ÖLÜME GÖTÜREN CAN SİMİDİ 2
II. BÖLÜM
-Selam Aleyküm, oturabilir miyim.
-……..
-Birkaç gündür ağzını bıçak açmıyor kardeş. Kendini dinlemekten belli ki usanmayacaksın.
Ben anlatayım, sen dinle. İster misin?
-……..
1986 yılı yaz aylarından ağustostu. Ağabeyim Ali’nin düğünü olacaktı. Çevre köylerdeki
tanıdıklara davetiye dağıtılacaktı. Traktör kullanmayı biliyordum ama araba
kullanmamıştım. Davetiye dağıtma görevi bana düştü. Traktörle birkaç günde yapılacak
bir işti. Araba ile bir günde 5-10 köyü gezebilir, işimi bir an önce bitirebilirdim. En büyük
ağabeyimin arabası vardı. Henüz yeni almıştı. Vermeyebilir diye yengeme gittim doğruca.
Yengem ağabeyimi ikna etmişti. Birkaç köy gezip dağıttık. İlk gittiğimiz köyden birinde
ikamet eden bir tanıdığın davetiyesi arabanın içinde unutulmuştu. Her ne kadar gitmek
istemesem de yeğenim “dayı, gidelim” deyince tekrar döndük. Bir an önce varıp bir başka
köye uğramak amacıyla gaz pedalının sonuna kadar basıyordum. Yol kumluydu. Bir yerde
hafifçe viraj vardı. Yavaşlamak için ayağımı gazdan çekip frene dokunmamla beraber
buzda kayar gibi araba kaymaya başlamıştı. Direksiyon hakimiyeti kalmamıştı. Sonunda
olan olmuş araba takla atmış ve sırt üstü kalmıştı. Yeğenimde de bende de hiçbir şey
yoktu. Yan camlar daha önce açık kalmıştı ve açık cam kısmından sürünerek kendimizi
dışarı attık. Birkaç tarla işçisi görmüş ve yardımımıza gelmişti. Arabayı düzeltmiş,
çalıştırıp eve dönmüştük. Yol boyu ağabeyime ne diyeceğimizi konuştuk. Sanki kaza
yapan biz değildik.
Akşam oldu, geç vakte kadar konu komşu “geçmiş olsun”a geliyordu. Herkes dağılmış ve
yatma vakti gelmişti. Ne olduysa ondan sonra oldu. Sabaha kadar tekrar tekrar kazayı
zihnimde yaşıyor, kiminde sakat kalıyor, okul hayatım bitiyordu. Kiminde ölüyor, dünya
hayatım bitiyordu. Daha neler neler. Ölüyor ahret hayatını yaşıyordum. Birinde cennete
gidiyor, hurilerle yaşamanın dünya yaşamından daha güzel olacağını düşünüyordum.
Diğerinde cehenneme gidip, tekerar tekrar yanmanın acısını çekiyordum. Ve yaşamın
daha güzel olduğunu düşünüyordum. Sabah kalktığımda kimseyle konuşmak istemiyordum.
Annemin sorularına, omuz silkerek, dudak bükerek cevap veriyordum. Derken kitap
okumak geldi içimden. Okudukça içinde bulunduğum halden kurtulmaya başlamıştım. Kitap
rahatlatıcıydı. Kitap o anlarda ihtiyaç duyduğum tek dostumdu. Ve okuduğum kitaplar
beni normal hayata döndürmüşlerdi. Onlar her zaman iyi dostlarım olmuştur. Dostlarım
olarakta kalacaklar. Okumaktan asla vazgeçmemeye o zaman karar vermiştim.
Birkaç gün önce bir Pazar günüydü. Hafta sonu arkadaşları Salih ve Mustafa gelip Musa’yı
alıp baraja gitmişlerdi. Bir ara araba yıkamakta olan Musa arkadaşlarının kendine
çağırdıklarını duydu. O tarafa baktığında, suyun iç kısmına doğru açılmakta olan iç
lastiğini gösterip:”Musa yetiş, lastik gidiyor” dediklerini duyunca yaklaşık 100 metre var
gücüyle koşmuş, daha nefesini toplamadan suya atlamıştı. Birkaç kulaç attığında
yorulduğunu hissetmiş, geri dönmekle iç lastiğine ulaşmak arasında zihni gidip geliyordu.
Geri dönmek daha tehlikeliydi. Su derin ve nefesi bitmek üzereydi. İç lastiğe yetişirse
kurtulabilirdi. Kalan gücünü son sınırına kadar kullanmaya biraz daha hızlı yüzmeye
başlamıştı. Evet, evet üç kulaçlık mesafe kaldı. Ha gayret, iki kulaç daha. Diyordu içten
içe, kendi kendine gayret veriyordu. İşte son kulaç ve lastik dediği anda parmağının ucu
lastiğe değmişti. Ama sonuç acı vericiydi. Eli lastiğe değer değmez, rüzgarın ve dalganın
etkisiyle canını kurtaracak olan lastik birkaç metre ileriye uçmıştu. Ve son nefes.
Arkasına bakmaya, elini sallamaya, bağırmaya yetmeyecek son nefeste böylece
kaybolmuştu. Bir an kilometrelerce ötelere, memleketine gitmişti zihni. 11 çocuklu anne
ve babası geldi gözünün önüne. Sonra ağabeyleri, ablası ve kardeşleri. Özlemle dolmuştu
zihni ve yüreği. Annesini kırdığı, babasını incittiği, kardeşleriyle küçük kavgaları hüsrana
dönüştü yüreğinde. “Bir fırsat ver, Allahım diyordu, zihninin ve gönlünün en ücra
köşesinden bir ses feryad ediyordu. Bir fırsat!”
Geçmişte olan olumsuzlukarı telafi edecek bir fırsat ve asla benzer olumsuzlukları bir daha
yaşamamaktı. Sonra eşi geldi gözünün önüne. Bir hafta olmuştu evleneli. 2 yıldır
evlenceği, kuracağı sıcak yuvanın huzurunu düşünürdü hep. Oysa gözü yaşlı, sevdaya
doyamamış, genç yaşında solmuş bir güle dönüşen eşi. Hayır, böyle kalmamalıydı.
Çocukları olmalıydı. Beraber yetiştirmeliydiler. Onlar ağladığında ağlamalı, güldüklerinde
gülmeliydiler. “Bir fırsat, Allahım. O bu acıya dayanamaz..
Sonra arkadaşları, dostları geldi gözünün önüne. Terk edilecek cinsten değildi dostları.
Onlarla oturmanın güzelliği başkaydı. Muhabbetlerinin tadına doyulmazdı. Nice defadır
sabahlamışlar yine de ayıracak diye uykuya kızmışlardı. Konuşacak, birbirlerinden
öğrenecek çok şeyler vardı. Arkasından öğrencileri geldi gözünün önüne. “Öğretmensiz
kaldık”, diye ağlayacaklardı. Onların ağlamasına yürek mi dayanırdı. “Bir fırsat, Allahım.”
Ayakları oynamıyor, kollarını hissetmiyordu. Kalbi atıyormuydu acaba. Ölmüş bir insan
gördüklerini görebilir miydi? Sudan çıkmışmıydı? Çıkarılmış mıydı? Aklı karışıyordu. Yaşıyor
muydu?
-Musaaa! Diye sesleniyordu Mustafa. Yoksa oda mı atlamıştı suya. Ama yüzme bilmiyordu
ki. O da mı boğuluyor yoksa? Kurtarmamı mı istiyor? Gözleri kararıyordu. Işıklar
kayboluyordu. Akşama daha çok zaman vardı oysa.
İçinden bir ses:” durma, yakar” diyordu. Omzundan gelir gibiydi ses. Bu ses kiramen
katibinin sesi olabilir miydi? Salih hocanın fısıltılı konuşmalarını andırıyordu. O olsaydı
yanında olurdu. O değildi. Ne kadar da benziyordu bu ses onun sesine.
“durma Musa, yakar, yakar. Allah yakarışlara cevap verenlerin en güzelidir.” Diyordu.
“Allahım, bir fırsat daha.”
Namaz kılmaya 30 yaşında başlamıştım. Kılınmayan namazlarım var ve ben onlarla çıkamam
huzuruna. Diye düşünmeye başlamıştı. Dünyayı unutmuş, ahreti görmeye başlamıştı kapalı
gözleri. Namaz kılmayı sevmişti üstelik. Huzura kavuşmanın namazla mümkün olduğunu
yaşayarak öğrenmişti. Oysa namaza da doyamadan gidiyordu.
“Allahım ne olur, namaz için bir fırsat daha.”
Kuran okumayı öğrenememişti. Ama mealini okumaya başlamıştı. Okudukça bir başka
sevmişti klavuz kitabı. Masasının üzerinden eksik etmez, çoğu zaman açık bırakırdı.
Dinlenmek için başını kaldırdığında bir ayete gözü takılır ve okurdu. Düşünürdü. Her
defasında da hak vermek zorunda bırakırdı düşünceleri. Her makinenin kullanma klavuzu
olur ve okunup ona göre ayarlanır da insanın klavuzu olsun diye yaratan tarafından
gönderilen kitabı okumayı yıllardır akledememiş olmasına ne kadarda
hayıflanırdı. “abdestsiz olsanda oku”, demişti arkadaşı Salih. O günden beri okumaya
başlamış ve okudukça gönül bahçesinde çiçekler tomurcuklanmaya durmuştu. İnsanların
aradığı cenneti ayetlerin anlamında bulmuştu. Her birisi cennetin bir köşesiydi sanki.
Şimdi kuransız kalacaktı. Keşke yanımda olsaydı kuranım. Son bir kez bakardım ve akşam
sefasına benzer kokusundan bir nefes alırdım.
“Allahım, kuran için bir fırsat.”
Peygamberimiz ve ehlibeyti geldi bir an gözünün önüne. Tanımıyordu iyice peygamberi
(sav), Ali(as)yi, Fatima(as) annemizi, Hasan(as) ve Hüseyin(as) i. Nasıl tanıyacaktı peki
orada. “herkes sevdiği ile beraber” dememişmiydi bir hadisinde. İnsan birini tanımadan
nasıl sevebilirdi. Tanımak için okumak gerekirdi. Araştırmak gerekirdi. Tanıyıncada
severdi elbet. Oysa peygamberi(sav) anlatan bir kitap dahi okuyamamıştı. Ertelemişti
yıllarca.
“Allahım, Resülün ve Ehlbeyti için bir fırsat!”
Motor sesleri geliyordu kulaklarına. Balıkçılar olmalıydı. İki kişi suya atlamış kaldırmışlardı.
Ve sandalda gidiyor olmalıydı şimdi. Mezara mı götürüyorlardı yoksa.
Toprak kokusu geliyordu şimdi de burnuna. Mezara mı indirmişlerdi acaba. Toprak atmaya
başlayacaklardı üzerine birazdan. Ve gecikmedi ilk toprak göğsüne düşmeye başlamıştı
bile. Masaj yapıyor gibiydi göğsünde biriken toprak. Havasız kalmaya başladı mezarı. Biri
sanki ağzını ve burnunu tıkamıştı. Belli ki topraktı.
“Allahım, her şeye kadir Allahım. Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran Allahım. Sonsuz
isimlerin için bir fırsat daha.”
Biri ağzını açıyor ve boğazına parmağa benzer bir şey sokuyordu. Yoksa kabir azabı
dedikleri şey miydi?
Ve genzi sızlatan hava doluyordu içine. Gözlerinin önü aydınlanmaya başladı. Üzerine
eğilmiş onlarca baş ve birer çift gözlerle ona bakıyordu. Tanıdık birini arıyordu.
“Hocam, sen misin?”
-Benim Musam, benim, kardeşim. Benim…Elhamdülillah döndün bize.
Evet, Musacığım, birkaç gündür yaşadığın bu olayın etkisinden kurtulamaman gayet
doğal. Günlerdir eminim bu anlattıklarımı yaşadın ve sürekli bunları düşünüyorsun. Sana
bir fırsat verilmiş ve sen bu fırsatı çok iyi değerlendirmek istiyorsun. Öyle değil mi?
Anlatırken yan yana oturduğum Musanın yüzüne baktığımda gözleri gülüyordu.
-Hocam, öyle bir anlattın ki eksiği var ama inan ki fazlası yok. Peki sen hiç boğuldun mu
ki? Bunları ben değilde sanki sen yaşamışın gibi anlatıyorsun.
-Bunları bilmek için boğulmaya gerek yok kardeş. Aldığın her nefes sana verilmiş bir
fırsattır.
Yeni hayatında fırsatları iyi değerlendirmeni dilerim. Kalk artık, dün yaşadıklarını değil,
bu gün neler yapabileceklerini düşün ve yapmak için elinden geleni yap. Öğrencilerimiz
bizi bekliyor.
msg
YORUMLAR
olayı öyle etkili bir şekilde anlattınız ki yaşamış kadar olduk.acizliğimizi hatırlatarak bizi sabahın bu vaktinde ölüm korkusuna saldınız.
bence siz hep yazmalısınız bu tarz yazıları.bilginizle tecrübelerinizi yazı yeteneğiyle birleştirirseniz bundan faydalanan çok insan olacaktır.ama ben bu "abdestsiz de olsan oku" kısmına takıldım.dinlenebildiğini biliyorum ama kurana abdestsiz el sürülebileceğine izin olduğunu sanmıyorum.ama siz bilmeden konuşmazsınız.neye dayanarak bunu söylediniz.yoksa zaruri durumlarla sınırlı olacak bir izin mi bu..anlatırsanız sevinirim.
kutlarım ibetlik yaınızı.selamlar