BENİ BÖYLE AĞLATAN DOST
I.BÖLÜM
Öğretmenliğe başlayalı 12 yıl olmuştu. Bu süre içerisinde görev yaptığı 4. yerdi. İlk göreve başladığı okulda beraber çalıştığı öğretmen arkadaşlarının çoğu emekliliği yaklaşmış, yılların verdiği yorgunluktan ya da çaresizlikten olsa gerek bitmiş-tükenmiş olduklarını gördüğünde: “Ben tükenmeyeceğim. Değil 25 yıl, 35 yıllık da olsam insan yetiştirmek olan işimi en güzel şekilde yerine getireceğim inşallah.” Demişti. 5. yılında “ama ile yatan şaşı kalkar” hesabı yorgunluk hissetmeye başlayınca, tebdili mekanda hayır vardır düşüncesiyle tayin istemeye karar vermiş, bir sonraki öğretim yılında başka bir okulda göreve başladığında, yeni başlıyormuş kadar heyecanlanmıştı. Ne zaman yorulduğunu düşünse yer değiştirmeyi de alışkanlık haline getirmeye çaba sarfediyordu. Her yeni gittiği yerde çevre ile ilgili bilgi topluyor, örf-adet-gelenek yanında öğrencileri ve velilerinin ekonomik –sosyal durumlarını da bir an önce öğrenmeye gayret ediyordu. Bu anlamda yeni bilgi alma yöntemleri geliştirebilir miyim, acaba? Diye çeşitli çözüm yolları bulmaya da çalışıyordu.
Yeni bir eğitim-öğretim yılı ile beraber yeni bir okul. 3. görev yeri. Öğrencilerini neredeyse üç aylık tatil boyunca merak ediyordu. İşte zil çalmış, İstiklal Marşı söylenmiş ve öğrenciler dersliklere girmeye başlamışlardı bile. Öğretmen zilini beklemeden oda dersliğin yolunu tutmuştu. 36 çift meraklı, birazda tedirgin bakışlı gözlerin içine bakarak tebessümle: “günaydın canlar” hitabına aynı anda ve gür bir sesle,”günaydın öğretmenim” cevabını alınca, tatil yorgunluğu üzerinden kalkıverdi.
“Arkadaşlar, bu yıl inşallah beraberiz. Beraberliğimizin verimli olması için benim sizleri bir an önce tanımam gerekiyor. Tabii velilerinizi de. 3 hafta sonra velilerinizle toplantı yapmak; ama bu arada sizleri az da olsa tanımak ve hakkınızda bilgi edinmek istiyorum. Bana yardımcı olmak istermisiniz?”
“Evet, öğretmenim.”
“Peki, öyleyse sizlere daha önce fotokopisini çekmiş olduğum bir mektup vereceğim. Bu mektubu, anne ve babanıza okutmanızı, ebeveyni okuma bilmeyen varsa sizin onlara okumanızı, sonra da onlara şunu demenizi istiyorum:” öğretmenimiz sizden, benim için ne gibi beklentileriniz olup olmadığını bir mektupla bildirmenizi istedi.”
Size gelince sevgili canlar, gelecek hafta pazartesi gününe kadar şu üç kelimenin anlamını sözlükten bulacak, anlamını öğrenecek ve bu kelimelerin içinde geçeceği bir paragraf yazacaksınız. Kelimeleri defterinize yazınız. Şeref, güç, inanç.
….
O akşam, Abdülkadir baba ve annesine öğretmeninin verdiği mektubu okumuştu.
Mektupta Abraham Lincoln çocuğunu öğretmenine şöyle yazmıştı:
"Öğrenmesi gerekli biliyorum, tüm insanların dürüst ve adil olmadığını.Fakat şunu da öğret ona, her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık kendisini adamış bir lider vardır. Zaman alacak biliyorum, fakat öğretebilirsen ona, kazanılan 1 doların(liranın), bulduğun 5 dolardan(liradan) daha değerli olduğunu öğret.Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve hem de kazanmaktan keyif almayı.
Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona. Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını. Kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona sessiz zamanlar da tanı. Gökyüzünde kuşların, arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin sonsuz gizemini düşünebileceği...Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona. Kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde bile... Nazik insanlara karşı nazik, sert olanlara karşı daha sert olmasını öğret. Herkes birilerine takılmış bir yöne giderken, kitleleri izleyemeyecek gücü vermeye çalış oğluma. Tüm insanları dinlemesini öğret, fakat dinlediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını da...
Eğer yapabilirsen, üzüldüğünde bile nasıl gülümseyeceğini öğret. Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını... Ve aşırı ilgiye dikkat etmesini. Ona kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını, fakat hiçbir zaman kalbine ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret. Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ve kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa, dimdik dikilip savaşmasını öğret. Ona nazik davran ama onu kucaklama, çünkü ancak ateş çeliği saflaştırır. Bırak sabırsız olacak kadar cesarete sahip olsun. Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret.
Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır."
….
Birinci hafta bitmiş ikinci hafta başlamıştı. Ödevleri numara sırasına göre toplamış ve teneffüste hepsini de okumuştu. Yapılan hataların üzerini kırmızı kalemle çizerek gerekli notları aldıktan sonra ödevleri öğrencilere hatalarını görmeleri için geri dağıtmıştı.
….
Ertesi gün, ikinci saat matematik dersiydi. Ders başlayalı 8-10 dakika olmuştu. Öğretmen nefes alamaz olmuştu bir an. Pencereler açıktı. Kapalı olsaydı açtıracaktı. Neden bu kadar rahatsız olmuştu? Sabah kahvaltısını da hafif yiyeceklerle yapmıştı oysa. Aceleyle tahtaya bir problem yazarak- ki bu bir alışkanlığı idi. Öğrencilerini olmadığı zamanlarda dahi meşgul edecek bir iş vermeliydi ki yaramazlık yapıp, diğer sınıfları rahatsız etmesinler.- kendini koridora attı. Ne yapacağını bilecek durumda değildi. Kararsız da kalmamalıydı. Yürüdü… yürüdü… Müdürün odasının önüne kadar. Kapıyı çaldı ve içeri girdi.
“Gel …… bey gel. Biz de sizden bahsediyorduk. İyi insan lafının üzerine gelirmiş derler ya doğruymuş. Tanıştırayım bu arkadaş, öğrencin Abdülkadir’in babası Tevfik bey.”
“Hoş geldiniz, memnun oldum. Ben de çocuğunuzun yeni öğretmeniyim. İnşallah daha önceki öğretmenini aratmam çocuğunuza.”
-Hocam, sizin şu an derste olmanız gerekmiyor mu?
-Evet, dersteyim. Ama derste olmak ayrı şey, derslikte olmak ayrı şey. Zahmet olmazsa çocuğunuzun sınıfına gidip bakar mısınız? Ne ile meşguller? Bakın gelin de öyle konuşalım isterseniz.
-Gerek yok, ne ile meşgul oldukları belli. Siz buradayken meşguliyetleri mi olur.?
-Siz, yoksa biraz önce beni mi çekiştiriyordunuz? Senden bahsediyorduk derken iyi şeyler düşünmüştüm. Duyarlı bir veli olduğunuzu, bir an önce çocuğunuzun öğretmeniyle tanışmak istediğinizi düşünmüştüm. Oysa konuşma biçiminizden yanıldığımı anladım. Ve beni derste nefessiz bırakan şeyin ise sizin buraya gelerek benim hakkımda hak etmediğim şeyler söylediğinizi anlamak zor değil. Şimdi söyler misiniz, niçin geldiniz?
Ceketinin cebinden bir dörde katlanmış bir kağıt çıkarıp açarak: - Bu ödevi çocuğuma siz mi verdiniz?
-Bakabilir miyim?
Uzatıp verir….
-Evet.
-Peki üzerini de kırmızı kalemle siz mi çizdiniz?
-Evet.
-Sen kim oluyorsun ki beni, çocuğuma küçük düşürüyorsun?
-Anlamadım. Nasıl bir alaka kurmalıyım.
-Bu ödevi ben yaptım. Oysa siz nerdeyse tümünü çizmişiniz. Çocuğum: baba sen benim ödevimi niye yanlış yaptın. En çok yanlış benimkinde olmuş. Arkadaşlarımdan utandım. Dedi. Bir baba olarak beni çocuğuma karşı cahil konumuna düşürdüğünün farkında mısın. Buna hakkın yoktu. Seni şikayet etmeye geldim. Şayet müder bey cezalandırmazsa kaymakama gideceğim. Gerekirse valiye. Ne yapıp edip hak ettiğini verdireceğim.
Öğretmen, cehaletin böylesiyle karşılaşmamıştı. Kendini toparladı. Tebessüm etti. Müdüre dönerek: -Bizi biraz yalnız bırakmanız mümkün mü?
Müdür : -Tabi, siz görüşün. Deyip çıktı.
-Bakınız. Ben sizi, siz de beni tanımıyorsunuz. Haksız olduğunuzu ben söylemeyeceğim. Ödeve gelelim:
1/ Bu ödevi ben size değil, öğrencime verdim.
2/ Sizin değil öğrencimin yazacağı şeyler benim için daha önemliydi.
3/Ben, öğretmenim. Işığım. Gündüzüm. Geçmiş ve geleceğim. Bedenim küçük, işim her meslekten büyük. Kaymakamı da valiyi de yetiştiren benim.
4/Benim her öğrencim çocuğumdur. Çocuğun için sen ne düşünüyorsan ve hayal kuruyorsan ben kat kat fazlasını düşünüyorum.
5/Bilmediğim şeylerin olabileceğini kabul ediyorum. Çocuklarım bilmediğim bir şeyi sorduklarında biliyormuş gibi davranmak yerine “bilmiyorum, öğreneyim ve öyle anlatayım.” Diyorum. Ki onlarda öğrenmenin yaşının olmadığını, her şeyin bilinemeyeceğini, merak edildikçe öğrenileceğini öğrensin.
-Allah aşkına yeter artık hocam. Yer yarılsada yerin dibine girsem. Siz söylemediniz ama ben söylüyorum, hata etmişim. Unutabilirseniz, bunları yaşanmamış kabul edin.
Kağıdı yırtıp attı çöp kutusuna Abdülkadirin babası ve çıkmak üzere kapıya yöneldi.
-Tevfik bey, unuttum sayın. Sizi ve eşinizi çocuklarınızla evime de beklerim. Ne zaman isterseniz hiç çekinmeden buyurun gelin.
II. BÖLÜM
….. Öğretmenin 3. oğlu A.Samed , ilköğretimi bitirmiş, okulda çektiği acıları unutmak için uzaklara hemde çok uzaklara gitmek, liseye yatılı bir okulda devam etmek istiyordu. Çocuğunun acılarını anlayan ve onunla yaşayan babası, hasrete katlanma pahasına da olsa Samedinin arzusuna “hayır” diyemedi. Tercihini yap ve okuluna götürüp işleme koydur öyleyse dedi.
Tercih sonucu gidilecek okul İzmir Menemen’deydi. Kayıt için beraber gideceklerdi. Bu arada 6 yıldır görmediği, telefonla hal-hatır sorabildiği arkadaşı Tevfik’i de görebilecekti. 2002 yılında Tevfik memleketinden iş bulup çalışmak üzere İzmir/Kemalpaşa’nın beldesi Ulucak’a yerleşmiş, aynı yıl kendiside Mersin Bozyazıya tayin olmuştu. O günden beri görüşmek nasip olmamıştı.
Yaklaşık 13 saatlik yolculuktan sonra İzmir’e varmışlar oradan da Menemen’e geçmişlerdi. Kayıt işlemleri tamamlanmış bir eksik kalmıştı. Samed pansiyonda kalacak üç hafta da bir evci çıkacaktı. Bunun içinde kalacak tanıdık birinin evi ve adresi gerekiyor hatta kalacağı evin ait olduğu kişinin kabul ettiğine dair belgeyi imzalaması gerekiyordu. Aklına dostu Tevfik geldi. Zira başka tanıdığı yoktu. Telefonla aradı ve mümkünse okula kadar gelmesini istedi. Tevfik işte olduğu için gelemeyeceğini ama daha sonra okul açıldığında Samed ile beraber gidip gereken evrakları imzalayabileceğini söyledi. Kayıt yapan Müdür Yardımcısı da olabilir deyince ….. öğretmen rahatlamıştı. Dönüş biletini akşama almıştı ve arkadaşı işte olduğu için yine görüşemeden gidecekti. Üzgündü.
İkinci yıl, …. Öğretmenin iki yıl önce liseyi bitiren, öss sınavında istediği okula yeterli puanı alamadığı için tercih yapmayan ve iki yıl bir lokanta da lahmacun ustası olarak çalışan, iki numaralı oğlu Ali de İzmir PMYO yu kazanmıştı. Bu defa onun kaydı için gidecekti. Aslında kaydını Ali kendisi yaptırabilirdi. Fakat dost hasreti dayanılmaz olmuştu. Mutlaka görmeli, evini, fabrikasını en önemlisi de öğrencisi Abdülkadir ile Esra’sını görmeliydi. Üç gün izin alarak yola çıkmışlardı. Ali kayıt olmuş ve okula yerleştirilmişti. Vedalaşarak ayrıldılar. Ver elini Menemen.Samed ile okulda buluşup, izin alarak birlikte Ulucak’ a geçtiler.
Ulucakta dolmuştan inip Samedin rehberliğinde Tevfiklere giderlerken, yolda bekleyen dostunun eşi bacım dediği Fatmaydı. Birlikte eve geldiklerinde kapıda karşılayan ise 1. sınıfta okuma yazma öğrettiği, şimdi ise 8. sınıfta okuyan dünyalar güzeli Esra. Oda öğretmenini, öğretmeninin onu özlediği kadar özlemişti. Hoş beş, muhabbetle su gibi akıp geçen iki gün sonunda yolculuk için yola çıkma zamanı ve buruk bir veda. Dayanılır gibi değil.
…..öğretmen İzmir otobüs terminealinde bir bankta oturmuş hüngür hüngür ağlamakta. Gözyaşlarını niye saklasınki. Nasılsa o kimseyi kimse de onu tanımıyor.
Niçin ağlamasınki?
Dostu Tevfik’in iki oğlu vardı Samed ile üç olmuş. Üç çocuğu vardı Samed ile dört olmuştu. Ne dostu ne de bacısı Samedi çocuklarından ayrı gibi görmüyorlardı. Ona anne ve baba olmuşlardı adeta.
Geçen ağustosta memleketteki yeğenini Kırşehirde bir liseye kaydını yaptırmış, onuda samed gibi pansiyona yerleştirmişti. Hafta sonlarında Kırşehirdeki amcasının yanında kalacaktı. Ama kabul edememişlerdi. Bir an aklına öz be öz kardeşinin yine birbaşka kardeşinin çocuğunu hafta sonunda evine kabul edemeyişi geldi. Ve göz yaşları pınara döndü.
Bir taraftan ağlıyor bir taraftan:”Allahım ben senin için ne yaptım ki, bana bu kadar güzel bir dostluğu nasip ettin? Allahım sana binlerce, sonsuz hamdü senalar olsun. Bu kadar temiz ve güzel yürekli insanları dost ettiğin için. Onlar benim öz kardeşlerim Allahım. “inananlar kardeştir” diyordun ya işte biz kardeşiz ve inanıyoruz Allahım. Ben onları çok seviyorum, Sen cennetinde Ali(as) ye komşu yapacak kadar sev Allahım. Ve beni ağlatırsan böyle ağlat Allahım.” Diye de dua ediyordu.
Otobüse bindiğinde şimdiye kadar böyle ağlamadığını keşfetmişti. Böyle ağlamak dünyada her şeye değerdi. Dost ağlattığında böyle ağlatırmış meğer. Dost kimdi. Allah mı? Allahın dostluklarını dilediği mi? Gözlerden dökülen gözyaşları mı?
Dost deyince üçünü birlikte düşünüyor artık …. Öğretmen.
YORUMLAR
öğretmenlik ne kutsal ve ne kadar anı dolu bir meslek...ve siz bu mesleğin ne kadar da hakkını veriyorsunuz.siz iyi oldukça iyilikler hep sizi bulur...kalbi temiz insanın etrafında kötülükler olsa da ona zarar veremezler.çünkü o rabbimin koruması altındadır...
dostlukların hep böyle sağlam olması dileğiyle...
güzel yazınızın devamını da en kısa zamanda bekleriz..
selamlar
benim görev yaptığım yerde böyle velilerden çok fazla var.
öylesi var ki,çocuğuna koyun kadar değer vermez,öğretmeni haklı olarak bir fiske vursa hemen okulun yolunu tutar...
tabi her öğretmende hikayenin kahramanı gibi değil belki ama çok gayretli meslektaşlarımızın olduğuda bir gerçek..
sadece yeni nesil öğretmenlerin bir bölümü daha başlamadan bıkıyor...bıkılıyor olmasında görev yapılan yerin ,okulun ve de idarecilerin etkisi büyük...
çalışan tüm meslektaşlara Rabbim kolaylık versin..
güzel bir paylaşımdı...teşekkürler...
saygı ve selamlar...
işteöylebirşey tarafından 4/18/2009 1:22:03 AM zamanında düzenlenmiştir.