı dostmuş. Benim bunu görmem geç oldu ama olsun. Yanlışın neresinden dönersem kârdır.
“Bursa yolcusu kalmasın!” diye bağırınca elinde yolcu listesi olan şahıs, otobüse binip, on iki numaralı koltuğa oturdum. Karşımdaki sıranın pencere kenarında bir bayan oturuyordu. Onun da yanı boştu. İlgilenmedim. Çantam koltuğun altındaydı. Onu çıkarıp, içinden defteri ve uçlarını iyice sivrilttiğim kurşun kalemlerden birini aldım. Sabaha kadar yazacaktım. Ne yazacağımı bilmeden hazırlığımı yaptım.
İzmir Bursa arası yaklaşık altı saat sürüyordu otobüsle. Özel arabayla, hıza ve verilen molaya göre üç dört saatte gidiliyordu. Bayağı yazacaktım. Otobüste kolay kolay uyumazdım. Pencere kenarındaydım ama gece olduğu için yerleşim yerleri dışında bir şey göremeyecektim.
Arkamdaki koltukların iç tarafında oturan otuz otuz beş yaşlarındaki yolcu, az önce başladığı horlamasını biraz daha arttırmıştı. Hostes çocuk biletleri kontrol ederken uyandırmıştı horlayan yolcuyu. Sonra tekrar horlamaya kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı. Nasıl engel olacaklarını düşünmeye başladım. Bu otobüsün koltuklarında radyo ve kulaklıklar vardı. Kulaklıkları takıp bir kanal buldum. Nasılsa uyumayacaktım. Horlamadan rahatsız olmam için bir sebep yoktu. Diğer yolcuların tepkisini merak ediyordum içimden gülümseyerek. Şoförün yanına giderek bir şeyler söyledi. Otobüs hareket etti geri giderek manevra yaptı. Sonra devam etti. Yola çıkmıştık.
Arada horlamanın tonu fazlalaşıyordu. Bu zamanlarda da öndeki koltukta oturan, kafası ayna gibi olan bir bey dönüp arkasına bakıyor, bir şeyler söylüyordu diğer yolcuların duyacağı şekilde. Bu yolcudan patlak verecek olay diye düşünüp. Bir müddet sonra, horlayan yolcu uzun bir horlama çekince, öndeki bey hostes çocuğu çağırıp bir şeyler söyledi. Radyonun sesinden ne dediğini anlamıyordum ama görüyordum. Hostes çocuk, horlayan yolcuya yaklaşmaya başlayınca kulaklıkları çıkarıp izledim. Ne diyecekti ve nasıl bir tepkiyle karşılaşacaktı onu merak ediyordum.
Acımaklı bir tebessümle yaklaşıp, horlayan yolcunun başında durdu bir müddet ve sanki emin olmak istermiş gibi horlamayı dinledi. Ben de yüzüne bakıyorum. “Bu adama uyandırıp ne diyeceğim?” diye düşünüyordu bence. Bir dakikadan az sürdü adamı seyredip dinlemesi. Sonra sağ elinin işaret ve orta parmağını birlikte uzatarak, iki parmağı ile horlayan yolcunun omuzuna dokundu bir iki defa. Adam gözlerini zorla açtı. Önce ne olduğunu anlamaya çalıştı. Birkaç saniye sonra başını yandan yukarıya doğru çevirdi. Yarı açık gözleri “Ne oldu?” der gibi bakıyordu. Bir şey sormasına fırsat vermeden hostes çocuk: “ Horluyorsunuz. Diğer yolcular rahatsız oluyor.” Dedi kısık bir sesle. Yolcu: “ Ya!” dedi, sonra: “ Peki.” diyerek uyanık durmaya çalıştı bir zaman. Uyuyacaktı kesin. Daha otobüs hareket etmeden uyuya kalan biri hiç uyanık durabilir miydi? Önüme dönüp olayları yazmaya başladım.
Manisa yoluna tırmanmaya başladık Bornova’dan. Kavşaklı bir yoldu ve dağa çıkıyorduk. Aklıma Pülümür, Tunceli arası geldi. Oradaki kavşaklar çok daha keskin ve fazlaydı. Üstelik yol çift değildi o zamanlar. Şimdi nasıl bilmiyorum.
Otobanlar ve çift yolları çok seviyorum. Kaza riski, iki yönlü yollara göre çok daha az. Hatalı solama olayı yok en azından. Arabamla, ya da başka arabalarla otobanlara çıkınca her defasında Turgut Özal’a rahmet diliyorum. Hataları ve yanlışlarıyla vatandaş olarak hizmetinden faydalandığım üç şahıs vardı hayatımda. Atatürk, Menderes ve Özal. Çift yollar konusunda da Erdoğan var artık. Allah, yaptıkları ve vatandaş olarak birebir faydalandığım hizmetleri için bu dördünden razı olsun.
Hostes genç, su ısıttı, kutulardan plastik bardaklar indirdi, çay kahve, şeker poşetlerini koydu servis arabasına. Keke poşetleri, tuzlu bisküvi türü şeyleri servis arabasına koydu. Bütün bunları, yaptığı işlerin çıkardığı seslerden anlayabiliyor, doğrulamak için de otobüsün ön camına yansıyan görüntüsüne bakıyordum.
Ön sıradan başladığı ikram işine devam ederek benim oturduğum koltuğun sırasına geldi. Önce, karşıda oturan bayana ne içmek istediğini sordu. Bu arada ben de ne yiyebileceğime bakıyordum. Kek almaya karar verdim. Her zamanki gibi çay alacaktım. Erzurumlu olmam hasebiyle çayla aram daima iyidir ve ilk tercihimdir her zaman. Bana sorduğunda çay alacağımı söyledim. Bardağı verdi, bir çay poşeti ve bir şeker poşeti verdi. Bir şeker poşeti daha isteyip, yarım doldurduğu bardağa biraz daha su koyup koyamayacağını sordum. Bir çeyrek su daha koydu. Önceleri niye bu kadar az su koyarlar diye düşünmüştüm. Otobüs sallanır da, ya dökülürse sıcak su. Gülümsedim bıyık altı.
Koltuğun önündeki kapanabilir tepsiyi açmış, kulaklığı çıkarmıştım. Önce şeker poşetlerini etrafa dökmemeye gayret ederek açıp, yuvasına yerleştirdiğim bardağın içine toz şekeri boşalttım. Şeker poşetlerini kenara kaldırıp, çay poşetini yırttım. İçinden çıkan poşet çayı da sıcak suyun içine koydum. İpinden tutarak bir iki daldırıp çıkardıktan sonra bıraktım iyice salsın diye rengini. Sonra aklıma geldi, normal çaylar da bu kadar çabuk mu renk verirdi, yoksa bunlarda boyamsı bir şeyler mi vardı. Çözemedim. Kek poşetini yırttım ama keki çıkarmadım. Plastik kaşıkla çay poşetini bir iki daha bastırdım. Sonra çıkarıp kendi ipi ile iyice sıktım. Bayağı bir çay aktı. Sonra işi bitmiş çayı kendi poşetine geri koydum. Şekeri tam karışsın diye, kaşıkla tekrar karıştırdım. Artık içilmeye hazırdı. Keki, alt tarafından iterek ısırabileceğim kadar yukarıya ittim. Isırdım ve çaydan bir yudum aldım. Güzel olmuştu. Hem bu, yeni dişlerimle yediğim ikinci yiyecek oluyordu.
Onuncu ayın on altısında başladığım diş tedavisi sonuçlanmak üzereydi. Üzereydi diyorum hala bitmedi. Bana göre biteceği de yok. Doktora göre bitmiş bir olay.
Doktorlarla aram hayatım boyunca iyi olmadı zaten. Bir türlü doğru iletişimi kuramıyorum. Hata bende olsa gerek, çünkü hiç biriyle iletişimim iyi olmadı. Aksilik gibi iki kızım da nasipse doktor olacak. Biri Ege üniversitesi dördüncü, diğeri birinci sınıfta. Küçüğü ikna edinceye kadar canım çıktı desem yeridir. Tutturmuştu “Elektronik mühendisi olacağım.” diye. Kızlar için uygun bir meslek olmadığını, bitirdikten sonra iş aramakla zaman geçeceğini, özel sektörde iş bulabileceğini ve ilk krizde kapı dışarı edileceğini, gerektiğinde sabahlara kadar argelerde çalışıp evini ihmal edeceğini falan anlattıysam da fayda etmedi. En son, “Baba,” demişti. “Eğer tıp fakültesini yazar da orada başarısız olursam, hep seni suçlarım. Senden hesap sorarım.” Bu sözü üzerine, “ Yaa!” demiştim. “ O zaman, ilk tercihi senin istediğin yer olarak yazacağız, ikinci tercihi benim istediğim. Senin istediğin olur da, sıkıntıya düşersen ben sana bilirim söyleyeceğimi.” Ve iki tercih yapmıştım, birincisine Orta Doğu Elektrik Elektronik Mühendisliği, ikincisine Ege Üniversitesi Tıp Fakültesini. Son gün, son dakikalarda oturtmuştum bilgisayarın başına. “ Tercihini gönderme işlemini kendin yapacaksın. Sonradan bana söz söyleme hakkın yok. Buyur!” demiş ve odadan çıkıp kapının önünde beklemiştim. Oflamış, puflamış sonunda göndermişti. Allah’tan benim dediğim yer geldi. Okuma süresi resmiyette altı yıl ama on yılı buluyor sanırım. Yaşadıkça destek olacağım. Ve bildiğim bir şey var, bitirdiklerinde iş aramayacaklar. Tabi bazı şeyler o zamana değişmezse Türkiye’de.