Mevlana Kapısı - Yazar Can Akın - Öykü
KARİKATÜRİST Murat İLHAN Arkadaşıma teşekkür ederim...
Yıllar sonra, Mevlana Camîi’nin kapısını tekmeleyerek kırdığını iddia ettiğim, ancak delil yetersizliği nedeniyle mahkemece serbest bırakılan şüpheli ile karşılaştığımda O’nu hemen tanıdım. Yalnız yıllar önce gördüğüm şüpheli ile şimdi gördüğüm insan aynı kişi olmasına rağmen arada önemli bir fark vardı. Çünkü, ayakları kesilmişti ve ellerinde tıpkı "Mevlana Kapısı"nın kırılan kollarına benzeyen "U" şeklindeki tutaçlar ile yerde sürünerek yürüyordu.
Onu bu halde görünce aklımdan bin bir düşünce hızla geçmeye başladı. En belirgin olanı O’nun adına duyduğum üzüntü ve insanın ne ekerse onu biçeceği idi. İyi ki dedim içimden, iyi ki kapının kolunu tamir etmişim. Çünkü hem kapı hem de kolu manevi değeri yüksek olan antika eserlerdi.
Bunları düşünürken bir şey fark edip; irkildim. Tıpkı o zamanki azılı suçlu, şimdiki bu aciz adam gibi benim de elimde yıllar önce tamir ettiğim kapı koluna benzeyen "U" şeklinde bir kol vardı. Ama benim elimdeki dünyayı gezerken kullandığım bavulun kolu idi!...
Mevlana Kapısı
Konya Mevlana Türbesi’nde, polis noktasında nöbet tuttuğum görevimin üzerinden yıllar geçmişti. O zamanlar müze ve müzenin çevresindeki asayişten ben sorumluydum. Şimdi ise mesleğimde terfi ederek Sivil Ekipler Amirliğine getirilmiştim. Eskiden olduğu gibi her sabah Mevlana Türbesine uğrayıp ortalığı teftiş etmeden, görev yerine gidemiyordum. Burada her şeyin yerli yerinde ve sorunsuz işlediğini bilmek benim için önemliydi. Sabah erkenden kalkardım. Her sabah küçük oğlumu ve kızımı okul için hazırlayıp beraber kahvaltı ettikten sonra, onları okula bırakır ben de görev yerime doğru yürümeye başlardım.
Çocukların okulu ile Mevlana Türbesi’ne kadar olan, sık ağaçlıklı yolda yürümek benim için her zaman özel anlarla dolu olurdu. Yine mevsimlerden sonbahardı. Bahar bitmiş, yaz bitmiş, her şeyin derin ve hüzünlü bir uykuya yatma vakti gelmişti. Yüzyıllık ağaçların yaprakları önce kızarmış sonrada yavaş, yavaş sarıya dönmeye başlamıştı. Her tarafta kısa bir zaman içinde sona erecek renk cümbüşü vardı. Rüzgarda sallanan ağaçların renkleri birbirine girerek, yeryüzünü yaprak konfetisi ile süslüyordu.
Özenle yere bastım. Ayağımın altında bir zamanlar yeşil olan, şimdi solmuş ve kurumuş yaprakları elime aldım. Ne kadar büyüleyiciydi renkleri. Hiçbir yaprak boşuna düşmüyordu yere. Bir sonraki mevsimde, toprağa karışarak ve oradan da ağaç tarafından özümsenerek, gelecek baharın filizlerini oluşturacaktı.
Yaşam her seferde yeniden başlıyordu. Tıpkı benim Konya’da hayata yeniden başladığım gibi. Dertlerimle, acılarımla, iki çocuğumla geldiğim bu şehirde huzuru bulmaya ve yaşam için yeniden nedenler oluşturmaya çalışıyordum.
Ve her sabah görev yerime giderken bu ağaçlıklı yolda yürümek benim için çok önemliydi. Yol boyuca düşüncelerime, duygularıma şöyle bir göz atar ve onları yeniden umudun kanatlarına bağlamaya uğraşırdım. Yıllardır kalbimdeki mevsim sonbahardı.
Yine böyle bir günde derin düşüncelere dalmış bir vaziyette yürürken içimde sıkıntı hissettim. Sanki yüreğim demir pençelerde sıkışan bir kuş gibi çırpındı. Aslında gecenin bir yarısından beri içimde tanımlayamadığım bir sıkıntı vardı. Türbeye doğru ilerledikçe daha fazla artıyordu. Neden böyle hissettiğimi anlamaya çalışarak adımlarımı biraz daha hızlandırdım ve sabah teftişimi yapmak için Müzeye doğru ilerledim.
Mevlana Türbe ve çevresi Konya’da en çok bilinen yerlerdendir. Konya’ya gelen insanlar Mevlana Türbesi’ne gitmeden önce Mevlana’nın hocası Şems-i Tebrizi’nin küçük bir caminin içindeki Türbesini ziyaret edip dua ederler. Daha sonra oradan da Mevlana Türbesine gelirlerdi. Ve Mevlana Türbesine girmeden önce Türbenin yanında ki Selimiye Caminin avlusunda uzun yoldan geldikleri için bir süre dinlenirler ve abdest alırlardı. Selimiye Camii avlusundaki, Kapının olduğu nokta, Konya’ya Mevlana’yı ziyarete gelen insanların buluşma noktasıydı.
Bu nedenle ben bu kapıya Mevlana Kapısı derdim. Kapı önünde bekleyenler arkadaşlarıyla, aile yakınlarıyla burada buluşurlar, oradan da hep birlikte Mevlana Türbesi’ne geçerlerdi.
Müslüman ülkelerden gelen yabancı kişiler için de Selimiye Caminde bulunan Mevlana Kapısının önü bir buluşma noktası gibiydi. Ne zaman Kapının önünde yakınlarıyla veya dostlarıyla buluşmak için bekleyenleri görsem hep tek amaç için orada bulunduklarını bilirdim. Dünyanın bütün gamından tasasından sıyrılır ve sessizlik içinde Türbeye dua etmeye giderlerdi.
Orada toplananlar suya atılan bir taşın suda oluşturduğu halkalar gibi iz bırakırdı ben de. İlk halkada küçük, birbirine aradaki bağlarından dolayı yakın guruplar olduğunu düşünürdüm, İkinci genişleyen halkada Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden gelmiş insanlar, üçünü ve diğer halkalarda yabancı ülkelerden gelenler bulunurdu.
Ve Mevlana Kapısının önünde tek bir nedenle, sadece Mevlana Türbesini ziyaret için bulunuyorlardı. Biz suda oluşan izlerdik. Ve burada olmamızın bir tek nedeni Mevlana’ya, onun felsefesine ve şahsına duyduğumuz sevgi ve saygıydı.
Derin düşüncelere daldığım, bir yürüyüşten sonra Mevlana Müzesinin önüne ulaştım. Uzunca bir süre bulunduğum yerde dikilerek, önümdeki manzarayı seyrettim.
Mevlana kokusu satan dört yaşlı amca aynı yerde kokucu sehpalarının önünde, yine yoğun geçecek bir günün sabah hazırlıklarını yapıyorlardı. Şişeler tek, tek parlatılıyor, kokusu bitenlere ilaveler yapılırken bir taraftan da simit ve çayla kahvaltılarını etmeye çalışıyorlardı. İki kokucunun önünde şimdiden müşteriler vardı. Gün erken başlamış olmalıydı. Ya da ben geç kalmıştım bu gün. Halen geceden kalan bir rahatsızlık vardı içimde. Türbeye yaklaştıkça daha da artıyordu. Kokucuların bulunduğu alanda her şey yolunda gözüküyordu.
Müze ve çevresinde kendi işini yapan esnafla beraber işbirliği içinde çalışırdık. Seyyar satıcılar, oto parkçılar, kokucular, camii ve müze görevlileri, hizmetlileri, belediye temizlik işçileri, zabıtalar hep birlikte bu bölgede yankesicilik ve hırsızlık olaylarını önlemek için birlikte hareket eder ve aramızda kusursuz bir iletişimle her şeyin yolunda gitmesine yardımcı olurduk. Şüpheli şahıslar, dikkati çeken anormal davranışlarda bulunanlar hemen tarafımıza bildirilir ve olaylar büyümeden, hatta daha ortaya çıkmadan, Konya esnafının bizimle gönüllü olarak yaptığı işbirliğinden dolayı hemen önlenirdi.
Kokucuların önünden selamlaşarak geçtikten sonra, Mevlana Kapısına doğru yöneldim. Yurtdışından ve Türkiye’nin çeşitli illerinden gelenler genelde bu kapıda buluştukları için burasının kalabalık olması ve burada her şeyin yolunda gitmesi bizim için çok önemliydi.
Sivil Ekipler amiri olmam nedeniyle her sabah uzun yürüyüşümün ardından bu toplanma noktasının yoğunluğunu kontrol eder ve Müzeye ilave ekip gerekip gerekmediğine karar verirdim. O gün burası yoğun olacaksa, kalabalık sabahın erken saatlerinden itibaren başlardı. Çünkü bu noktada buluşanlar genelde gece yolculuğu yaparak geldikleri için, sabah erken saate Konya’da olurlar ve hemen otogardan, tren garından Mevlana kapısına gelirlerdi. Burada biraz dinlendikten sonra ilerde bulunan şadırvanda abdestlerini tazeler sonra Türbeye giderek dua ederlerdi.
Bu sabah hafta sonuna göre daha yoğun bir güne benziyordu. Mevlana Kapısının olduğu yerde bir kargaşa göze çarpıyordu. Genelde kapı önünde bulunan insanlardan pek ses çıkmazdı ama bu gün bağrış çağrış epeyce yoğun ve yüksekti. Öfkeli ve aceleci sesler her yere yayılıyordu. Birileri çok öfkelenmiş olmalıydı. Burada sessizliği bozacak ne olmuştu ki? Böylesine insanları kızdıracak hatta sabahın erken saatlerinde kapı önünde insanların itişip kakışmalarına neden olacak ne olmuştu?
Şimdiye kadar, on iki yıldan beri Mevlana Müze ve Çevresinde hiçbir büyük hırsızlık veya asayiş konusuna giren olay olmamıştı. Umarım bundan sonrada hiçbir olay olmaz ve her şey Mevlana Müze ve çevresine yakışır şekilde devam eder diye temennilerde bulunurken, camii görevlilerinden biri beni görür görmez hızla koşarak yanıma geldi.
Görevlinin yüzünün üzüntüden ve şoktan darmadağın olduğu uzaktan bile belli oluyordu. Gözleri yaşadıklarından dolayı ağlamaklı, yüzü öfkesinden kıpkırmızı olmuştu. Yanıma gelmeden metrelerce öteden konuşmaya ve bana elini kolunu sallayarak bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Daha olayın ne olduğunu duymadan benim de başımın tepesinden itibaren sıcak bir kızgınlık bütün vücuduma yayılmaya başlamıştı. Camii görevlisinin öfkesinden mi etkilenmiştim, yoksa bir şeyler bana da malum mu oluyordu anlayamadım.
Nihayet camii görevlisinin sesini duyabileceğim bir noktaya gelebildim. Yavaşça ellerimi ona doğru, sakinleştirmek istercesine uzattım ve önce nefes almasını, sonra sakinleşmesini söyledim. Görevli birkaç derin nefes aldıktan ve rahatladıktan sonra; gece camiye birisinin girdiğini ve camii kapısını tekmeleyerek kırdığını, mihrabın sağ ve sol yanında bulunan her biri altı kilo ağırlığındaki pirinçten iki adet şamdanlığı alarak kaçtığını bir çırpıda söyleyiverdi.
Camii görevlisinin söylediği her şeyi duymuştum. Fakat duyduklarım hala beynimin içinde bir yerlere ait olmak istercesine dolanıyordu. Ne demek istemişti şimdi bu adam böyle. Mevlana Müzesinin yanındaki Camide bir hırsızlık olmuş ve iki adet şamdan çalınmıştı. Tarihi Camii kapısı da kırılarak açılmıştı. Ve görevlinin bir türlü ne yaparsa yapsın henüz söylemeye hazır olmadığı ve beni kolumdan çekiştirerek götürüp göstermek istediği bir kötü şey daha vardı. Daha kötü ne olabilir ki diye düşündüm. Daha kötü ne olabilir?
Mevlana Türbesinin yanındaki Caminin, orijinal tarihi kapı kolu bir ayak darbesi ile saygısızca kırılıyor ve içerden iki adet eşya çalınıyordu. Mevlana Türbesini ziyarete gelen insanların ilk buluşma yeri olan ve benim bu nedenle Mevlana Kapısı olarak adlandırdığım Caminin tarihi kapısının kolu kırılmıştı. Daha kötü ne olabilirdi ki?
Bütün dinlerde ibadet mekanları kutsal yerler olarak kabul edilir ve onlara her dinden insan tarafından saygı duyulur. Belki de Yaradan’a kendimizi en yakın hissettiğimiz, ellerimizi açıp kardeşlerimizle hep birlikte dua ettiğimiz yer, her dindeki ibadethaneler değil miydi? Herkes için değeri paha biçilmezdi. Ve herkes tarafından aynı saygıyı gören ve korunan kutsal mekanlardı.
İnsanoğlunun Nefsinin her şeyi satın aldığı ve her yere sızdığı şu dünyada son kalan kaleler gibiydi kutsal yerler. Nefs bir tek kutsal ibadet yerine giremez, bir tek buralara zarar veremez diye düşünürdüm.
Yanılmışım, hem de çok yanılmışım. Sabahtan beri hissettiğim sıkıntının nedenini anlamaya başlamıştım. Ben bütün gün bu garip durumu yaşarken camiye hırsız girmiş ve iki adet eşyayı götürmüş ve cami kapısını da kırmıştı. Mevlana Kapısının önü iyiden iyiye kalabalıklaşmıştı.. Polis ekipleri, civardan olayı duyarak gelen halk, seyyar satıcılar, ziyaretçiler. Ortalık insan kaynıyordu.
Derhal olay yerine gidip duruma el koydum. Camii içindeki ve Mevlana Kapısının önündeki delilleri tek, tek inceledim. Arkadaşlarımla birlikte olayı görenler veya konu ile ilgisi olan kişilerle soruşturma yaptık.
Görgü ve tespit tutanağına notlarımı ve görüşlerimi yazdım; "Yaptığım kontrollerde Camii Kapısının diğer adıyla Mevlana Kapısının kolunun "U" şeklinde tahtadan oluştuğu, içeri soygun amaçlı girmek isteyen şahısların bu "U " şeklindeki kolu tekme ile vurarak kırdığı ve tekme sonucu kolun kilit sisteminin bozulduğu ve bu şekilde içeri girdikleri anlaşılmıştır. Ancak yapılan araştırma sonucunda hırsızlık amaçlı içeri giren şahısların kapı kolunu içerden de zorladığı ve iki kişi olan hırsızların bir tanesinin camii kapanmadan önce ibadet etmek istermiş gibi içeri girerek, içerde bir insanı alabilecek büyüklükteki küplerin içine saklandığı ve herkes gidip gece yarısı olduktan sonra harekete geçtikleri tespit edilmiştir. Kapı kolu önce içerde bulunan kişi tarafından açılmaya çalışılmış fakat buna muaffak olamayınca dışarıdan kapı kolu tekmelenmek suretiyle kırılmıştır. Ve Caminin içinde mihrabın iki yanında bulunan altı kilo ağırlığındaki iki adet pirinçten mumluğu çalarak camiden kaçmışlardır. Ayrıca üzülerek belirteceğim bir olaya daha şahit oldum. Cami içinde yapılan araştırmada iki şahsın caminin minberine çıkarak buradaki bölgeye insan dışkılarını da bıraktıklarını tespit ettik.
Bir süre tutanak kağıdına baka kaldım. Yazdıklarıma kendim bile inanamadım. Ama olay tamda böyle gerçekleşmişti. Bunu yapan kişiler acaba nasıl insanlardı? Bir süre olayı tekrar, tekrar anlamaya çalışırcasına görüntüleri gözümde canlandırdım. Bunu şuursuz ve insani erdemleri olmayan gerçek bir hayvanın yapmış olabileceğini pekala anlayabilirdim. Bu bile bana ters gelse bile.
Ama bunun bir insanın yapmış olabileceğini aklım hafızam, insanlığım anlayamıyordu. Ne yazık ki bunu buraya yapanların bir insan olduğunu ve gerçekten bir insanın bu kadar düşebileceğini kabullenmek ve görevime devam ederek suçluları ortaya çıkarmak durumundaydım.
Mesleğimi yaparken duygularımı ve inançlarımın önüne bir perde çekerek objektif olmaya ve asayişi sağlamaya çalışırdım. Her ne kadar Mevlana’ya ve buralara olan sevgim benim için basit bir inançtan daha fazlasını ifade etse de yine aynı şekilde görevimi objektif bir yaklaşımla çözmek durumundaydım.
Hazırladığım tutanağa son kez bakarken ilerden yanıma camii müezzinlerinden birisinin yaklaşmakta olduğunu fark ettim. O da en az benim kadar üzgün ve utanç içindeydi.
Yanıma yaklaştı ve bir eliyle sırtımı teselli etmek istercesine sıvazladı ve üzüntüden katılaşmış dudaklarına benim hatırıma bir tebessüm kondurmaya kendini zorladığı çok belli oluyordu. Ben de kendisine hafifçe gülümsedim. Müezzin; "buradan çalınan eşyaların maddi olarak pek değeri yoktu, ama manevi olarak paha biçilmezdiler. Ve caminin orta yerine bu tür bir ayıbın bırakılmasının cezasını ise fazlasıyla ödeyeceklerini biliyorum. Çünkü ne ekersek onu biçeriz. İlahi adalet hiçbir şeyi unutmaz. Gün olur harman olur insanoğlu her şeyi unutur. Ama İlahi Adalet zamanı geldiğinde en ufacık bir şeyin bile hesabını sizden sorar ve ektiğiniz şeyler her ne ise size onları toplatır ve yaşatır. Üzülme" dedi. Ve yanımdan ağır adımlarla uzaklaştı.
Neydi bu olayın hikmeti diye derin düşüncelere daldım. Neydi?
Ertesi gün, olayla ilgili çok detaylı bir soruşturma ve inceleme yapmak için Konya’nın her tarafını dolaştım. Görgü tanıklarıyla konuştum.
Otobüs firmaları ile görüştük. Hiçbir şey bulamamıştık. Vakit de epey geç olmuştu. Bir saat sonra gündüz geceye yerini bırakacaktı ve bizim elimizde olayı aydınlatacak bir ip ucu bile yoktu.
Üzgün bir şekilde merkeze doğru yönelmişken, arkamdan bir ses duydum. Döndüm ve bana yalpalayarak yaklaşmakta olan kısa boylu bir adamın geldiğini gördüm. "Abi sizi otogardan çağırıyorlar. Dün akşam iki kişinin buradan bilet alarak uzak bir şehre hareket ettiğini ve ellerinde de televizyon kutusu içine konmuş eşyaları olduğunu gören bir muavinin bulunduğunu söylememi istediler. Gören kişi şu anda otogarda sizi bekliyor." Dedi.
Hemen adama teşekkür ettikten sonra koşarak otogara gittim. Muavine olayın detaylarını sordum. Mevlana Kapısını kırıp içinden iki adet mumluk çaldığı ve sonra buradan uzak bir şehre bilet alarak kaçtıklarından şüphe edilen şahısların tiplerini ve kimliklerini tespit ettik. Muavin şahısları betimledikçe ben de hemen orada, ayrıca bir ressam olduğumdan, kara kalem robot resimlerini çizdim. Şimdi elimde en azından robot resimler ve İstanbul’a, gecenin bir yarısı, bir televizyon kutusuna konmuş eşyalarıyla gitmiş iki kişinin bilgisi vardı. Resimleri çoğaltarak civardaki bütün otellere dağıttık ve bir haber beklemeye başladık.
Nihayet iki üç saat içinde otellerden birinden bir cevap geldi. Ve cevapta iki şahsın otelde bir önceki akşam konakladıkları, odalarını aslında bir haftalığına kiraladıkları halde bir gece kalarak acel tecel otelden ayrıldıklarını belirtiler. Otel temizlik görevlilerinden bir kadın ise şahısların olmadığı bir vakitte onların odasına da temizlik yaparken eşyalarının bulunduğu kutuyu görmüştü. Olayın detayları ortaya çıkmaya başlamıştı. İçimde derin bir rahatlama hissettim. Olay nihayet çözülüyordu. Fakat rahatlama uzun sürmedi. Çünkü şahıslar Konya’da değildi. Uzak bir şehre gitmişlerdi. Kimliklerinden yer tespiti yapıp, şahısları yakalamak gerekiyordu.
Otelden iki hırsızın kimliklerinin fotokopilerini alıp gittikleri şehrin, ilgili bölgedeki polis merkezine bildirdim. Yapabileceğimizin en iyisini yaptık. Ve gelecek haberi beklemeye başladık.
Zaman su gibi akıp geçti.
Şüpheli şahısların kimliğini gönderdiğimiz karakoldan beklediğimiz haber gelmişti. Mevlana Müzesi’nin yanındaki Caminin içinden iki adet mumluğu çalmış ve kapıyı tekmeleyerek kolunu kırmış olduğunu tespit ettiğimiz iki hırsız zanlısının yakalandığını ve ilgili şehre gelerek onları almamız gerektiğini bildiriyorlardı.
Caminin içindeki hırsızlığı yakalanan iki şüpheli yapmış olabilirdi. Şüpheli olmaları onları tutuklamamız için yeterli delili oluşturmuyordu. Suç mahallinde onlara ait hiçbir şahsi delil bırakmamışlardı. Parmak izi yoktu. Bu iki kişiyi Konya’ya getirdikten sonra suçlarını itiraf etmezlerse onları tutuklayamayacaktık. Yine de hırsızlık zannıyla tutuklanan şahısları olay yerindeki soruşturma için hırsızlığın yapıldığı şehre getirmek gerekiyordu.
İki şüpheli şahsın tutuklandığı şehirde, kendi şahsi işlerimin de olmasından dolayı, tutuklu şahısları almaya gitmek üzere yola koyuldum.
Yol boyunca içimdeki kızgınlık beni bir türlü rahat bırakmadı. Ama hiçbir şey yapmamam, sakin olmam gerektiğini de biliyordum. Saatlerce süren yolculuktan sonra ilgili şehre ulaştım.
Şahısların tutuklandığı karakola gittim. Çok heyecanlıydım. Çok kızgındım.
Ve en sonunda Polis korumasında iki kişi karşıma getirildi. Bu terbiyesizliği nasıl yaptınız dercesine, tek tek yüzlerine baktım. Fakat onların çehrelerinde en ufak bir arlanma, çekinme, pişmanlık gibi insanı insan yapan özelliklerin hiç birini göremedim. O an anladım ki insan gibi insan olmak çok ötelerde, uzaklarda bir yerlerdeydi. İnsan olmak başka bir şeydi. Sadece insan gibi görünmek yetmiyordu.
Mevlana’nın "Nice urbalar gördüm içinde insan yok, nice insanlar gördüm üstünde urba yok" sözü aklıma geldi.
Evet bu iki kişi içinde en doğrusu "görünüşleri insan gibiydi ama içlerinde Ben-i Ademoğlu İnsan" yoktu.
Mevlana’nın sözlerini hatırlamak beni sakinleştirmişti.
Ve İki şahsı tutuklandığı karakoldan alarak arabaya bindirdim. Büyük şehrin otogarından Konya’ya doğru yola çıktık.
Yol boyunca onları gözlemledim. Çok rahattılar. Delil yetersizliğinden serbest bırakılacaklarına inandıkları için hiçbir kaçma teşebbüsünde bulunmadılar. Bir ara mola verdiğimizde, bana acıktıklarını ve kendilerine bir şeyler ısmarlayıp ısmarlayamayacağımı sordular. Yanlarında paraları yokmuş.
Garip garip suratlarına baktım. İçimden geçen, söylemek istediğim çok laf vardı ama hepsini yuttum ve sakin olmaya çalışarak ve insanoğlu olduğumu unutmayarak, zora düşmüş olana yardım etmem gerektiğini düşündüm.
Suçlu olabilirdi hatta mahkum da edilebilirdi. Ama acıkmıştı ve benden onun karnını doyurmamı istiyordu. İnsan olmak kızgınken veya haklıyken bile gücünü iyilikle kullanmak demekti. Onları Konya’ya kadar aç götürebilirdim. Ve doyurmak zorunda da değildim.
Ama ben bir insan olduğumu hiçbir zaman unutmamaya ve gücümü adaletle kullanmaya her zaman dikkat etmiştim. Eğer şimdiye kadar bu konuda hassas olmasaydım çoktan kendini yitirmiş insan görünüşlü kalabalıkların içinde kaybolup gidebilirdim.
Ve onların karnını doyurmaya karar verdim. Bunu da onlar için değil kendi insan olma yolumdan ayrılmamak için yaptım. Ve onların cezasını veya derslerini de İlahi Adalete bıraktım.
Yolda durduğumuz bir yerlerde onlara yemek ısmarladım. İhtiyaçlarını karşıladılar. Kaldığımız yerden tekrar yolculuğa devam ettik.
Otobüs Konya Mevlana Müzesi yakınlarından geçerken dikkatim birden yanımda Konya’ya götürdüğüm iki kişiye yöneldi. İkisi birden gözünü dışarı dikmiş tir tir titriyordu. Ne olduğunu anlayamadım. Camdan dışarı baktım. Hırsızlığın yağıldığı pirinç mumlukların çalınıp, cami kapısının tekmelendiği caminin önünden geçtiğimizi fark ettim. Sanırım bu nedenle titriyorlardı. O anda müezzinin söyledikleri geldi aklıma. Cezaları çok korkunç olacak, ne ekersek onu biçeceğiz. İlahi Adalet bize sonunda ektiğimiz "şeyleri" toplattıracaktır demişti.
Caminin yanından geçmek iki hırsız zanlısının benizlerini sarartmıştı. Zangır zangır titremişlerdi. Kim bilir daha neler olacaktı?
Konya’da karakola gelince iki hırsız zanlısını görev arkadaşlarıma sorgulama için teslim ettim. İki gündür yolculuk yaptığım için çok yorgundum. Üstüm başım berbattı. Ve çocuklarımı çok özlemiştim. Karakoldan ayrıldım.
Ayaklarım beni sık ağaçlıklı yola doğru götürdü. Halbuki ben karakoldan çıktığımda otobüse binmeye karar vermiştim. Çok yorgundum. Nasıl yürüyecektim şimdi bu yolu diye düşündüm. Fakat ağaçların kendi hallerinde rüzgarda dans edercesine sallanmaları ve kurumuş yapraklarını yere savurmaları beni bir şekilde büyülemişti. O tarafa doğru yürüdüm ve ağaçlarla birlikte kendimi rüzgarın kollarına bıraktım. Üzerime sarının ve kızılın her tonunda rengarenk yapraklar düşüyordu. Sararmış solmuş kuru yapraklar. Kış geliyordu. Tabiattaki kaosu gözlemledim. Kaosun içindeki ahenk beni hayretler içinde bırakmıştı. Her şey karışıktı. Mevsim değişikliğinin orta yerindeydik. Yaz bitmiş ve kış geliyordu. Başlangıç ve son birbirine güzel bir sonbaharda karışmıştı. Ve sonbahar kaos gibi gözükmesine rağmen aslında aynı zamanda düzenleyiciydi. Sonbahar gerçekten güzel bir mevsimdi. Tabiatın tükeniş ve yeniden filizleniş hazırlıklarını aynı mevsimde izlemek beni büyülemiş ve bütün kederimi ve yorgunluğumu üzerimden atmama yardım etmişti.
Ağır adımlarla birlikte ağaçlıklı yoldan yürüdüm. Ağaçlarla birlikte rüzgarda sallandım. Düşen yaprakları seyrettim. Gönlümün hazan olmuş anıları da aynı sararmış yapraklar gibi düşüyordu gönül dallarımdan
Anılarım geldi geçti gözlerimin önünden. Her bir karesinde sahte gülüşlerin yankılandığı fotoğraflar gibiydi? Onların içinde ölü bir balık misali karaya vuran umutlarımı gördüm. Gözyaşı olup aktı içimden her biri. Her yere düşen solmuş yapraklarla gözyaşlarımda düştü kara topraklara karıştı.
Sonra birden çocuklarım geldi gözlerimin önüne. Adımlarımı sıklaştırdım. Evime nihayet kavuşmuştum. Kapıyı çaldım.
Ve küçük oğlumun ağlamaklı sesi "kim o" dedi.
Baba geldi.
Kapı birden açıldı ve oğlum inanılmaz bir hızla kollarıma "dadaaaa" diye atladı. Sarıldık küçük oğlumla. Kapının arasından küçük kızım gözüktü. O da bacaklarıma dolandı ağlamaklı. "Baba seni çok merak ettik neden geciktin" dedi. "Gelidim işte kızım dedim. Evin içinde çocukları bıraktığım komşu teyze gitmişti. Çünkü ona bu akşam geleceğimi söylemiştim.
Çocuklarımla beraber güzel bir akşam yemeği için dışarı çıktık. Mevlana etli ekmek yedik. Onlara küçük hikayeler anlattım. Ne kadar çok özlemişlerdi beni. İki gün beni görmeyince doğal olarak korkmuşlardı. Neyse artık bir dahaki göreve kadar onların yanındaydım. Bu iki günün kaybını kapatabilirdim.
Akşam güle oynaya eve döndük. Çok yorgun olduğum için çocukları yatırıp hemen ben de uzandım. Uyumuşum.
Sabah erkenden kalktım. Çocuklarımın okul kıyafetlerini ayarladım. Duşa girdim. Ve Kahvaltıyı hazırladım. Her zamanki gibi birlikte kahvaltı ettikten sonra onları okula bıraktım ve ben de ağaçlıklı yoldan yürüyerek önce Mevlana Müzesine uğradım. Sonra camiye geldim. Her şey yolundaydı.
Mevlana kapısının önünde yine bir sürü insan, arkadaşları ve akrabalarıyla buluşmak için bekliyordu. Caminin içine de bir göz atmak istedim.
O arada müezzini gördüm. Gülerek bana doğru geldi.
"Allah razı olsun sizden şüpheli şahısları Konya’ya getirmişsiniz" dedi. Ben de "evet getirdim. Şimdi karakola gidiyorum. Bakalım soruşturmaları nasıl sonuçlandı onlara bakacağım" dedim.
Müezzinle konuşurken elim Caminin kapısının kolunu tutuyordu. Müezzin bunu fark etmiş olmalı ki minnettar gözlerle bana bakarak "teşekkür ederiz kapı kolunu orjinaline yakın onardığınız için. Sizin hünerli elleriniz ve sabrınız olmasa bu yüzyıllık "U" şeklindeki kapı kolunu onarmak mümkün olmayacaktı. Orjinalini atıp, yerine sahte yeni bir şey takmak gerekecekti. Siz bu tarihi eseri tekrar işler hale getirerek camiye ve bize kazandırdınız. Çok teşekkür ederiz." Dedi. Ben de keşke bu olay hiç olmasaydı dedim. Eski haline getirmek için elimden geleni yapmanın rahatlığı içinde oradan merkeze doğru harekete geçtim.
Karakola vardığımda iki hırsız zanlısının da delil yetersizliğinden, doğal olarak savcılık tarafından bırakıldığını öğrendim. Ve çok üzüldüm. Onların bir şekilde suçlarını itiraf edeceklerini düşünmüştüm. İlahi Adalet’in kendi zamanı ve kendi planı vardı. Her şey kendi zamanında gerçekleşiyordu.
Ve ben bu olayı hiç ama hiç unutamadım. Ve Allah’tan bir şekilde ve kim yaptıysa adalet yerine geldiğinde beni haberdar etmesini diledim. Çünkü camide yapılan terbiyesizlik beni çok üzmüş ve utandırmıştı.
Aradan asırlarca süren 17 yıl geldi geçti…..Konya’dan başka bir şehre tayin oldum. Ve sonra Yurtdışında yaşamaya başladım.
Bir gün Duesseldorf’tan Yeşilköy hava limanına geldim. Taksim de bir otele yerleşmek için taksiye bindim. Ancak Aksaray’da büyük bir trafik yoğunluğu vardı. Sürücüye döndüm ve neden bu kadar yoğun burası dedim. O da bana "bu gün İstanbul Aksaray civarında bir yarış var. O nedenle bazı yolları kapattılar. Sanırım şu an trafik durmuş durumda. İsterseniz siz burada inin ağabeyciğim ve Aksaray’da bir otelde kalın. Akşama kadar varamayız Taksime" dedi. Ben de Aksaray’da bir otele yerleşmek için taksiden indim. Elimde çantalarımla kaldırımda otel arayarak yürümeye başladım. Uzunca bir süre kaldırımda otel arayarak yürüdüm.
Bir ara arkamdan cılız bir sesin "abi……abi" diye bağırdığını duydum gibi geldi bana. Arkaya döndüm. Görünürde hiç kimse yoktu. Sesin nereden geldiğini duymak istercesine kendi etrafımda şöyle bir döndüm. Ama hiç kimseyi göremedim.
Tekrar yürümeye devam ettim.
Yine aynı ses "abi…..abi" dedi. Sinirlenmeye başlamıştım. Birisi benimle dalga geçiyordu ve ben artık o sesin sahibini görmek istiyordum.
Tekrar "abi aşağıya bak" dedi.
Ben çok uzun boylu olduğumdan, boyumun hizasından bakmıştım. Aşağılara bakmak hiç aklıma gelmemişti.
Kafamı şöyle bir aşağı çevirdim. Yerde bacakları kesik, altına araba lastiğinden altlık geçirilmiş, üstünde çamur gibi bir elbise bulunan, derisi güneşten harita gibi olmuş ve o yarıkların içine yere yakın olduğu için tozlar doluşmuş bir adam bana doğru bakıyordu. Onu bir yerlerden tanımam gerektiğinden o kadar emindi ki.
Ben ise onu hiç tanımamıştım.
Sürekli bana "abi nasılsın" diyor bir taraftan da el sallıyordu.
Bir an onu hatırlamak için kendimi çok zorladım. Şimdiye kadar tanıdığım herkesi gözlerimin önünden geçirdim. Ama bir türlü çıkaramadım.
O da anlamıştı onu tanıyamadığımı?
"Benim abi…. Beni Konya’ya götürmüştün. Hatırladın mı? Dedi
Hatırladım. Evet onu hatırlamıştım. Yıllar önce onları tutuklandıkları şehirden Konya’ya getirmiştim.
O anda neler geldi geçti gözümün önünden. Ve tekrar gözlerimi bu adamın düştüğü sefaletin içine çevirdim.
Kendimi derin düşünceden çıkarıp "hayırdır ne oldu sana böyle?" diyebildim.
"Sorma abi on sene önce ayağımda bir yara çıktı. Ben de doktora gittim. Uzun bir tedavi sürecinden sonra yaralarım iyileşmedi. Kangren oluştu. İki ayağımda birden aynı yara olduğu için ikisini de kesmek zorunda kaldılar. Uzun süre hastanede yattım. Bakacak kimsem de yoktu. Artık yürüyemiyordum. Çok acı çektim. Fakat bütün bunlardan sonra ben de şeker olduğu ve yaraların bu nedenle iyileşmediği tespitinde bulundular. Şeker hastasıymışım. Ayaklarım kesilince kangren iyileşmedi tekrar başladı. Kangren ilerleyince önce diz altımdan sonra da beni kurtarmak için diz üstünden kestiler. Bir seneye yakın hastanede kaldım. Çıktıktan sonra zaten çok az olan bütün param bitmişti. Parasızlıktan sandalye de alamadığım için şimdi bu şekilde yaşıyorum." Dedi.
Hayretler içindeydim.
Bana, "abi bana biraz yardım etsene. Biraz para verir misin?"dedi. Onun göz hizasına gelmek ve onu dinlemek için ben de yere oturmuştum. Ayağa kalktım. Yanımda olan paranın bir kısmını ona uzattım. Yavaşça elini kaldırdı ve parayı aldı. Gözlerinden sicim gibi yaş geliyordu.
Ağlaya, ağlaya geriye doğru döndü. Gitmeye çalıştı.
Bende içimde garip bir acıma ve sıkıntıyla kendi yoluma döndüm. İki adım atmıştım ki bir şey beni geriye döndürdü. Tekrar geriye dönüp baktım. İki elinde "U" şeklinde, tekmeleyerek kırılan Mevlana Kapısının koluna benzer tahta ile iki elini yere koyup ayaklarını çekerek yerde sürüne sürüne yürüyordu.
O an anladım ki o kapı kolu onun elinde sonsuza kadar duracaktı..Ve Mevlana kapısının elleri ile açması gerektiğini hayatı boyu öğrenmesi için eline iki kapı kolu yapışmıştı….
O farkında değildi ama Mevlana Kapısının "U" şeklindeki kolunu her an ellerinde taşıyarak, kutsal yerlerin kapılarının tekme ile kırılarak açılmayacağını öğreniyordu..
Peki öteki şahsa ne oldu diye meraklanmışsınızdır…..
Ama ben anlatıp daha da moralinizi bozmak istemiyorum…
ÜMRRANİYE BELEDİYESİ 3. HİKAYE YARIŞMASI RUMUZ : BEYAZ_KARTAL
YORUMLARINIZ BENİM İÇİN DEGERLİDİR.
[email protected]
CAN AKIN
YORUMLAR
çok üzülerek okudum yazınızı... çok duygulandım.bir insan olarak hepimizde merhamet var ama nasıl bir insan olduğuna bağlı...ileride başımıza ne gelecek bilemiyoruz...bende size bir mevlananın yazı ile yazınızı kutluyayım...
" ben hz.Muhammed (s.a.v.) ayağının tozuyum.toprağa sevgiden başka birşey ekmeyiz biz " yazan kaleminiz dert görmesin...hayırlı cumalar...