- 645 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Sakın ha!
Her sabah ekmek almak için gittiğim fırının kapısında bekleyen yaşlı adam bana bakarak aynı şeyi sormakta.
“Neler oluyor size?”
Önceleri ensemden bağladığım saçlarıma laf geliyor diye düşünürdüm; sıcak bir gülümsemeyle gönlünü almaya çalışıp geçerdim. Bu sabah fazladan iki kelime etmek için bir sigara içimlik durakladım yanında. Seksenlik merdivenin son basamaklarında bulunan adamla koyu olmasa da dem ayarında bir sohbetin içinde buldum kendimi.
Üzgün sesiyle dillendirdiği düzgün Türkçesi beni öyle etkiledi ki!.. Konuşmanın sonunda hayranlığımı ve saygımı belli etmeden ayrılmak olanaksızdı.
Elbette bu duygularımı vurgulayan kelimeleri kullanarak sigaramla birlikte bitirdim bu ayaküstü sohbetini.
Hayır!
Görünüş değildi bu adamın derdi.
Kaybolmaya yüz tutmuş özler ve değerini yitirmiş sözlerdi söylemek istediği.
Bir de anlama derdi vardı bugün konuşulan Türkçeyi.
“Ben seksen altı yaşındayım,” dedi, “ama öyle kişilerle konuşuyorum ki anlamakta zorluk çekiyorum bazen. Cebimde Eski Türkçe bir Lügat bulundurmadığıma hayıflandığım çok oluyor!”
Sonra hınzırca yüzüme bakarak sordu.
“Unuttum,” dedi, “mümeyyiz, ne demekti?”
Cevap vermeme fırsat vermeden devam etti.
“Arapça ve Farsça kelimeleri kullanmayı bir marifet sanıyorlar!”
“Dil zenginliğidir,” dedim.
“Yok,”dedi, “bilgi fakirliğidir bu,” sonra gözlerimin içine bakarak, “en önemlisi de Türkçeye karşı bir duruştur,” diye devam etti.
Haklıydı belki de!
Ben de zaman zaman öylesi kişilerle konuştum ki! Biran kendimi Lale Devri’nde has bahçenin birinde terbiyeli bir “mürebbiye” ile lafladığımı sandığım çok olmuştur.
Sohbet uzadıkça, anladım ki aynı paragrafta aynı yükü taşıyan “mutlaka” ve “kesinlikle” sözcüklerini bir arada kullanmak zenginlik değil, derdimi anlatmamdaki yoksunluğummuş meğer!
Bazı televizyon programlarında kendini ayrı bir yere koyduğunu sanan bazı konuşmacılar geldi aklıma. Hiç de kulağı rahatsız etmeyecek şekilde Türkçe karşılığı olduğu halde, Arapça ve Farsça kelimeleri kullanmayı bilgi birikimi olarak sunmaya çalışanların çabalarının ne olduğunu anladım.
Bir hiç!
Aralarında Bülent Ersoy’un da bulunması şartıyla, bu dil tiplerini bir araya toplayıp, ortaya karışık bir konu atarak izlemek gerek sohbetlerini.
Ne cümbüş olur ama!
Haremin şen bülbülleri!
Şimdi başka bir konuda o yaşlı adamın sorduğu soruyu kendime soruyorum.
Neler oluyor bize?
Teknolojinin armağanlarından olan iletişimdeki kolaylığın zirve yapmaya başladığı son yıllarda, öyle sanıyorum ki insanca duygular da hızla dibe vurmakta.
Eskiye dönelim, diyecek kadar salak değilim elbette.
Peki ama şu da gerçek değil mi?
İster özlem duyan dost olsun, ister hasret çeken sevgili… Dolma kalemine çektiği mavi mürekkeple birlikte beyaz kağıda döktüğü sevgi nerede, şimdiki kısa mesaj ve msn denilen duygusuzlara aktarılan duygular nerede!
Sizce hangisi gerçektir?
Aşk maddeleşiyor mu yoksa!
Kim bilir! Belki bu da sevginin metal hali!
Ben halen sevginin saf hali olarak şiiri biliyorum!
Sakın ha!
Kimse demesin ki, önce şiirler bozuldu, haberin yok senin!
YORUMLAR
Sanırım konuşuyoruz, yazıyoruz, çiziyoruz da kime, neye, niçindir bu?
Şimdilerde pek de aldırdığımız yok
Bir özentidir almış başını gidiyor.
Sanılıyor ki ne kadar anlaşılmaz olursak o kadar değerimiz yükseliyor insanlık mertebesinde.
Ben bu masalı çocukluğumda , 'Eşek Hoşaftan Ne Anlar' adıyla ve anlatanın çobanı küçümseyen yorumuyla dinlemiş, gülmüştüm.
Şimdi güldürmüyorsa da düşündürüyor...
Ve yazınızı okuyunca yeniden aklıma geldi.
Sizinle paylaşmak da boynumun borcu oldu.
‘’Soytarı şair’le Garip Çoban’’
(Masalın Öteki Yüzü)
Geçmiş zamanların birinde, bir sarayda, soytarı bir şair yaşarmış.
Halkın dilini küçümser, halkın anlamadığı dille padişaha övgülü şiirler yazar, geçimini sağlarmış.
Bu dil, iki yabancı dilin karması, ağdalı, anlaşılmaz, zor bir dilmiş.
Ek ve tamlamalarda ve yazım kurallarında yapılacak ufak bir hata ikili bir anlama yol açar ve kaş yapayım derken göz çıkarılırmış.
Ve insan zaman zaman gülünç duruma düşermiş.
Halkın dili ise; açık, aydınlık, yalın bir dilmiş.
Halkın günlük konuşma dilinde, halk ozanlarının saz ve sözünde konar, göçer, gün gün zenginleşir, tatlanır, güzelleşirmiş.
Ne bu dil, ne de bu dili konuşan halk saray kapısından içeri girermiş.
Dalkavuk şair yine bir gün padişaha bir şiir yakmış, abartılı özgüler düzmüş.
Fakat yazımda öyle bir yanlış ve okurken öylesine bir vurgu hatası yapmış ki, övgü sövgüye dönüşmüş.
Padişah bunun üzerine, ‘atın bu soytarıyı içeriye’ diye bağırmış.
Ve soytarı şairi atmışlar içeri.
Atıldığı koğuşta bir de garip bir çobancık kalıyormuş.
Ne suç işlemişse o da aynı yerde gün sayıyormuş. Çoban sessiz, suskun biriymiş.
İmge dünyası kırlar, bayırlar, dağlar, ovalar… Yani geniş, zengin, renkli mi renkliymiş.
Şairin imgelemi ise sarayın duvarları ile kuşatılı ve sınırlıymış…
Çobanın şansına bakın.
Çobancık her sabah kalkar, cam önüne oturur, kırlara dalar, düştü düşecek cemrelerle yeşerecek bayırları, otları düşlermiş.
Bir de başıboş, sahipsiz keçilerini düşünür dururmuş.
Çoban kimi zaman soytarı şairden gelen homurtuları dinler, acırmış bu efendiye.
Şöyle düşünürmüş: ‘’Tuz, ekmek isterken dediği anlaşılıyor, iyi güzel de, duvarlarla konuşurken nece konuşuyor bu deli?..’’
Düşünür, düşünür işin içinden çıkamazmış.
Çoban öğün vakti kimi zaman soytarıya gelen bala, böreğe dönüp bakmaz, dizinde kırdığı soğanı tuza banar, karnını doyurur, üstüne bir tas su içer, yatağına uzanır düşlere dalarmış.
Çoğu zaman şairin homurdamaları düşlerini bozar, aldırmaz, saygı da kusur etmemek için şikayet etmez, katlanır gidermiş.
Soytarı şair yine bir gün, kirden kırçıllaşmış sakalını sıvazlayıp gazellerini okumaya başlayacağı sıra ‘’niye hep duvarlara okuyorum’’ demiş, ‘’duvarlara okuyacağıma biraz da okusam şu davara’’
Bu sözü ederken dönüp çobana bakmış.
Çobancık her zaman olduğu gibi cam önünde garip garip düşünüp durmaktaymış.
Anlamaz ama, anlamasa da bir denemekte yarar var’’ demiş.
Çağırmış çobanı yanına. Çoban saygılı ve suskun, gelip oturmuş karşısına.
Şair başlamış selamsız, sabahsız gazellerini okumaya. Çoban dinlemiş dinlemiş ve bir ara:
‘’ağam yorulma boşuna ben ne anlarım şiirden, mirden, gazelden, mazelden.
Bir şey anladıysam arap olayım sözlerinden’’ diyecek olmuş.
Soytarı hemen susturmuş çobanı.
‘’Anlarsın…anlarsın..’’
Çoban salt gönlü olsun diye arada bu içi boş, süslü sözleri dinler olmuş.
Yine bir gün şairin karşısında gazellerini dinlerken soytarının ağdalı sesi dokunmuş içine.
Sözlerden yine bir şey anladığı yokmuş.
Ve şairin sallanan sakalına dalıp giderken, bir damla yaş süzülmüş çobanın gözlerinden.
Soytarı şair bunu görünce delire yazmış sevincinden.
‘’Gördün mü bak, anladın sen bile işte…inanırım ben gazellerimin gücüne…
Eninde sonunda duvar da anlar davar da…’’
Çobancık soytarının bu aşağılayıcı sözlerini duyunca bırakmış saygıyı bir köşeciğe:
‘’Ağam boşa dellenme, bir şey anladığım yok deli saçması, süslü sözlerinden…
Bir keçim vardı, sırtıkara, sakalı seninki gibi ak.
Sen homurdanıp sakalı salladıkça, o düştü aklıma, ondandır gözümden süzülen yaş…’’
Çoban susmuş ve ardından alık alık bakan soytarı şaire son okunu fırlatmış.
‘’Değilse varlığın on para etmez yanımda…
Hani şu sallanan sakalının
Anımsattığı da olmasa…’’
Bu güzel masal için Metin Demirtaş’a sonsuz teşekkürler.
Ve elbette duyarlı yazınıza da.
Sevgi ve saygıyla. Işıl Aksoy
Yazınız acıma tuz bastı sanki...Yurt dışında yaşadığım için başka kültürlere odaklanan bir Türk*ün gözüyle bakarak değerlendirdim yazınızı...Sizin görüşlerinize sayğı duymakla birlikte kendi penceremden baktığım zaman konunun daha derinlerine inebiliyorum.
Gençlik yıllarımından bu güne kadar dilimizde öyle değişiklikler olmuş ki...İfade tarzlarına bile yabancı kaldığım anlar oluyor..Ordan burdan topladığımız estetik olarak düşündüğümüz kelimelerle alkışlanıyoruz...Yalın bir dil kullandığımız zaman ise kimse farkına varmıyor ve sönük kalıyor Türkçemiz
Gözü okşayan değişik ifadelere meyillenmiş imgeler /sözcükler kullandığımız zaman alkışlanıyoruz...
okuduğumuz yazı/ şiiri anlamakta zorlaniyorsak okuma zevki nerede kaliyor!---Kendimden büyük laflar ediyorsam bir yerde isyanımdır...
Bizim zamanımızda uzun mektuplar yazılırdı sevgiye..Biz aşkı kelimelerle soyardık tek tek...Az derdik çok anlaşılırdı...Oysa şimdi bir çok kelimeyle aşkı ifade edemiyoruz...
Veren bir yazıydı...Teşekürlerim çokca demiyeceğim )))
ama çok teşekür ederim beni düşünmeye davet ettiginiz için...Saygılarımla
kurakyaz tarafından 5/19/2009 12:25:47 AM zamanında düzenlenmiştir.