- 1205 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İLKKURŞUN... (Devamı) Öykülerim.
YOZGAT TRENİ...
Savaş yıllarında Anadolu’da sadece bir tren hattı vardı. Yalnızca, o hatta tren çalışıyordu. O da, Yozgat’la Ankara arasındaki tren hattıydı. Afyon cephesinde yaralanan Türk askerleri Yozgat’a getiriliyordu. Ağır yaralılar, bir vagonla Ankara’ya gönderiliyor, diğer ayakta tedavi olanlarla, cepheye gönderilecek yeni askerler birlikte, ikinci bir vagonla, Yozgat’tan cepheye gönderilmekteydi. Yozgat, Ankara ile cephe arasında sevk ve taksimat üssü gibiydi.
İlk kurşunda yaralanan askerler, şimdi Yozgat’taydılar. İki ayrı yola gidecek vagonlar bir aradaydı. Yolcularını bekliyorlardı. Bir tanesi, Afyon cephesinde ağır yalanan askerleri, Yozgat’tan alıp Ankara’ya götürecek, diğer vagonda, ayakta tedavi olup Ankara’dan gelen, hafif yaralar alıp ayakta tedavisi yapılan öteki yaralılar ile yurdun değişik bölgelerinden askere gelen, yeni ve acemi askerleri alıp Yozgat’tan cepheye götürecek olan vagondu.
Yeni askere gelen, acemi askerlerin yürekleri heyecandan pır ederken, cephede cehennemi yaşarken yaralanıp gelen, tedavisi olan veya ağır yaralı olanlarda kendi acılarıyla, kendi dünyasını yaşıyordu. Daha yeni çıkmaya başlamış, ayva tüyü, seyrekçe, bir tutam sakalları, yenice terlemeye başlamış, bıyık dipleri ile acemi askerler, ürkekçe bakışları ile olan biteni anlamaya çalışıyor, farkına varmadıkları bir buruklukla, hüzünle boyunlarını büküyorlardı.
Analar, ne yiğitler doğurup yetiştirerek, cepheye göndermişlerdi. Ama ; boynu bükülmez serviler gibi çoğu, devrilip kara topraklara, boylu boyunca uzanıp kalmışlardı. Kimisi şehitlik şerbetini içmiş, kimileri de gazilik makamına ulaşmışlardı. Şahadet şerbetini içenlerin dudaklarında, tatlı bir tebessüm, gözlerinde büyüleyici bir bakışın, saadete ermiş buğusu vardı. Ve, gözpınarlarının kenarında iki damla billurlaşan yaş görülüyordu. Bazen, bu billur zerreciklerine, kan karıştığı da olurdu. O gazilerin durumunu anlatmak ise, ne mümkündü ? Kelimeler aciz kalırdı. Kimisinin kolu kopmuş, kimisinin ayağı yarılmış, kırılmış, kimisinin gözü çıkmış, kimisi göğsünden ağır yara almış, kimisinin de omzunda koca bir delik açılmıştı. Yeterli ilaç yok. Hekim yok. Hemşire yoktu. Kimileri, yarasının üstüne, iki-üç paket tütün bağlamış, kanamayı durdurmaya çalışmıştı. Kan kaybından, uykusuzluktan, açlıktan ve yorgunluktan zor yaşıyor gibiydiler. Soğuk ve acı , hiç eksilmiyordu. Ama yine de, alışkanlık haline gelmiş gibi görünüyordu. Kimileri de, sırt sırta, omuz omuza savaştıkları arkadaşlarının acısından yanıyordu. Gözünün önünde vurulmuş, yaralanmış, yada kucağında can vermişler, kimileri de nerede oldukları belli değil, kaybolmuşlardı.
Mustafa oğlu, Aydınlı Davut da cepheye gidecek vagonun içindeydi. Sol ayağının diz altından süngü yarası almıştı ama, tedavisi edilmişti. Yarası temizlenmiş, dikilmiş, sarılmıştı. Birde bir avuç ilaç vermişlerdi. O yıllarda meşhur olan, “ Limon sarısı rengindeki, Kinin denen, ağrı kesici haplardan” bir sürü vardı avuçlarında. Onlara bakıp moral buluyordu. Çünkü, askerin ruhsal “Psikolojik” baskı altında olduğu cephede, en azından “ Bir ağrı kesici hapım var “ diye, o hapları okşayarak , onlardan cesaret ve manevi güç alıyordu. Böylece kendisini, daha dinç, daha dayanıklı, daha güvenli hissediyordu. İlacın bu, psikolojik etkisi, genellikle önceden hesaplanıp düşünülmez ama, tüm umutların sona erdiği, yaşama şansını kaybettiğini zanneden veya ruhen öyle hisseden, morali bozuk bir insana, ilacın manevi gücü, bu yönüyle çok önemlidir. Başına gelmeyen, o şartlardaki bir anı yaşamayan insanlar, bunu bilemezler. Bilemeyeceklerini bir tarafa bırakın, tahmin bile edemezler.
İşte ; elindeki hapları cebine koyarken, üzerinden okşayan, Mustafa oğlu Davut, bunları aklından geçiriyordu. Bir ara, ilk kurşunda aldığı süngü yarasında, kan kaybından öleceğini sandığı o, baygınlık geçirdiği dakikaları, bitmek bilmeyen saniyeleri tekrar yaşadı. Savaşın dehşeti, tekrar gözlerinin önüne geldi. Ricat borusu çalıncaya kadar geçen zamanda, saniyeler, yıl kadar uzun gelmişti. Ardından, ricat borusu çalmış, savaşa ara verilmiş, yaralılarla ölüler toplanıp, ölüler ilgili yerlere taşınıp gömülmüş, yaralılarda savaş alanından alınıp cephe gerisindeki emin yerlere taşınarak, ilk tedavileri yapılmıştı. Şimdi, o savaşta şehit olan, yaralanıp yerlere düşen, ayaklar altında kalıp ezilen, çeşitli vücut uzuvları kopan gazileri, birer film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiriyordu.
Anadolu’nun birçok yerinden gelen yeni askerler, guruplar halinde vagonlara geliyor, biniyorlardı. O sırada gelen kafilenin içinde, aynı yaşlarda iki genç bulunuyordu. Birbirlerine o denli benziyorlardı ki, anlatılamazdı. Görenler, ikiz kardeş sanırdı onları. İkisi de buğday tenli, başak rengi kumral saçları, menekşeye kaçan mavi gözleriyle, babayiğit gençlerdi. Siz deyin 18, ben diyeyim 19 yaşlarındaydılar. Kesinlikle 20, olamazlardı. Ürkek bakışlarından, ne kadar toy oldukları, açık seçik belli oluyordu. Sanki ; her hareketleri, “ Biz acemiyiz “ der gibiydi. Birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı. Ellerinden gelse, bir şeylerden çekinmeseler, bitişik ikizler gibi gezeceklerdi.
Cepheye gidecek tren vagonuna girip bir köşesine, sessizce büzüştüler. Kimi yaralı askerler ; tedavi bile edilmiş olsalar, kendi canları ile uğraşmaktaydı, onları görmediler bile. Ama acemiler ; tüm gözler üzerilerindeymiş gibi çekinerek , hareket ediyorlardı. Vagonun bir köşesinde, yaralı ayağını uzatıp oturmuş olan Mustafa oğlu Davut, bu iki genci gözleriyle takip ediyor, her hareketlerini izliyordu. Ama gençler, bu izleyişin farkında değildi. Davut ; Rus malı, sabit süngülü silahını kucağına uzatmış, bir elindeki kirli mendiliyle, silahının tozunu, sabit süngüsünün “Kasaturası “ kama şeklindeki bıçak kısmı üzerindeki, kurumuş kan lekelerini siliyor, arada bir mendile tükürerek ıslatıp, temizlemeye çalışıyordu.
O gençleri görünce, İbrahim ağabeyi ile kardeşi İdris aklına düştü. Ana-baba, bacı-kardeş, eşi-dostu, komşuları , Savuca köyü, memleketi Söke geldi gözlerinin önüne. İçinde sıcakça , geçtiği yeri yakan, bir-şeyler eriyip kaydı. Yaktı yüreğini. Köz etti, can evini. İdris ile İbrahim’i Çanakkale savaşı yemişti. Orada şehit düşmüşlerdi. Kendi de, Kurtuluş savaşı çıktığında , 18 yaşında, kendi atı ve silahıyla orduya, gönüllü olarak koşup katılmıştı. Yıllarca cepheden cepheye koşmuş, çok savaşlara katılmış, bir çok düşman öldürmüş, çok arkadaşının yaralanışını görmüş, bir çok arkadaşı da, kucağında ölmüştü. Ne acıydı o anlar. İlk kurşundaki meydan muharebesine kadar hiç yara almamıştı. Afyon cephesindeki bu, ilk kurşun denilen süngü savaşı onun da, diz altından yaralanmasına neden olmuştu. O gençleri izledikçe, ayva sarısı sakalları, kendisinin ilk günlerini ve kardeşlerinin Çanakkale’ye , ilk gidiş günlerini hatırladı.
İçindeki burukluk biraz daha arttı. Derin bir iç geçirdi. Nedense, bu iki gence kanı ısınmış, kaynamıştı. Sevimli gelmişlerdi ona. Saflıklarına, dürüstlüklerine, acemiliklerine, acıyor muydu ne ? Kendine bir yakın hissetti onları.
Tam yerinden doğrulup iki genci yanına çağıracaktı ki, vagona yaşlı bir adam giriverdi. Vagonun orta yerinde dinelip yüksek sesle, oradakilere seslendi :
----- Gençler, beni dinler misiniz ? Sizlere bir şey soracağım. Bazı bilgiler almak istiyorum. Lütfen, beni dinleyin.
Vagonda bulunan eski-yeni, usta-acemi, yaralı veya yarasız tüm kişiler, gözlerini bu yaşlıya çevirdiler. Soran gözlerle “ Ne var “ der gibi, ona bakıyorlardı. Vagonda çıt çıkmıyordu. Zaman bile durmuştu. Yaşlı adam :
----- İçinizde, Polatlı Gökçe bayır köyünden olan var mı ? Ne olur, yardımcı olun, dedi.
Sessizlik, son haddinde idi. Vagondan çıt çıkmıyordu. Yüzüne baktığı askerler “ Hayır “ anlamında başlarını, sağa sola doğu sallıyorlardı. Yaşlı adam, loş ışıklı vagonun içinde, bin vatlık lamba gibi parlayan gözlerini, askerden askere dolaştırıyordu. Gözlerine her baktığı asker, “ Hayır “ işareti yapıyordu. Bir süre, birkaç dakika böyle geçti. Yaşlı adam, tam umudunu kaybetmişti ki, arka taraftan, vagonun derin bir köşesinden, bir ses yükseldi :
----- Biz varız...
Umutla o tarafa dönen yaşlı adam, o cılız sesin sahibini aradı. Ve, onlara doğru seslendi. Heyecanlıydı :
----- Gençler, lütfen buraya gelir misiniz ? Sizlere soracaklarım olacak, dedi.
O konuşan gençler, bizim Davud’un sevdiği gençlerdi. Oturdukları köşede, önce birbirlerinin yüzüne bakıştılar. Sonra, yerlerinden doğrulup yaşlı adamın yanına geldiler. Önünde durdular. Yaşlı adam, heyecandan yerinde zor durabiliyordu. Gençleri tepeden tırnağa, tırnaktan tepeye birkaç kez süzdükten sonra, sorusunu tekrarladı :
----- Demek siz, Gökçe bayır köyündensiniz, öyle mi ? dedi.
İki genç, tekrar birbirinin yüzüne, anlamsızca bakıp ikisi birlikte cevap verdiler :
----- Evet, bizler oralıyız efendim, dediler.
Yaşlı adam bir elinin işaret parmağını şakağına dayayıp umutsuzca bir duyguyla, tekrar sözlerine başladı :
----- Çocuklar; Gökçe bayır köyünde, bir Çevriye ana vardı. Köylü onu, o isimle tanırdı. Bir buçuk yaşlarında biri kız, diğeri erkek, iki çocuğu vardı. İkizdiler onlar. Onlara ne oldu ? Biliyor musunuz ? Bilgi almak istiyorum. Tanıyor musunuz ? Oğlanın adı Cemil, kızın adı Cemile idi. Yaşıyorlar mı ? diye sordu.
İki genç tekrar, ürkek bakışlarla, birbirinin yüzlerine baktılar. Daha sarışın olanı konuştu bu kez :
----- Cemil benim. Kız kardeşim Cemile, anam da sağ. Allah’a şükür. Bu da, kız kardeşim Cemilenin kocası Celal. Bu savaş çıkınca, onları köyümüzde bırakıp cepheye, vuruşmaya geldik, dedi.
Bu cevap üzerine yaşlı adam, sevinçten çılgına dönmüşçesine, gençlerin boynuna sarılıp bağrına basarak, öpmeye başladı. Hem ağlıyor, hem de konuşuyordu :
----- Evlatlarım. Ben de, sizin babanız Hüseyin’im. Trablus Garp savaşında esir düştüm. 18 yıldır İngiliz esir kamplarında eziyet gördüm. İşkencelere katlandım. Çok acılar yaşadım. Hep sizlere kavuşmanın umuduyla ayakta kaldım. Sonunda, bir yolunu bulup kamptan kaçtım. Kurtulup size geldim. Şükürler olsun yüce Allah’ıma , sizlere kavuştum.
Yaşlı adam gençleri öpüyor, öpüyor bağrına basıyor, kolları arasında sıkıyordu. An geliyor, boğazında hıçkırıklar düğümleniyor, konuşmakta zorluk çekiyordu. Fakat, vagonda kim varsa, bu manzara karşısında kendini tutamamış, ağlamıştı. Ağlıyorlardı. Yaşlı adam biraz sakinleşip çocuklarıyla hasret giderince, söze başladı :
----- Üzülmeyin yavrularım. Gözünüz arkada kalmasın. Ben, artık döndüm. Bunca yıl sizler, benim namusumu nasıl koruduysanız, bundan sonra, o görev benim, gülerek gidin, Peygamber ocağına. Evinizi, bacınızı, ananızı ve eşinizi düşünmeyin. İçiniz rahat olsun. Başınız dik, alnınız açık olsun, yavrularım dedi.
Tekrar gençlerle kucaklaşıp ikisinin de alınlarından ve gözlerinden öpüp sırtlarını sıvazladı.” Allah ve Peygamber sizinle beraberdir “ deyip vagondan indi. Köyünün yolunu tuttu. Yaşlı adam, Gökçe bayır köyünün yolunu tutarken, askerleri cepheye taşıyan vagonda, İlk kurşun cephesine doğru yol alıyordu. O esnada, karanlıkça, loş ışıklı vagonun bir köşesinden, yaralı bir asker, omuzları sarılı olarak, iki genci önüne katarak, bizim Davut’ un yanına getirdi. Davud’un yanına çömelirken, ona takılıyordu :
----- E, Aydınlı ne haber bakalım? İzmir’de gemilerin mi battı, ne düşünüyorsun ? Nedir, bu halin ? Bak, sana gençleri getirdim. Artık, dört kişiyiz. Sırtımız, yere gelmez, diye konuştu.
Bizim Davut, hemen arkadaşının boynuna sarıldı. Akan, göz yaşlarını onlardan sakladı. Sesi, titriyordu :
----- Vay, tertibim. Sen, ölmedin mi ? diyebildi.
Gençlerle birlikte, dörtlü olarak birbirlerine sarıldılar. Sessizce akan yaşları, onların sevincini ve dostluğunu anlatıyordu. Aydınlık ve parlak ışıklarıyla güneş, Kurtuluş Savaşı’nın yeni destanlarını aydınlatmaya hazırlanıyordu. Türk için, yeni bir tarih yazılıyor, yeni bir çağ başlıyordu. Bu yeni çağ, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çağı ve destanı olacaktı.
Suat TUTAK
İLKKURŞUN... (Devamı) Öykülerim. Yazısına Yorum Yap
"İLKKURŞUN... (Devamı) Öykülerim." başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.