- 558 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ATI ALAN ÜSKÜDAR’I GEÇECEK…
"Rüyanızın gerçekleşmesini istiyorsanız önce uykudan uyanmanız gerekir." A. Siegtried
Yıllar önce olimpiyatlarda İstiklal marşımız çaldığında yüreğimize dolan sevinci anlatamam. Halterde altın madalya almış sporcumuz birinciliğin basamağında dimdik durmakta. Ertesi gün gazetelerden öğreniyoruz ki,
“Şekere %10 zam geldi”
“Benzine %10 zam geldi”
“Her insan hastanelere%1 katkı payı ödeyecek”
Veya Amerika ile ikili ekonomik antlaşmalar, Kuzey Kıbrıs için verilen tavizler, vs…
Veya %70’i ülkemizde olan bor madenleri üç kişilik özel bir aileye satılmış.
Telekom ve iletişim dakikası bilmem ne kadar TL. ücretlendirilmiş ve sabit abonman rafa değil, zamlı haliyle posta kutularımıza konulmuş.
Biz “kazandık” sevinçleriyle maçlarda aslında kaybediyormuşuz hayatın içinde. Uyuyor muyuz ne?
Eskiden fırtına gelmeden önce rüzgarı hissederdik. Ona göre hazır olurduk. Kendimizi korumayı bilirdik. Yastık altındaki altınımızı veya paramızı daha dikkatli harcar veya “ak akçe kara gün içindir” diye bir kenarımızda, “kara gün” için ayırmış olurduk. Pata küte, ertesi gün basından öğreniyoruz, yarınlarımızın bize “neler?” sunacağını.
Ve en acı duyduğumuz yanı da yarınlarımızın bir ütopik hayaller gibi ulaşılmaz bir yerde durduğudur. Geleceğimizi yitirdik. Zor anlarımız başladı. Korkularımız yüzeye ulaştı. Bilmediklerimizden korkar olduk. “Nereden, ne, nasıl, bir tepki gelecek?” diye çekimser ve kendimizi o ana bırakır olduk. Yalnızlıklar öğretildi bize.
Ne dostluk ne komşuluk, ne saygı ne de “paylaşım/katılım bilmez/tanımaz/görmez/saymaz” olduk. Kendi içimizde yalnızlıklarımızı sever olduk, kısacası. Okulda, işte, diğer sosyal alanlarda kararlar alamaz, yanlış seçimler yapar olduk. Kesinlikle bu susuş bu içe kapanış iyi değil. Her verilen karara boyun eğiş sonucunda aldığımız iç travmalar, kan kaybına neden olmakta.
Duygusal zafiyet geçirmekteyiz, hastane ve kliniklerde psikolojik destek almak isteyen insan sayısı artmış durumda. Adliyelerde asliye, sulh ceza dosyaları akordion olmuş artık. Özgürlük kaygılarımız, korkularımız oldu. Ortaöğretim ve üniversite öğretim bursları, artık bazı belediye ve resmi yerlerde verilmemekte olduğu gibi, öğrenci harçlarındaki artış ile okuma sorunu yaşayan öğrencilerimiz, geleceklerini kaybetmiş durumdalar.
Bu kadar iç karartan tablo ile bir ülkenin insanı mutlu olabilir mi? Peki ne yapılmalı, nasıl iç/dış istikrar sağlanmalı? Dünya ekonomik kriz yaşarken; biz oturup felsefe mi yapmalıyız? “Leyleğin ömrü lak lakla geçermiş” misali şimdi biz boşa mı yazıyoruz? Ağzımız dolu dolu;
“Demokrasi”, “İnsan Hakları”, “Laiklik”, “Adalet”, “Din”, “Özgürlük” "Kahrolsun, emperyalist uşaklar" sözcükleri konuşup, yazıyoruz.
Bu sözcükleri sıklıkla söyleyenleri; görünüşte çok “önemli” ve “değerli” şeyler konuşuyormuş gibi çok bilgili/ kültürlü/çağdaş/post-modern gözüyle bakıp alkışlıyoruz. Oysa hiç düşünülmeden bir konuşma bulvarlarındaki bu tür sohbetlerimiz, lokal avuntularımız oluyor. Üzüntü ve hüzünler ekip biçiyoruz.
İçi boşaltılmış sözcükleri tükete tükete bir hal olduk. Ah/vah” ile değerli sözcükler havada uçuşup, buharlaştırıyoruz. Bir kimlik oluşup varlığımızı da değersizleştiriyoruz. Ve asıl işin tehlikeli yanı ise bu sözcükleri, söyleyen insanların bir süre sonra kendilerini herkesten daha bilgili sanmalarıdır. Burada asıl önemli olan ise; bir sözü en doğru ve düzgün bir şekilde kullanmamız, yaşantımıza sokmamız gerekir. Bunu doğru bir perspektifle ivme kazandırıp yeni bir kozmik bilinç geliştirmeli ve yaşama dönüştürmeliyiz.
Kim_bilir? Belki bunu başardığımız an bütün kargaşa, kavgalarımız, kendimizle olan savaşlarımız ve sorunlarımız da biter. İki lafın arasına;
”Ah Atatürk yaşasaydı, bunlar başımıza gelmezdi.”
“Onun gibi bir adam gelmeli ki başımıza, ülkemizi kurtarmalı,” vb, gibi sözlerle,
Anıtkabir’de yatmakta olan o yüce insanı ebedi uykusundan alı koyup, "huzursuz" etmeye, hiç mi hiç hakkımız yoktur.
Ben, şimdiler uyuduğumuzu düşünüyorum. Bir çeşit illüzyon ile uyutulduğumuzu düşünüyorum. Sağ taraf gösteriliyor ama asıl sol yanımızda ne var acaba? Hani bir fıkra vardı, anımsarsanız:
“Adamın biri motosikleti ile ülke sınırına gelir. Arkasındaki iki büyük çantayı gören sınır polisi şüphelenir ve içinde ne olduğunu sorar. Adam:
’Yalnızca kum’, diye yanıt verince Polis:
- Aç bakalım çantaları, der.
Adam çantaları açar, polis didik didik kontrol etmesine rağmen kumdan başka bir şey bulamaz çantada ! Bununla yetinmeyen polis, gece yarısına kadar kumu her tür tahlilden geçirtir ancak saf kumdan başka bir şey yoktur ! Polis, çantalarını adama geri verir ve sınırdan geçmesine izin verir.
Ertesi gün adam motosikletinin arkasında iki büyük çantayla tekrar sınırda belirir. Polis adamı gene durdurur, didik didik arar, bir şey bulamaz ve adamı serbest bırakmak zorunda kalır. Bu olay, polis emekli olana dek yıllarca devam eder !
Bir gün emekli polis bir barda otururken Aynı adamın içeri girdiğini görür ve derhal yakasına yapışır;
-Senin yıllardır bir şeyler kaçırdığından eminim. Çıldıracağım Geceleri uyku uyuyamıyordum senin yüzünden. Lütfen anlat bana ne kaçırdığını. Aramızda kalacağına emin olabilirsin.
Adam gülümseyerek yanıtlar:
’Motosiklet’
Biz detaylar ile boğuşurken özümüzü de kaçıracağız, bu gidişle. Biz uyurken hırsız evimizi soymakta. Uyandığımız zaman bunu anlayacağız ama iş işten geçmiş olacak.
"Atı alan Üsküdar’ı geçecek."
Aydınlık ve huzurlu bir Türkiye diliyorum.
Emine pişiren/Bursa/30.04.2009
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.