- 719 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ERMENİ SOYKIRIM İDDİALARI: YÜZ YILLIK YALAN
Turhan Şahin
Anlaşılıyor ki, Ermeniler kurguladıkları "Soykırım" yalanına dünyayı inandırmak için ellerinden geleni ardına koymayacaklar.
Bizim bu kurgulanmış yalanı ve iftirayı bertaraf etmek için her durum ve her ortamda dişe diş bir mücadele yürütmemiz gerekiyor.
Birinci Dünya Savaşı devam ederken Anadolu’da Ermenilere yönelik sözde soykırım iddiaları, her geçen yıl akıl almaz iftira ve entrikalarla uluslararası arenada ülkemizin üzerinde demoklesin kılıcı gibi asılı tutulmaktadır.
Atalarımız böyle bir vahşet ve vandalizm içinde yer almadı. Evlâd ve ahfad olarak bizler bu iğrenç ve iftira ürünü yaftayı boynumuza astırmayız. Dün işgale boyun eğmediğimiz gibi bugün de baskıya boyun eğmeyiz ve ülkemizin üzerine soykırım kanı sıçrattırmayız. Biz biliriz ki baskı; baskı ya açık insanlara yapılır. Yine bu bağlamda biz biliriz ki; zincir, en zayıf halkası kadar sağlamdır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk adlı eserinin başlangıcında özetlediği haliyle ülkemiz harap ve bitap düşmüş halde iken, bugünkü anlamıyla İMF çağrışımı yaptıran Düyun-u Umumiye idaresi altında kendi ülkesinde kendi vergisini toplama idaresi ve iradesi elinden alınmış iken, Çanakale’de yedi düvelin topraklarımıza saldırmasından dolayı kanlı boğuşma devam eder iken, Kars ve çevresi 1878 yılından beri Ermeni-Rus ittifakının işgali altında iken, üstelik Osmanlı Ordusu, Alman generallerin yönetimi ve denetimi altında iken Osmanlı Devletinin kendi vatandaşı olan Ermenilere soykırım yapması mümkün olabilir mi? 1912 Balkan Savaşı sırasında Ahmet Muhtar Paşa kabinesinde Dışişleri Bakanının Ermeni Kapriyel Noradunkyan olması bile Anadolu’da soykırım olmadığının kanıtı değil midir? Günümüz dünyasında Ermenistan dışında 4.5 milyona yakın Ermeni yaşarken Ermenistan’daki Ermeni nüfusu 3.5 civarındadır. Eğer Anadolu’da Ermenilere soykırım uygulandıysa; Ermenistan dışındaki bu Ermeni varlığı ne ile izah edilebilir?
Bu nasıl bir iftira ve bilgi kirliliğidir ki, Arjantin’den Rusya Federasyonu’na kadar dünyada 21 ülkede Türklerin soykırım yaptığı yönünde zihinler abluka altına alınarak yapılmayan soykırım resmen tanınmıştır. Hatta bu ülkelerden ikisi; Fransa ve İsviçre soykırım inkarını suç sayacak kadar ileri giderek kendi uydurdukları yalanlara kendileri inanır hale geldikleri için herkesin soykırım yalanına inanmasını beklemektedirler. Bu meseleyi o denli ifrata vardırmışlardır ki, örneğin dünyanın saygı duyduğu meşhur tarihçi Bernard Lewis o dönem itibariyle yaşananların soykırım değil savaşın yan ürünü olaylar olduğunu açıklamasından ötürü soykırımı inkar ettiği gerekçesiyle Paris’te mahkeme kararıyla para cezasına çarptırılmıştır.
Oysa; bir ülkenin, bir devletin soykırım yapıp yapmadığına ilişkin karar yargılama sonucundaki gerekçeli bir yargı kararına dayanması gerekirken Türkiye’yi mahkûm etmek isteyen kararlar yasama meclislerinin, belli mihraklar ve hükümetler tarafından yönlendirilen kararlarına dayandırılmaya çalışılmaktadır.
Konu 1919 yılından başlamak üzere İngilizlerce yargıya taşınmış ise de başlangıçta mahkeme, dünyada Türklerin Ermenilere karşı soykırım yaptığı yönünde bilgi, bulgu ve belgeler ortaya konulamadığı gerekçesi ile Türkler lehine karar vermiştir. Örneğin Osmanlı Devletinin başkenti İstanbul İngiliz işgali altında iken 18 Ocak 1919 tarihinde Malta Adası’nda görülmeye başlanan bir davada soykırım yapmakla itham edilen 120 kişinin tamamı ABD’nin de soykırım yapıldığı yönünde bir kanaatinin olmadığının gözlemci raporlarından anlaşılması üzerine, 29 Temmuz 1921 tarihinde İngiliz Kraliyet Başsavcının kararıyla beraat etmiştir.
Bu hususta ülkemiz açısından kabul edilemez ahlâk dışı çifte standartlar uygulanmakta ve adil olmayan bir yaklaşım sergilenmektedir. İslam, Orta-doğu ve Osmanlı Tarihi araştırmalarında uzman ve otorite olan tarihçi Bernard Lewis, 1993’te Le Monde Gazetesine verdiğe bir röportajda "Osmanlı Hükümetinin Ermeni ulusuna karşı kitlesel imhayı öngören bir planı olduğunu gösteren geçerli kanıt yoktur... Türklerin tehcire başvurmalarının meşru nedenleri vardır. Zira, Ermeniler, Osmanlı topraklarını işgal eden Rusya’yla ittifak halinde Türklere karşı çarpışıyorlardı.” demesine ve Türkiye Cumhuriyeti devlet olarak arşivlerinin kapılarını sonuna kadar açmasına ve bu işin tarihçilerin işi olduğunu ısrarla vurgulamasına rağmen buna rağbet edilmemekte, bu konuda âdeta bir akıl tutulması yaşanmaktadır…
Tarihte bu topraklar, Sümer, Lidya, Frigya, Hitit, Bizans, Selçuklu, Osmanlı, Türkiye oldu ama asla soykırıma tanıklık etmedi. Bu ülkenin; hem çok tanrılı dinler dönemindeki paganist kültürü, hem hristiyan kültürü, hem Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş Veli’nin Mevlâna’nın öğretilerinin kaynağı olan İslâm kültürü, hem de ilkçağdan bu güne, felsefe ve hümanizma ile mayalanan toprağı ve yaşamı algılayış estetiği soykırıma izin vermez. Soykırım, kitlesel bir ahlâksızlık içinde geçirilen bir cinnetten medet umar. Türkler Kavim olarak hiçbir zaman ırkçılığa yatkın bir eğilim içinde olmamışlardır.
Kutlu toprağımız, aynı zamanda Akdeniz, Balkan, Orta-doğu ve Ön-asya ülkesi olması konumuyla insanî değerleri geliştirme alanıdır. Anadolu paylaşıma açık cömert bir gönül, merhamet ve heyecan coğrafyasıdır. Bu ülkenin insanları gibi, ırmakları da öylesine cömerttir ki, su savaşlarının yaşandığı dünyamızda, komşularının nasiplenmesi için karlı dağlarından ovalarına inen boz bulanık gümrâh sularını, Çoruh, Kura, Aras, Dicle, Fırat olup komşularıyla paylaşan bir özelliğe ve güzelliğe sahiptir.
Anadolu, Latince’de güneş ülkesi anlamına gelen coğrafi bir terim olup mitolojiyi, felsefeyi, sanatı, dini, düşünceyi koruyarak, geliştirerek modern zamanlara taşıyan misyon ve vizyon yüklü topraklardır. Sonsuza kadar da bu özelliğini koruyacaktır. Bu ülkenin efsaneleri, masalları, halk türküleri ve mizahı bile güneşin iyimserliğinden izler taşır, kuzey ülkelerinin korku içeren karanlık ve kasvetli motifleri bizim kültürümüzde yoktur. Avrupa’nın pek çok ülkesindeki dik ve keskin hatlı mimarı yapılar insanın içini ürpertir ve üşütürken bizim mimarimizdeki kubbemsi yapılar ve dairesel hatlar insanlar bir yana kuşları dahi kendine çeken sevimli bir özelliğe sahibdir. Doğu masallarında örneğin “Alâeddînin Lambası” masalında dile benden ne dilersen cömertliği hakim motif iken, batı masallarında örneğin “Kırmızı Başlıklı Kız” masalında yalan, hile, vahşet ve dehşet motifleri hakimdir.
Türk kültüründe “gönül” kavramının derin bir anlamı vardır. Bizim algılama şeklimizde gönül, ruhlarımızın anahtarı, aynı zamanda Tanrı’nın tecelli ettiği yerdir. Batı dillerinde “gönül” kavramı diye bir kavram var mıdır acaba? Batı medeniyetinde “gönül” hangi kelime ile karşılığını bulur? Gönlü zengin bir insanın konukseverliği söz konusu olabilir. Türk konukseverliği hak edilmiş bir övgünün ifadesidir. Konukseverliği ile şöhret bulan başka bir millet var mıdır dünyada? Konuksever Türk Milletinin soykırım ile suçlanması en yalın ifade ile ahlâk ve edeb dışı bir tutumdur.
Türkiye gerçek anlamda turizm cenneti bir ülkedir. Ülkemiz, farkındalık yaklaşımı ile yakın bir gelecekte her yıl kendi nüfusu kadar turisti ağırlama ve uğurlama kapasitesine erişecektir. Türkiye’nin bir turizm cenneti olmasının nedenleri arasında güneş, deniz, kumsal varsa da hiç kuşkusuz en önemli neden gizemli eski uygarlıkların izlerinin yine gizemli bir şekilde hâlâ korunuyor olmasıdır. Anadolu, kendisini anlayanlara ve sevenlere hayatın heyecanını ikram eden, “Bitecek sanıldığı yerde başlayan” bir lezzet coğrafyasıdır.
Eğer Türkler yakan, yıkan ve geçmiş uygarlıkların izini silen vandal ve vahhabî yapıda bir millet olsaydı bugün milyonlarca turist akın akın hangi tarihi eseri görmeye gelecekti ülkemize, Türklüğün fıtratı, işgal ve istila ile değil fetih anlayış ile yoğrulduğu için Türklerin yaktığı, yıktığı değil fethettiği şehirlerden söz edilebilir. İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti ilan edilmesi, Pers dilindeki anlamıyla güzel atlar ülkesi Kapadokya’da ilk günkü izleriyle korunan erken hristiyanlık dönemine ait kilise süslemelerine dünyanın ilgisi izahdan vareste bir durum olarak kendini ortaya koymaktadır.
İnsanlık, Türkiye’nin eski dünya denilen Asya, Avrupa ve Afrika ortasındaki coğrafyasında sonsuza kadar uluslararası barış ve güvenlik için büyük bir şans olduğunun farkına varmalıdır. Bir dünya haritasına dikkatlice bakılırsa; adalar ve yarımadalar jeo-fizik dinamiklerin etkisi ile kuzey-güney doğrultusunda damla şeklinde uzanırken Türkiye, dünyada bir istisna olmak üzere doğu-batı doğrultusunda “Gelip uzak-Asyadan Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan” tek ülkedir. Ülkemizin ılıman iklim kuşağında uygarlıklararası, dinlerarası, dillerarası geçit yolu olması bu muhteşem coğrafi konumunun doğal bir sonucudur. Hal böyle olunca bu topraklarda çeşitliliğin ve farklılığın coğrafi dağılımının bizler için bir maya olduğunun farkına varmak gerekiyor. Türkiye’de coğrafyalar yan yanadır hatta iç içedir örneğin Türkiye’nin bitki coğrafyası, iklim coğrafyası, hatta konuşma sözkonusu olunca ağızlar coğrafyası, müzik sözkonusu olunca enstürman coğrafyası
Türkiye, yerküre üzerinde müstesna matematik konumu ile kıtaların, kültürlerin iklimlerin, zoolojik ve botanik birlikteliğin harmoni içerisinde hayata dönüştüğü alandır. Türkiyemizin dağlarında, yaylalarında ovalarında dünyanın başka yerlerinde yetişmeyen üç bini aşkın endemik bitki türünün yetişmesi rastlantı olamaz. “İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer.” Bu iki mısra bile bu topraklarda neden soykırım yaşanmayacağının kanıtıdır. Çünkü insanoğlu gerçekten yaşadığı yere benzer, aydınlık ve güneşli coğrafyalarda yaşayan insanların yüzü güleç gönlü gani olduğu gerçeği insanın yaşadığı yerle alâkalıdır. Karanlık ülkelerde yaşayan insanların düşüncesinin karanlık, kanaatlerinin önyargılı sözlerinin hile ve tuzakla dolu olması da yaşadığı yerle alâkalıdır. Nasıl ki güvercin ve bülbül yaşadığı ortama benzerse, yarasa ve baykuş da yaşadığı ortama benzer elbette.
İkinci yaratılış olarak kabul edilen Nuh Tufanı sonrasında Nuh’un Gemisi Anadolu topraklarında aranmaktadır. Avrupa’nın dini olan Hristiyanlığı Anadolu coğrafyası, koruyarak, geliştirerek esenlik ve güvenlik içinde batıya ulaştırmıştır, Dünyadaki ilk kilisesi, bu topraklarda, Antakya’da inşa edilmiştir. Bütün bunların insaniyet, hakkaniyet, hayatiyet ve medeniyet adına bir anlamı, önemi ve değeri olsa gerek. Böylesi bir coğrafyada soykırım yaşandı diyenler Türklüğün ma’şerî vicdanında sonsuza kadar mahkum olacaktır.
Dünyada yaşanmış olan soykırım olayları insanlık dışı bir ideoloji ve propaganda eşliğinde, milliyetçiliğin fetişist simgelerle şişirilerek körüklenmesi sonucunda ve devlet desteğinde zemini hazırlanarak belirli bir plan dahilinde gerçekleştirilmiştir. Hitler Almanyasının Atatürk’ün öldüğü 10 Kasım 1938 günü resmen başlattığı Yahudilere yönelik soykırım, bu sürece maalesef en somut örnektir. Almanların Yahudilere uyguladığı soykırım bir yargı kararına dayanır ve Almanlar da bu soykırımı alınlarında bir kara leke olmak üzere resmen kabul etmişlerdir.
Birinci Dünya Savaşı içerisinde, oksijen çadırında hayat-memat arasında canı ile uğraşan Osmanlı Devletinin böyle bir gücünün, durumunun, planının ve bütçesinin olmadığı dünyaca malûmdur. Kaldı ki Osmanlı yönetimi yüzyıllar boyunca Avrupanın öteki ucundaki İspanya’da hayatı tehlikede olan Yahudilere ve “Yumurta kırmayı göze almayan omlet yiyemez” diyen Rus ordularının istila ve zulmünden dolayı ülkelerini aç-bilaç terk etmek zorunda kalan Balkan ve Kafkas kavimlerine toprağını ve kucağını açarak merhametini göstermiştir.
Anadolu, tarihinde hiçbir kitlesel göçü geri çevirmemiş, yaşanan ızdıraplara bîgane kalmamıştır. Anadolu kendi coğrafi bölgeleri içinde de sosyo-ekonomik ve kültürel nedenlerle tehcire tanıklık etmiş bir coğrafyadır. Örneğin Kanunî Sultan Süleyman döneminden sonra Osmanlı Yönetimlerince Türkmenler ve Kürtler de hükümetin iskân politikası gereği olmak üzere özellikle Güney-Doğu Anadolu’dan Orta-Anadolu’ya zorunlu iskana tabi tutulmuşlardır. Cumhuriyet Türkiyesinde ekonomik ve sosyal nedenlerle köyden kente göç bu toprakların yaşadığı en büyük özgün demografik tehcirdir. Bunlar tarihin tanıklık ettiği ve belgelere dayalı olaylardır.
Türklerin Anadolu ile kucaklaşmasında Ermeniler çok büyük roller üstlenmişlerdir. Anadolu’da cereyan etmiş bir Türk-Ermeni savaşından bahs edilemez, bunun aksine bir Türk-Ermeni buluşmasından bahs edilebilir. Tarihin önemli kavşaklarından birinde; kendileri için zulüm kaynağı olan Bizans’ı bu topraklardan atmak için 1071’de Sultan Alparslan komutasındaki Selçuklu Ordusunda Türklerle birlikte Malazgirt Ovası’nda saf tutup omuz omuza savaşmışlardır. Türklerle Ermeniler müşterek menfaatlerinin birlikteliğinin farkına varmakta gecikmemiştir. Ermenilerle Türkler birbirlerini her zaman bir şans olarak algılamıştır.
Halk kültüründe aşk hikâyelerinin önemi asla yadsınamaz ülkemizde kültür taşıyıcı kimseler marifetiyle dilden dile aktarılan aşk hikâyelerinden Leyla ile Mecnun Arapların, Ferhat ile Şirin İranlıların aşkını konu edinir. Kerem ile Aslı ise Türk-Ermeni aşkını konu edinir. Anadolumuzun en köklü ve sevilerek dinlenilen aşk hikâyelerinden biri olduğu için kuşaktan kuşağa aktarılan Kerem ile Aslı aşkı, Türk oğlu Kerem ile Ermeni kızı Aslı’nın başka bir deyişle Türk ve Ermeninin birbirine duyduğu derunî aşkın ne denli anlamlı ve köklü olabileceğinin halk muhayyilesindeki yansıması olup hiç şüphesiz ki sosyolojik altyapısı sağlam bir aşk hikâyesidir. 18. yüzyıl halk şairlerimizden Ermeni asıllı Mecnunî’nin şiirlerini Türkçe yazması, Anadolu coğrafyasında Türk-Ermeni dostluğu ve muhabbeti hakkında en objektif kanıttır
Osmanlı Devleti resmi politikası gereği, kurucusu Osman Beyden itibaren Ermenileri koruyup gözeterek dini örgütlenmelerinden ticari faaliyetlerine kadar pek çok alanda onların gelişmesine katkıda bulunmuştur. Orhan Gazi, Bursa’yı fethettikten sonra Ermeni Patriğini Kütahya’dan Bursa’ya getirterek yeni Başkentte bir Ermeni cemaatinin oluşmasını ve gelişmesini sağlamıştır.
Bilindiği gibi Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra hem bir Osmanlı Padişahı olarak hem de son verdiği Doğu Roma İmparatorluğunun Kayzer unvanını da vâris sıfatıyla kullanarak dahice bir siyasetle Osmanlı Devletini yeni başkentte yeniden yapılandırarak mimariden ticarete, sanattan edebiyata, yürüttüğü iskân siyaseti neticesinde büyük atılımlar yapmıştır. Örneğin, Rumlar karşısında bir denge ve güven unsuru olmak üzere batılıların sonradan “Hristiyan Türkler” olarak damgaladıkları Ermenilerin devletin bekâsına yapacakları olumlu katkılardan dolayı İstanbul’a, hem de Topkapı gibi yönetim merkezinin etrafına iskânlarını sağlamıştır, öte yandan Bursa Ermeni metropoliti Hovagem’i İstanbul’a getirterek Rumlara verdiği dini hakları, Ermeni Patriği olan Hovagem’a de vermiştir. Türkler İstanbul’u aynı zamanda Ermeniler için de fethetdiler. Çünkü fetih zamanına kadar hristiyan olmalarına rağmen Ermenilerin İstanbul’a girişleri Bizans yönetimince yasaklanmıştı.
Osmanlı yönetiminde Ermeniler, zamanla kendilerine olan güvene lâyık bir toplum haline gelerek, özel alanda sarraflıktan seramikçiliğe, kamusal alanda denizcilikten diplomasiye, kültür ve sanat alanında müzikten edebiyata kadar hayati önemde görevler üstlenmişlerdir. Ermeniler 1567 yılında kendi matbaalarını İstanbul’da kurarken, Türklerin matbaa ile tanışmaları ise 160 yıl sonra, 1727 yılında olmuştur.
Osmanlı Devletinin Başkenti İstanbul’da Saray Kuyumculuğundan Darphane Müdürlüğüne kadar güven derecesi ile mütenasip önemli görevlere getirilen Ermeniler, Türklerle et-tırnak misali kaynaşmış bir topluluk iken Rus Çarlığının Anadolu’daki yayılma iştihasında Ermenistan Ermenileri öncü olmuş, bu durum Anadolu Ermenilerinin zihni yapısını da bozmuştur. Zamanla bu negatif cepheleşme Osmanlı Padişahı II. Abdulhamid’e 21 Temmuz 1905 günü Cuma Namazı çıkışında suikast girişimine kadar vardırılmıştır.
93 Harbi olarak zihinlerimizde yer eden, Balkan ve Anadolu cephesinde toplam 9 ay 7 gün süren ve 240.000 kilometrekare (Türkiye’nin, 1/3’ü kadar) 4 asırlık evlâd-ı fatihan toprağının kaybına yol açan 1877-78 Türk-Rus Harbinde Rus Hudut Birlikleri Komutanlığını Ermeni Loris Melikof üstenmiş ve Türklerin çok büyük acılar yaşamasına sebep olmuştur. Osmanlı Devleti için sonun başlangıcı Antlaşmaların ilki olan, 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması, 93 Harbi sonrasında Ermeni sorunu adı ile yapay bir sorun üretmiştir.
Berlin Antlaşması hükümleri gereğince Rus-Ermeni ittifakına bırakılan ülkemizin doğu ve kuzeyindeki vatan parçası topraklar ancak, Kazım Karabekir Paşa komutasında kazandığımız savaş sonrasında 3 Aralık 1920 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yaptığı ilk milli antlaşma olan Gümrü Antlaşması ile 42 yıl sonra Anadolu topraklarına yeniden katılmıştır.
Resmî Osmanlı makamlarınca olmasa bile İttihat ve Terakki Cemiyetine bağlı gizli örgüt olan Teşkilât-ı Mahsusa eliyle gerçekleştirildiği ve belgelerinin de aynı teşkilât tarafından imha edildiği ileri sürülen sanal soykırımın tarihi özellikle 1915 olarak gösterilir. Evet bu tarih önemlidir, önemlidir çünkü; İngilizler, Fransızlar ve Ruslar bu topraklarda işgal için bulunduklarından Türk ve Ermeni’nin birbirlerini kabul düzeyindeki ahenk zedelenmiş ve iki halk arasında unutulmaz acılar yaşanmıştır.
Bu bir bakıma kardeş kavgasıdır ama asla soykırım değildir. Soykırım, Almanların Yahudilere uyguladığı gibi devlet eliyle ve resmi makamlarca işlenilen ağır bir insanlık suçudur. Bizleri töhmet altında bırakmak isteyen olaylarda ise Türkler de en az Ermeniler kadar ızdırap çekmiştir. Adana’nın Haçin Beldesi’nde (Saimbeyli İlçesi) Ermenilerin Türklere karşı giriştiği vahşet halk ağzında Haçın Ağıdı adıyla edebî bir metin olarak günümüze kadar ulaşmıştır.
Osmanlı Hükümeti, güvenlik gerekçesiyle ve gördüğü lûzum üzerine Ermenileri, sınır dışı etmeksizin ülkenin önceden belirlenen yerlerinde tehcire tabî tutmuştur. ABD, Birinci Dünya Savaşına iştirak etmeyen tarafsız bir devlet olarak bölgeye gözlemciler göndermiş, bu gözlemciler özel bir dikkatle gelişmeleri takip edip, durumu ülkelerine rapor etmişlerdir, daha sonra bu raporlar mahkemelerde Türklerin lehine bir belge olarak değerlendirilmiştir.
Tehcir’in olabildiğince devlet nizamına yakışır bir hukuk ve disiplin içinde olması için gerekli idari ve mali önlemler, imkânlar nisbetinde alınmış görevini kötüye kullananlar ve çapul yapanlar Bakanlar Kurulunca (Meclis-i Vükelâ) 14 Aralık 1918’de zorunlu göç sırasında suç işleyenlerin harp divanlarında yargılanmalarına karar verilmiş, yapılan yargılama sonucunda Bekirağa Bölüğünde tutuklu olan aralarında 37 subay, Sivas, Diyarbakır ve Musul eski valilerinin de bulunduğu pekçok kişi ferdi sorumluluklarından dolayı cezaya çarptırılmış bunlardan biri olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey 10 Nisan 1919 Perşembe günü Beyazıt Meydanı’nda asılmak suretiyle idam edilmiştir.
Ne Mondros Ateşkes Antlaşması görüşmelerinde, ne Sevr Anlaşması görüşmelerinde ne de Lozan Konferansında Ermeni soykırımın müzakere konusu yapılmaması bu meselenin çok sonraları Avrupa ve Amerika kıtasındaki diaspora Ermenilerinin bir oyunu olduğunu ortaya koyması bakımından ilginçtir. Sanal ve sözde soykırımın tarihi acaba neden 1515, 1615, 1715, 1815 yıllarına değil de illâ ki 1915 yılına odaklanıyor? Türklerle Ermenileri farklılaştıran etkenler o zamanda vardı. Vardı ama o zamanlar işgalciler kirli ayaklarını Anadolu’nun güneşli, temiz ve cömert topraklarına henüz basmamışlardı. Onların ayaklarını bastıkları her yerde kan ve kin eksik olmaz. Batı Medeniyeti paylaşımcılık değil üstünlük ve verimlilik peşinde olan militarist bir medeniyettir, fetih ahlâkına değil işgal ve sömürü ahlâkına dayanan, kan ve kinle beslenen yoz bir medeniyettir. ABD’nin yetiştirip insanlığa armağan ettiği bir filozofu var mı dünyada? ABD’nin dünyanın jandarması olması için filozofa değil bir film kahramanı olan Rambo tipli militaristlere ihtiyacı var. Dün Cezayir’de Vietnam’da, Bugün Irak ve Afganistan’da yaşananlar batı medeniyetinin tipik özelliklerinin birer ispatıdır.
Avrupa’da ve A.B.D’de, “Biz kimseye kin tutmayız/Kamu âlem birdir bize”, “Yaradılanı sevdik/ Yaradandan ötürü”, “Yetmiş iki milleti bir gör” “Bir tek gönül yıktın ise/ Bu kıldığın namaz değil” diyen bir Yunus Emre yetişmemiştir yetişmesi de mümkün değildir. Batı medeniyetinin çelişkili kalıpları içinde ne yazık ki, bir Mevlâna’nın, bir Hacı Bektaş Veli’nin yetişmesi de mümkün değildir. Batı, en önemli eksiğinin ahlâk eksikliği olduğunun farkına varmadıkça kan, kin ve iftira sarmalından çıkamaz.
Çağımızda dünyanın yaşadığı sıkıntıda en büyük pay batı medeniyetinin tüketim ve haz odaklı, insanı, tüketebiliyorsa çağdaş bir insan olarak gören ve gösteren anlayışından kaynaklanmaktadır. Oysa; Peygamberler insanlığa, bilimi, sanatı, ticareti, sanayi ve teknolojiyi öğretmek için değil her çağda insanlığın en çok gerek duyduğu ve gerek duyacağı şeyi; en büyük değer olan ahlâkı öğretmek ve uygulamak için uğraş verdiler. Batı Medeniyeti bunun samimi şekilde farkına varmadıkça kendi yarattığı sorunları hiçbir çözüme kavuşturamaz.
Dün Ermeni ve Türkler üzerine oynanan kışkırtıcı oyun bugün de sahneye konularak Ermenistan dışındaki Ermeniler Türkiye üzerinde bir ütopya peşine düşürülmüştür. Diaspora Ermenileri denilerek entrikanın bazan aktörü, çoğu zaman da figüranı haline getirilen Ermeniler, diplomasi ve siyaseti hegemonik bir şekilde baskı altında tutarak Ermenistan’daki kardeşlerine de çok büyük zarar vermekte ve Türkiye ile Ermenistan arasında Kerem ile Aslı arasındaki ölümsüz aşk misali olması gereken iyi komşuluk ilişkilerini sürekli zedelemektedirler. Bunu yakın tarihte yurtdışındaki Türk Diplomatların hayatına kast eden saldırılarda gördük. ASALA adlı taşeron terör örgütünün işlediği cinayetlerin kanı hâlâ kurumadı.
Tarihte Ermeniler, Osmanlı Devleti için bu coğrafyada tebâ-yı sadıka (güvenilir yurttaşlar) olup Türklerle köy köy mahalle mahalle yüzyıllardır barış içinde bir arada ortak bir sosyal hayatı paylaşıp güzellikler üreten iki halk olmayı başarmışlardır.
1918 yılında kurulan Ermenistan’ı tanıyan ilk ülke Osmanlı yönetimi olmuş ve o dönemde Ermenistan’da yaşanan büyük kıtlıkta 100 bin ton buğday göndererek Ermenilere komşuluk elini uzatmıştır. Biz iki komşu ülke olarak coğrafyamızın sesine kulak vermeliyiz. Coğrafya, sessiz bir dil kullanır ve bu bağlamda kendisini anlamayanlara küseğen bir tavırla sonu gelmez ıstırap çektirmeyi de çok iyi bilir. Kazananlar uzlaşanlardır sözünün hükmü ve hikmetinin anlamı iyi bilinmelidir. Bu söze kulak tıkayanların yol açtığı acı örnekleriyle doludur.
Milletler açısından gelecek, en az geçmiş kadar önemlidir. Emperyal odaklar ve işbirlikçileri gölge etmesinler, her şeye rağmen biz Ermenilerle sorunlarımızı çözeriz. Yeter ki Ağrı Dağı için şairane sözler söyleyebilelim. Ağrı Dağı’nın bizi ayıran ve ayrıştıran değil kucaklaştıran simgesel yönüne vurgu yapalım Unutmayalım ki İnsan dağa ne söylerse dağ insana onu söyler. Güneşin sütünü emmiş, kadîm geçmişi ve gökçe geleceği olan birbiri üzerinde tuz ekmek hakkı olan sorun çözme kültürü yüksek iki komşu halkız.
Boynumuza asılmak istenen hukuk dışı, ahlak dışı kin ve iftira ürünü iğrenç sanal soykırım yaftasını müfterilerin boynuna asmak için milli bir siyâsetle, engin bir ferâsetle, yılmaz bir metânetle, dün işgal zincirini kıran ecdadın torunları olarak kutlu toprağımızda hiçbir soykırım olayının yaşanmadığını Kerem ile Aslı’nın temiz aşkı adına Ağrı Dağı’nın karlı zirvesinden dünyaya haykırmamız gerekiyor.
-------------------------------------------
Turhan ŞAHİN
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı
DİYİH Genel Müdürlüğü Emek/ANKARA
Tel: iş 0 312 296 65 99
-----------------------------------------
HAÇIN AĞIDI
Haçin, Adana iline bağlı Saimbeyli ilçesinin eski adı olup ilçeyi Fransız işgalinden kurtaran ve daha sonra Çukurovadaki Fransız varlığını yurttan atmak için giriştiği bir garnizon baskınında şehit düşen Kaymakam Saim Bey’in hatırasını sürekli canlı tutmak için Haçin kazasının ismi Saimbeyli olarak değiştirilmiştir.
--------------------------------------------
HAÇIN AĞIDI
Şu Haçın’ın dağlarına
Lale sünbül bağlarına
Gine figanlar kopuyor
Kanberlinin beylerine
Haçında (...) kan pazarı
Var mı kitapta yazarı
Ben Haçını gezeceğim
Nerde şehidler mezarı
Kardaşımın adı Mehmed
Şu gavura edin minnet
Ben Allah’a güvenirim
İnşallah mekanın Cennet
İleri gel dezem kızı
Elimin bir tek değneği
Sayıları kaynatmışlar
Ete yapışmış gömleği
Bizde de vardı kardaş
Aleme sallardı zavur
Sayıları hep toplamış
Camsaroğlu koca gavur
Baş ucumda geziyorlar
İfademi yazıyorlar
Ayan olsun Tufan Beyim
Sağ adamı yüzüyorlar
Haçına da geldi paşa
Sarığın doladı daşa
Bir saatçık mühlet verin
Yaşa Tufan Beyim yaşa
Yağ kazanını kurdular
Çocukları kaynattılar
Gün görmeyen hanımları
Süngü ile oynattılar
Genco Çavuşu yüzdüler
Özne gibi öğe öğe
Başkatibi öldürdüler
Değnek ile döğe döğe
Hançer bıçak açıcılar
Şimdi bizi kesiciler
Ayan olsun Yaşar Beyim
Oruçlu’yu basıcılar
YORUMLAR
Milletler açısından gelecek, en az geçmiş kadar önemlidir. Emperyal odaklar ve işbirlikçileri gölge etmesinler, her şeye rağmen biz Ermenilerle sorunlarımızı çözeriz. Yeter ki Ağrı Dağı için şairane sözler söyleyebilelim. Ağrı Dağı’nın bizi ayıran ve ayrıştıran değil kucaklaştıran simgesel yönüne vurgu yapalım Unutmayalım ki İnsan dağa ne söylerse dağ insana onu söyler. Güneşin sütünü emmiş, kadîm geçmişi ve gökçe geleceği olan birbiri üzerinde tuz ekmek hakkı olan sorun çözme kültürü yüksek iki komşu halkız.
Boynumuza asılmak istenen hukuk dışı, ahlak dışı kin ve iftira ürünü iğrenç sanal soykırım yaftasını müfterilerin boynuna asmak için milli bir siyâsetle, engin bir ferâsetle, yılmaz bir metânetle, dün işgal zincirini kıran ecdadın torunları olarak kutlu toprağımızda hiçbir soykırım olayının yaşanmadığını Kerem ile Aslı’nın temiz aşkı adına Ağrı Dağı’nın karlı zirvesinden dünyaya haykırmamız gerekiyor
TEK KELİMEYLE HAKLISINIZ..ANLAMLI YAZINIZ İÇİN SİZE MİNNETTARIM..SEVGİ VE SAYGILAR..