KUŞLARIN İNTİKAMI
KUŞLARIN İNTİKAMI
Akşam ezanı okunmuştu. Alaca karanlığın hareketliliği, yerini yavaş yavaş sükunete ve baykuşların guuguk guuguk diye ötüşlerine bırakmıştı. Gözlerim pencerede, onu bekliyordum. Her akşam, aksatmadan elindeki feneriyle yıldızlar gökyüzünde belirginleşmeden evimizin önüne damladığı halde bugün geç kalmıştı. Korkudan bir gün öğretmenler duyacak diye ödü patlasa da, her akşam “ödev yapmaya gidiyorum” diyerek eline bir iki defter alıp doğruca “Kuşçu”nun evine gidiyor; sonra da onun akıl almaz cinayetlerine ortak oluyordu. O küçücük yavruların ellerinde ciiik ciiik diye öterek feryat koparmaları, duyduğuma göre onlara inanılmaz bir zevk veriyordu. Acımadan yavrucukların boğazlarına küçük çakılarını dayayıp birkaç damla kanlarını yuvalarının önlerine akıtarak evlerine geri dönüyorlardı. Bu acı olayı birkaç defa ailesine söylediğim halde oralı bile olmamışlardı. Onlara göre çocuklarının bu davranışı, kuşlara olan merakından ve avcılık isteğinden öte bir şey değildi. Öyle ya, avcı bir babanın av meraklısı bir çocuğunun olmasından daha doğal ne olabilirdi.
Adı Sedat’tı. Zayıf yapılı, zenci gibi simsiyah bir çocuktu. Altıncı sınıfa gidiyordu. Dersleri de çok iyiydi. Özellikle Türkçe’den çok iyi notlar alıyordu. Ben ona “küçük yazarım” diyordum. Çünkü o küçük yaşta çok iyi kurgulanmış, özgün ve ilgi çekici yazılar, yazabiliyordu. Amcasının kendisinden iki yaş büyük Kuşçu lakaplı oğlu Harun’dan sonra, köyde ikinci kuş uzmanı oydu. Elindeki feneri ve küçük merdiveniyle terkedilmiş evlerde, ahırlarda ve ağaçlardaki kuş yuvalarını bulma ve onların yavrularını yakalamadaki ustalığıyla tanınıyordu. Köyde, yöredeki kuş türlerini ve onların özelliklerini Kuşçu’dan sonra ondan daha iyi bilen -bildiğim kadarıyla- yoktu. Bu küçük yaşta kurnaz bir kuş tüccarı olup çıkmıştı. Sığırcık, saka, bülbül keklik ve daha adını bilmediğim bir sürü kuşu, mevsimine göre ya yakalayıp satıyorlardı, ya da acımadan boğazlayıp yiyorlardı. Söylendiğine göre Kuşçu’nun ve onun sayesinde köydeki çoğu genci kuş merakı sarmıştı.
Sınıfta bizzat kendi ağzından dinlediğime göre, kuşların içinde en şanslı olanlar güvercinlerdi. Onların etinin yenilmesinin çok büyük günah olduğuna inandığı için güvercinleri asla incitemeyeceğini söylüyordu. Eğer onları incitirse, beddualarından dolayı işlerinin kötü gideceğine veya başına bir bela geleceğine inanıyordu. İkinci şanslı kuş ise baykuşlardı. Her akşam evlerinin önündeki kavak ağacına konup ötüşleri onu içten içe rahatsız etse de, korktuğunu pek belli etmemek için aldırmıyor gibi görünmeye çalışıyordu. Uğursuzluk kuşları daha yaşı genç olduğu için onu bu dünyadan alıp götüremezlerdi. Tek korkusu, anne ve babasına verecekleri zarar idi. Onun için baykuşları yakalayınca, onlardan af diler gibi koca gözlerinin üzerine öpücükler kondura kondura sever gibi yaparak gönüllerini almaya çalıştığını söylüyordu.
Sabahın erken saatleri, öğle üzerleri ve akşamları onun kuş yuvalarını arama ve bulduğu yuvalardaki kuşları yakalama zamanlarıydı. Sınıfta arkadaşlarının anlattığına göre, bazı günler karanlık çökünce el fenerini ve küçük merdivenini alarak Kuşçu’yla birlikte yuvalara baskınlar düzenliyorlardı. Kuşların kendisini bulurlarsa onları, yavrularını bulurlarsa yavrularını çalıyorlardı. Ama asıl hedef kuşların kendileriydi. Bu, herkesin bildiği ve sır olmaktan çıkmış bir şeydi. Öyle ki, hiçbir şey yakalayamadıkları günlerde, köyün dışındaki bahçelerde piliç avına çıktıkları bile söyleniyordu. Bu yüzden köyde adı “Hırsız Sedat’a” bile çıkmıştı. Bu kötü unvanı almasının bir sebebi de, okulun bahçesindeki çam ağacında bulunan bülbül yuvasını bozup yavrularını çalmasıydı. Hatta bu yüzden, sınıf öğretmeninden şiddetli bir azar bile işittiğine şahit olmuştum. O büyük azar ve tehdit bile onu bu işten vazgeçirememişti.
O akşam, bekledim bekledim gelmedi. Anlaşılan beni atlatmışlardı. Sofrada hazır bekleyen yemeğimi bırakarak dışarı çıktım. Sokakta kimsecikler yoktu. Ayrıca köyde tuhaf bir sessizlik vardı. Bakkala gidiyorum bahanesiyle az ilerdeki Kuşçu’nun evine doğru yöneldim. Çaktırmadan iki katlı evlerinin önünden geçtim. Balkonda asılı duran kafeslerde bir tarafta bülbüller, bir tarafta adını bilmediğim çeşit çeşit kuşlar, şaşkın şaşkın birbirlerine bakışıp duruyorlardı. Çatıdan ise güvercin sesleri geliyordu. Hiç kimseye belli etmeden yoluma devam ettim ve bakkaldan bir şeyler alarak eve döndüm.
Ertesi gün okuldan biraz geç çıkmıştım. Bahçelerin arasındaki kestirme patika yoldan Kadir Öğretmen’le birlikte eve doğru ilerlerken, kulağımıza az ilerden sesler gelmeye başlamıştı. Sağa sola göz atarken yandaki bahçede Kuşçu ile Sedat, yabani erik ağacının dibine oturmuşlar, bir şeylerle meşgul görünüyorlardı. Sessizce ilerledik. Yanlarına sonradan giden Sedat’ın kız kardeşi Halime’nin anlattıklarına göre, tam da hava kararmak üzereyken olanlar bir anda oluvermişti.
Sığırcık yuvasının bulunduğu yabani erik ağacının tepesine önce Sedat tırmanmış, çıkamayınca da Kuşçu onu yana iterek kedi gibi bir çırpıda ağacın tepesine çıkıvermişti. Elini yavaşça yuvaya sokarak tüyleri henüz kararmış bir yavruyu, ağacın altında bekleyen Sedat’a atmıştı. Zavallı yavrucuk cırrrrk diye ses çıkararak kanatlarını açmış ve yere çakılmıştı. İkinci yavru,üçüncü yavru derken dördüncüsü de aynı şekilde korku içinde yere çakılmıştı. Sonrası daha feci idi. Boğazlarına dayanan küçük çakı ve birkaç damla kan. Üçüncü sınıf öğrencisi Halime, bu hazin olayı içi acıyarak anlatıyordu. Çünkü hassas ruhu kan görmeye dayanamamıştı. Onlar, yavruların tüylerini yolup içlerini boşaltana kadar, anne sığırcık da ağzında yiyecekle süzüle süzüle uçarak gelip yabani eriğin dalına konmuştu. Ürkek bakışlarla etrafı süzdükten sonra yuvanın içine girmiş, girişiyle çıkışı bir olmuştu. Ağzındaki yiyecekle tekrar ağacın dalına konarak çaresizce sağa sola bakındıktan sonra uçup gitmişti.
Ortalık yavaş yavaş kararırken çaresiz anne, beş on dakika içinde tekrar gelmişti. Bir anne için yavrusunun ne değer taşıdığından haberi olmayan Kuşçu, saklandığı yerden çıkarak hızla koşmuş ve dal budak tanımadan yine bir kedi çevikliğiyle ağaca tırmanmıştı. Cebinden çıkardığı taşı yuvanın ağzına tıkadıktan sonra da sıra sevinç gösterisine gelmişti. Ama bu defa kötü kader onu ağaçta yakalamış ve bastığı küçük dal kırılarak feryatlar içinde kafasının üstüne yere çakılmıştı.
Şimdi Sedat ile kardeşi, ailesine ve çevresine ne diyecekti? Ya anlattıklarına inanmazlarsa! Ya katil diye, ikisini de hapse atarlarsa! İçlerini bir korku sarmıştı. Sağa sola bakınarak, kimsecikler görmeden kaçmaktan başka çareleri yoktu. Tabana kuvvet koşarak eve varmışlar ve hiç kimseye bir şey söylemeden yataklarına uzanmışlardı.
Bir iki saat sonra sokaktan çığlık sesleri yükselmeye başlamıştı. Yatağımdan kalkıp perdenin kenarını kaldırarak baktım. Dışarda adeta kıyamet kopuyordu. Harunuuum….., yavrucuğuuum… sesleri karanlığın kara perdesini paramparça ediyordu. Günün ışımasını beklemekten başka çare yoktu. Herkes için bitmeyen, hüzünlü bir gece başlamıştı.
Ertesi sabah, bütün detaylar birer birer ortaya çıkmaya başlamıştı. Hemen herkesin dilinde Kuşçu, yüreğinde hüzün vardı. Bu talihsiz olay Kuşçu’yu toprağa, Sedat’ı da hastaneye yatırmıştı. Hepimiz çok şaşkın ve üzgündük. Kuşçu’nun gidişine mi üzülelim; yoksa Sedat’ın olayın şokuyla çıldırma derecesine gelişine mi? Bilemiyorduk. İki acı birden kuşatmıştı bizi. Bir tarafta, devamlı kabuslar gören ve hastanede çığlıklar koparan bir çocuk; diğer tarafta, henüz onbeşinde ebediyete uğurladığımız zavallı Kuşçu. Kuşçu’ya öğüt ve tavsiyelerimiz yetersiz kalmıştı. Ama ya söz dinleyen; fakat ailesinin inatçılığı ve umursamazlığı yüzünden o küçücük ruhu çekemeyeceği bir yükün altında ezilen Sedat. Ona ne olacaktı şimdi.
Bir hafta sonra, o labirenti andıran hastaneye gittiğimizde Sedat’ın çocuksu ruhu iyice yıpranmıştı. Her kabusun sonunda ağlayarak annesine sarılması ve annesinin de dökülen gözyaşları karşısında çaresiz kalışı, bizi çok etkilemişti. Nihayet ikinci haftanın sonunda, hastalık kokan o koridorlardan kurtulmuştu Sedat. Anlaşıldığı kadarıyla o hassas ruhunu saran lanetli hayaletler, birer birer kıyıya köşeye sinmişlerdi. En azından şimdilik. Ertesi gün okula gelişini arkadaşları, yaptığı pastalarla coşkulu bir şekilde kutlamıştı.
* * * * * *
Aradan bir ay kadar zaman geçmişti. Üçüncü yazılı sınavları yapıyordum. Yazılı sınavın son sorusu –tesadüf bu ya- şu idi: Başınızdan geçen ve hiç unutamadığınız bir hatıranızı, yazım kurallarına uyarak kısaca anlatınız. Bakınız küçük yazar olayları özetle anlattıktan sonra şöyle diyordu: “Ruhuma işkence veren o hayaletler bir gün yine karşıma çıkarlarsa ben ne yaparım? Belki de hiçbir şey. Söz veriyorum size sevgili sığırcık yavruları! Bundan böyle sizleri katletmek bir yana, sizleri incitenlere karşı suskun dilleriniz ve sevgi dolu yüreğiniz ben olacağım. Söz size, söz.”
* * * * * *
Kuşların intikamı büyük olmuştu. Kuşçu, diyetini hayatıyla ödemişti. Sedat ise her gece kabuslar görerek kan ter içinde uyanıyor ve diyetini böylelikle ödemeye devam ediyordu. Ya kuşlar? Kuşlara ne oldu dersiniz? Gittiler başka diyarlara. Bizlerden intikam almak için. Tıpkı Kuşçu’dan ve Sedat’tan intikam aldıkları gibi. Dünyamızın neşesi, rengi, soluğu idiler. Hepsi birer birer çekilip gittiler. Kötüler, iyileri kovdu. İlgi ve sevgimizden yoksun bıraktığımız Kuşçu da, o sevmeye kıyamadığımız çeşit çeşit kuşlar da yok artık. Şimdilerde dünyamız, yırtıcı kuşlara emanet gibi görünüyor. Kim bilir, o güzelim kuşlar, yerlerine kargaları bırakarak intikamlarını sonsuza dek devam ettirmek mi istiyorlar dersiniz?
Saygılarımla…