- 976 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
AŞK YA DA VATAN (Kara Kartal'dan)
“Bir yüce sevdadır içimde, adı Türkiye’m,
Kalbime nakşolmuş asla vazgeçemem,
Kahrolup, dönmemi bekleme annem,
Kutsalıma el uzatanı yok etmeden gelemem.”
Anadolu’nun unutulmuş bir köşesinde; dar bir vadi içinde akan dere boyunca uzanan ince, bozuk patika yolda bir adam yürüyordu koltuk değnekleriyle. Yolun sonunda bir köy göründü. Köy, taştan yapılmış toprak damlı birkaç evden ibaretti. Evler yol boyunca uzanıyordu. Köyün dar, çamurlu yolunda oynayan çocuklar oyunu bıraktılar. Yolun başında beliren koltuk değnekleri yokmuşçasına dimdik yürüyen, sarışın, mavi gözlü, 1.95 boyunda dev gibi adama meraklı bakışlarla bakıyorlardı.
Havlayan köpekler susmuştu. Çalı-çırpıdan yapılmış çitlerin çevrelediği bahçelerin kapısında bir nöbetçi edası ile durup, adam gibi adamı gözleri ile takip etmeye başladılar. Kahvenin önünde tütün saran ihtiyarlar ayağa kalkıp, sağ ayağı diz kapağından kopuk mağrur yabancıyı başları ile selamladılar. Dev adam yürümeye devam ederken, ihtiyarlara aynı şekilde başı ile karşılık verdi.
Yabancı aynı vakar içinde köyün çıkışında bulunan mezarlığa doğru yürüyüşüne devam etti. Mezarlık kayalık tepenin hemen altında, ince bir pınarın aktığı, içinde söğüt ağaçları ve meşe ağaçlarının bulunduğu bir yer idi.
Dev adam başucunda bir Türk bayrağının dalgalandığı, taze olduğu toprağından anlaşılan mezara bakışlarını çevirdi. Mavi gözleri bulutlandı, aydınlık yüzü acıyla buruldu, yanaklarından iki damla gözyaşı süzüldü. Ağlıyordu dev adam, yüreği kanıyordu. Mezarın yanı başında yeni bir mezar daha vardı. Mezarın üstünde de gelinlik. Yaralı yüreği daha da kanadı. Ellerini açtı Fatiha okudu mezarda yatanlara.
“Tanır mıydın şehit oğlumu?” diye soran sese doğru döndü. Bir anaydı gelen, siyah bir başörtü vardı başında, kınalı elleri ile şehit mezarının üzerine eğildi. Toprağını okşamaya başladı, oğlunu bağrına basmışçasına.
Acıyla yutkundu mavi gözlü, sarışın dev. Boğazı kurumuş, dili tutulmuştu. Tanımak mı? Az şeyler mi yaşamışlardı birlikte? Az şey mi paylaşmışlardı? Sonra o gün, cehennemi bir kahpe ateşinin, bir kahpe tuzağının içine düştükleri o gün. Nasıl da ileri atılmıştı Baran Uzman, yoğun ateş altında kalan ve yaralanan Edirneli Hüsmen Onbaşıyı almak için. Kendisi destek atışı yaparken, parlayan bir ışık görmüş, bir kayanın ardında mevzilenen tim elamanlarını roketlemek isteyen haini tek atışta vurmuştu. Ancak; hain son anda tetiğe dokuna bilmişti. Hedefi bulmayan Roket 10-15 mt. yukarıda bir kayanın üstünde patlamıştı.
Toz duman içinde Baran Uzmanın yere düştüğünü fark etmişti. Başından yara almıştı, yüzü kan içindeydi. Göz göze geldiler. “Kurtar beni Komutanım, Zeynep’im beni bekler” der gibiydi Baran Uzman. O an hiçbir şey düşünmeden kendini ileri attı. Ancak; bir patlamayla yere düştü, mayına basmıştı. Yanına varamadı Baran Uzmanın. “Ah, kopmasaydı o bacak, kopmuştu işte.” Kurtaramamıştı silah arkadaşını, can yoldaşını.
Bir Helikopter sesi duydu. Sonrası bir boşluk. Kendine geldiğinde hastanede idi. Silah arkadaşlarının Şehit düştüğünü öğrenince kopan bacağının acısını unuttu. Doktorlarının takacakları protez bacağı beklemeden insan üstü bir gayretle ayağa kalktı. Yollara düştü, o Yiğitlerle son bir defa vedalaşmak, her çatışmadan önce yaptıkları gibi yeniden helalleşmek için.
Yutkundu; söyleyemedi, anlatamadı oğlunun kahramanlığını annesine. Zaten annenin bunları dinleyecek hali yoktu. İki mezar arasına oturmuş, mezarların toprağını usul usul okşuyordu. Bir taraftan da anlatıyordu.
“Ben her gün bu vakitler gelirim, koklaşıp konuşurum Baran’ımla, yarenlik ederim Zeynep’imle.” Yüreği daha bir titredi sarışın devin. Demek yanı başındaki mezar Baran Uzmanın nişanlısı Zeynep’e aitti. Bir türlü kavuşamadığı Zeynep’e şimdi kavuşmuştu.
Döndü suskun suskun, anneyi çocuklarıyla baş başa bırakmak için çıkışa doğru yürüdü. “Hakkını helal et Baran Uzmanım, sana yardım edemedim. Zeynep’ine kavuşmanı sağlayamadım. Beni affet, varsa bir hakkım, benden yana helal olsun” diye mırıldandı.
“Güle güle Komutan, Baran’ım da sana hakkını helal ediyor” diyen annenin sesiyle irkildi, geri döndü. İnce bir yağmur çiselemeye başlamıştı. Anne ayaktaydı, bir yanında sanki beyaz bulutlar içinde kamuflajlı elbisesi üstünde, başın da bordo beresi, nur kaplamış yüzüyle Baran Uzmanı, diğer yanında bembeyaz gelinliğiyle Zeynep’i görür gibi oldu. Üçü birden el sallıyordu gülümseyerek kendisine.
Mezarlığa kadar peşi sıra gelen çocuklar “Güle güle komutan, güle güle” diye bağrışıyordu. Köyün çıkışında nöbet tutan iki korucu esas duruşa geçmişti. İhtiyarlar hiç konuşmayan ihtiyarlar “Güle güle komutan, bu vatan size minnettar” diyerek uğurladılar sarışın, mavi gözlü, dev yürekli komutanı. Komutan daha da dikleşti. Daha da bir sıklaştırdı tammışçasına, hiç bir eksik yokmuşçasına adımlarını.
Öyle ya, daha çok yolu vardı gidilecek. Birçok silah arkadaşı vardı. Hiç ölmeyen, hep yaşayan o Kahraman Şehitler yolunu gözlemekteydi. Anadolu’nun birçok yerinde bu Vatanı kendi aşklarına tercih eden kim bilir kaç Baran’lar, kaç Zeynep’ler komutanlarını beklemekteydi? Alperen KARAKARTAL