- 798 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yoklar Köylü Salih -1-
Ne zaman şehirlerarası bir yolculuk yapsa, uzaklardaki üç beş ışığa takılır gözü. İrili ufaklı köylerin ışıklarıdır onlar. Otobüsün perdelerini aralar, uzun uzun seyreder ve derin düşüncelere dalar. “Kim bilir nasıl yaşıyorlardır oralarda? Neler yapıyorlardır şu an? Kimileri oturmuşlardır yer sofrasının etrafına, kaşık sesleri çınlatıyordur odayı. Kimi hayvanlarının akşam yemlerini verip, paçalarına yapışan samanları temizliyordur henüz. Kimi genç kızdır, yavuklusu için işleyip, hayalleriyle süslediği mendili kokluyordur. Kimi yıllardır cebinden eksik etmediği sigarasını tüttürüp, ciğerleri sökülürcesine öksürüyor ve kendi kendine “bırakamadım şu mereti, bunu icat edenin atası anası ölsün” diye söylene söylene, kahvehanenin yolunu tutuyordur. Kimi hasta anasının başucunda diz çökmüş, “hatırını alıp”, bir öpücük konduruyordur yanağına. Kimi askerdeki oğlunun şu anda neler yaptığını düşünüyordur. Kimi gelin olacak kızının, kimi gelin alacağı oğlunun, eksik olan çeyizlerinin tamamlanması için ne yapacağının hesabını tutuyordur. Yarın okula gidecek olan çocuklarını uyutmakla meşguldür kimileri. Kimileri onlara vereceği harçlığın hesabını yapıyordur, olmayan bütçeleriyle. Kiminin aşı kıttır, kiminin eşi ondan önce göçüp gitmiş, tek başına yaşamaktadır koca hanede” diye düşünerek, devam eder yolculuğuna. Birazdan, düşlediği o köylerin ışıkları görünmez olacak. Yeni ışıklar belirecek uzaklarda. Köylerimizin hepsi bir birine benzer. O köylerde yaşayanlar da… Yaz mevsiminde pazara götürerek sattıkları; üç beş marul, beş on bağ taze soğan, bir miktar yeşillikten kazandıkları bir kaç kuruştan başka eli para görmeyen, soluk yüzlü, eli nasırlı ama şükürlü, kanaatkâr, vefakâr, cefakâr, çileli ama mutlu, “gözleri ile yürekleri aynı noktaya bakan” analarımızın, babalarımızın, hepimizin köyleri.
Adı Salih. O da Konya’nın; doktordan, hemşireden, ebeden yoksun; tek katlı, arka kısmında hayvanların barındığı, ön kısmında insanların yaşadığı, iki odalı, küçücük pencereli, taş duvarlı, toprak damlı evleri olan bir köyünde, 1959 yılında doğmuştu. Salih doğmadan iki ay önce askere gitmişti babası. 24 ay süren askerliğini bitirdikten sonra köye uğramadan, ilk çocuğuna kavuşmanın sevincini bile yaşayamadan, İzmir’e hamallık yapmaya gitmişti. Beş parasız gelmek istememişti köye. İzmir’de üç beş ay çalışıp, biraz para kazanıp, öyle dönmeyi düşünmüştü. Köye geldiğin de Salih üç yaşına girmişti. Babası İzmir’den döndükten sonra alabilmişlerdi nüfus kâğıdını. Salih’in doğduğu yıllarda köylerinde su yok, elektrik yok, telefon yok, yol yok, okul yoktu. Eşeklerin kara sabana çifte koşulduğu yıllardı o yıllar. (Hoş, hala da koşulmaktadır ya.) Kısaca, “Yoklar Köyü” idi Salih’in köyü.
Yoklar Köyü’nde ilkokul binasının inşaatına başlandığı yıl 1965 idi. O tarihten önce okul yüzü gören olmamıştı köyde. O yıllarda, köye kırk yılda bir vasıta gelirdi. Bütün çocuklar gelen vasıtanın peşine takılır, ardından koşarak yarış ederlerdi onunla. Bir yaz günü öğlen vaktinde, kazma ve kürek yardımıyla yapılmış olan ve köyü nahiyeye bağlayan yoldan, motosikletli bir yabancı geldi. Salih ve köyün diğer çocukları motosikletin peşine takılıp, odanın önüne kadar koştular. Gelen yabancı; takım elbiseli, kravatlı, siyah saçlı, uzun boylu, iri yapılı, oldukça yakışıklı, konuşması köylülerin konuşmasına benzemeyen bir babayiğitti. Salih ve arkadaşları meraklı gözlerle seyrederlerken, o, “derhal muhtarı çağırın bana” diye seslendi. Muhtar kısa bir süre sonra geldi. Eline aldığı kasketi göğsünün üzerine kapatarak; “buyur efendi oğlum, beni istemişsin” dedi. Öğretmen de ona döndü ve “Ben öğretmenim. Adım Muzaffer Öner. Devlet beni köyünüze öğretmen olarak görevlendirdi” dedi. Sonra döndü, Salih’in başına elini koyarak “kaç yaşındasın sen?” diye sordu. Utana sıkıla “altı” diyebildi Salih. Öğretmen tekrar muhtara dönerek, “köyünüzde bu çocuğun yaşında ve bu çocuktan daha büyük yaşlarda ne kadar çocuk varsa, hepsini yarın bu saatte, anaları, babaları ve nüfus kâğıtlarıyla birlikte köy odasında hazır olarak görmek istiyorum. Biliyorsunuz, okulumuzun temeli yeni atıldı. Ama biz şimdilik okul olarak köy odasını kullanacağız. Yeni okul binamız biter bitmez de oraya taşınacağız” dedikten sonra, motosikletine bindiği gibi, yine tozu dumana katarak köyden ayrıldı.
Salih dördüncü yaşına girdiğin de, babası tekrar İzmir’e hamallık yapmaya gidecekti. Zaten, Yoklar Köyü’nün insanları her yıl İzmir’e hamallık yapmaya gider, orada üç ay çalışır, sonra köylerine geri dönerler ve kazandıkları paralarla dokuz ay geçinirlerdi. Sağlıklı bir ortamdan mahrum olarak yaşayan diğer çocuklar gibi, Salih de bir gün ciğerlerini üşütmüş ve o günden sonra sürekli olarak öksürür olmuştu. Babası İzmir’e onu da götürüp, hem tedavisini yaptıracak, hem de hamallık yapıp, biraz para kazanıp geri dönecekti. Öyle de yaptı. Aklının dünyaya yeni yeni ermeye başladığı yaşında; denizi, otomobilleri, otobüsleri, kamyonları, trenleri apartmanları görmüştü Salih. Bu görüntüleri üç dört aylık bir zaman diliminde “kısa metrajlı” bir film gibi hafızasına nakşetmişti. Hayatının bundan sonraki bölümünün nasıl şekilleneceğini bu görüntüler belirleyecekti. Köye döndükten sonra, o filmi tekrar tekrar izliyor, sonra da köydeki arkadaşlarına anlatıyor, onlar da anlatılanları can kulağıyla ve imrenerek dinliyorlardı. Salih, İzmir’e yaptığı yolculuğu ve orada geçen yaşamını hücrelerine kadar hissediyor, anlatmaktan ve o anları yeniden yaşamaktan zevk alıyordu. Çünkü köyde hayat çok zordu. Her yaştan insan, kaldıramayacağı kadar ağır yükler yüklenmek zorundaydı. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanılıyor, gece yarılarına kadar belki de onlarca çeşit iş yapılıyor ama karşılığında bir tek kuruş bile olsun para kazanılamıyordu. Hâlbuki İzmir öyle miydi? Orada otomobiller vardı, apartmanlar, gemiler, trenler vardı. Bunlar hep para ile alınabilen şeylerdi. Orada yaşayanlar da, tıpkı Salih’in köyünde yaşayan insanlar gibi insanlardı. Ama onların evleri köydekilere hiç benzemiyordu. Yolları da benzemiyordu köydeki yollara. Oradaki evlerin içinde, borulardan sular akıyor, bir düğme ile odalar aydınlanıyor, telefonlar vasıtasıyla çok uzakta olanlar bile bir birleriyle konuşabiliyorlardı. İzmir’dekiler gibi yaşamak, onlar gibi konuşmak, onlar gibi giyinmek için, bu köyden ayrılıp “İzmir’e gitmek” ve orada yaşamak gerekiyordu. Pekâlâ, bu nasıl gerçekleşecekti? Elbette okula giderek, okuyarak, “öğretmen olarak” gerçekleşebilecek şeylerdi bunlar. Dört yaşında izlediği “İzmir Filmi”, onu böyle düşünmeye sevk ediyor, hırslandırdıkça hırslandırıyor ve bundan sonraki hayatına yön verecek görüntüler oluşturuyordu kafasında.
Salih o gece hiç uyumamıştı. Sürekli olarak, köye gelen öğretmeni düşünüyor, okula başlayacağı günü hayal ediyordu. Öğretmenin köyden ayrıldığı günün gecesini hiç bitmeyecek sandı. O gece sürekli olarak hafızasındaki “İzmir Filmi”’ni izledi. Kısa aralıklarla uykuya daldığında da, bir otobüse biniyor, benzin istasyonlarını, telefon direklerini ve direklerdeki fincanları hayranlıkla seyrederek, İzmir yolculuğu yapıyordu. Uzak dağlardaki üç beş ışıktan ibaret köylerde yaşayan milyonlarca Salih’i görüyordu rüyasında. Zaman zaman da bir motosiklete binip, tozlu topraklı yollarda ilerliyor ve uğradığı köylerde muhtarı çağırıp, “çocukları köy odasına toplamasını” tembihliyordu. Uyandığında ise, “acaba onlar da bir bahaneyle İzmir’e gidip, benim gördüklerimi görebilecekler mi, benim duygularıma sahip olabilecekler mi” diye düşünüyordu.
Sabah olunca, bir gün önce köye gelen; takım elbiseli, kravatlı, siyah saçlı, uzun boylu, iri yapılı, oldukça yakışıklı, konuşması köylülerin konuşmasına benzemeyen babayiğit adam, tekrar geldi köye. Salih’in babası yine hamallık yapmak üzere İzmir’de bulunduğu için, annesi ile birlikte gittiler köy odasına. Heyecandan nefesi kesilecek gibi oluyor, hıçkırıklara tutuluyor, derin derin nefesler alıyordu. Artık “İzmir Filmi”nin gerçek bir oyuncusu olmak için ilk adımını atmak üzereydi. Köy o tarihte 50 haneli bir köydü. Köy odasına da 50 ile 60 arasında çocuk toplanmıştı. Öğretmen tek tek herkese sorular soruyor, ellerindeki nüfus kâğıtlarını inceliyordu. Sıra Salih’e geldi. Titreyen elleriyle nüfus kâğıdını öğretmene uzatırken, gözlerini gözlerinden alamıyor, Onu hayranlıkla izliyordu. Öğretmen, çok sayfalı nüfus kâğıdının sayfalarını çeviriyor, bir yandan da Salih’i süzüyordu. Bir anda kaşları çatıldı. Gözlerini aşağıdan yukarıya doğru Salih’in üzerinde gezdirmeye başladı. Kısa paçalı ve askılı bir pantolon, yakasız bir gömlek ve yırtık çoraplı bir çocuğun mahcubiyeti ile Salih de Ona bakıyordu.“Sen kaç yaşındasın?” diye sordu. Daha önceki günlerde annesine sorduğu sorulardan aldığı cevaplara güvenerek ve kısık bir sesle “altı” diyebildi Salih. “Hayır, sen daha üç yaşındasın, nüfus kâğıdında böyle yazıyor. Bu yaşta seni okula alamam. Biraz daha büyümen lazım” dedi. Hâlbuki Salih, “ana ben kaç yaşındayım, ne zaman doğdum?” diye her sorduğunda anası; “guzum; Ali, Sen, Süleyman, Iramazın hepiniz aynı sene içinde doğdunuz. Siz doğduğunuz da “çok çana” gar yağdıydı. Damlarımızın gardan çökeceğini sandıydık. Hem o sene gış o gadar ağır geçti ki, hayvanlarımıza yiyecek dahi bulamadıydık. Canavarlar bile dağda yiyecek bulamayınca köye indiydiler. Bizim bir ala geçimiz vardı, onu ve gomşumuzun birkaç goyununu parçaladıydılar. Hepiniz o zaman doğdunuz.” diye anlatırdı. Ama öğretmen; Ali, Süleyman ve Ramazan’ın okul kayıtlarını yapıyor, Salih’i ise geriye gönderiyordu. “Sen daha küçüksün, kâğıtta böyle yazıyor” diyordu. Anası mı yanlış biliyordu, yoksa kâğıtta yazılanlar mı yanlıştı, bir türlü anlam veremedi. Diğerlerinin babaları, onlar doğduklarında askerde olmadıkları için, doğdukları yıl nüfusa kayıt ettirmişler meğer. Salih şaşkınlık içindeydi. Başını kaldırıp anasının yüzüne baktı, sendeledi, düşecek gibi oldu. Gözyaşları yanaklarına doğru süzülmeye başladı. Dudaklarını büzdü. Nefesinin kesildiğini, dizlerinin büküldüğünü, sesinin boğazına düğümlendiğini hissetti. Hıçkıra hıçkıra çıktı odadan.
Köyde okuma yazma bilen üç dört kişiden birisiydi Salih’in babası. Diğer iki amcası da biliyorlardı okumayı ve yazmayı. Askerde öğrendiklerini Salih’e de öğretmişlerdi. Sonradan duyuldu ki, öğretmen kayıtlarını yaptığı öğrencilerden A,B,C, harflerini ve daha fazlasını tanıyabilenleri direk olarak ikinci sınıftan başlatmış. Bunu duyan Salih bir kez daha kahrolmuştu. Ondan sonraki yıl, nüfus kaydına göre henüz dört yaşında olmasına rağmen, (geçen bir yıllık sürede Salih’in namını da duymuş olacak ki) altı yaşına girmesini beklemeden okula kaydetti. Yeni okul binası da tamamlanmış ve orada başlamıştı okula. Bir önceki yıl kayıt olan arkadaşlarının bir kısmı, şimdi üçüncü sınıftaydılar. Salih ise okuma yazmayı bildiği halde, birinci sınıftan başlamıştı okula.
Yıllar çok çabuk geçti. Salih İlkokulu birincilikle bitirdi. Öğretmeninin ve babasının teşvikiyle, devlet parasız yatılı sınavlarına katılmaya karar verdi. Sınav kayıt günü gelip çatmıştı. Kayıt yaptırmak için önce yaya olarak nahiyeye, sonra da otobüs ile ilçeye gidecekti. Köyünde, nahiyeye gidecek bir traktör dahi yoktu. Gece saat 03.00’de babası ile birlikte kalktılar ve köyün üstündeki tepeye kadar yürüdüler. Bir müddet sonra babası Salih’e dönerek; “oğlum biliyorsun benim seninle gelme imkânım yok. Hayvanlarımız evde yiyecek bekliyor. Onları dağa götürmem lazım. Ben buraya bir ateş yakacağım. Eğer korkarsan, dön ve ateşe bak. Bu şartlarda tek başına gidebilir misin?” diye sordu. Köyden nahiyeye yaya olarak bir saatte gidilebiliyordu. Bugüne kadar kurduğu hayallerin gerçekleşmesi, bu zor şartlarda bile nahiyeye ulaşmasına bağlıydı. Geceydi, çok karanlıktı ve henüz 12 yaşındaydı. Korkuyordu. O yaştaki bir çocuğun yapabileceği bir şey değildi bu. Ama imkânsızı başarmak zorundaydı. Bütün cesaretini toplayarak, babasına döndü ve titrek bir sesle “giderim babacığım” dedi. Babası ağlayacak gibi oldu. Boğazına bir şey düğümlendi ama belli etmedi. Eğildi ve Salih’in yanağından öptü. “Oğlum, hiç korkma. Ateşi hiç söndürmeyeceğim” diyebildi. Salih, meşe ağaçlarının çevrelediği toprak yoldan, kısa ama hızlı adımlarla yola koyuldu. Ayakkabıları lastiktendi. Uçları da hafif delinmişti. Biraz da “bol geliyordu” ayaklarına. Yere bastıkça “pat pat” sesleri gecenin sessizliğini bozuyordu. Beş on adım atıyor ve dönüp geriye doğru bakıyordu. Ateşin yandığını gördükçe rahatlıyor ve tekrar önüne dönüp nahiyeye doğru ilerliyordu. Yol üzerinde oldukça büyük bir tepe vardı. Ateşin görünmesini engelliyordu. Bir an önce tepenin ilerisine geçip, ateşi görmek istiyordu. Adımlarını daha hızlı atmaya başladı. O ilerledikçe tepe yükseliyordu sanki. Geri dönüyor, ateşe bakıyor ama göremiyordu. Hâlbuki tepeyi çoktan aşmış olmalıydı ve ateşi görebilmeliydi artık. Babası, Salih’in ayak sesini bir müddet dinlemiş ve duyulmaz olunca da köye geri dönmüştü. (Salih bu durumu akşam eve döndüğünde öğrenecekti), Bu arada ateş sönmüş ve görünmez olmuştu. Ama nahiyeye de yaklaşmıştı artık.
Yaşadığı korkular yavaş yavaş yok oluyordu ki, aşağıdan kendisine doğru gelen bir karaltı gördü. Büyük ihtimalle bu bir köpekti. Salih onu kurt sanmıştı. Bir an için geri dönmeyi düşündü. Sonra hemen toparladı kendini. “Hayır” dedi. “Geri dönersem sınav kaydımı yaptıramam ve tıpkı babam gibi, ömür boyu sefalet içinde yaşarım” diye mırıldandı. Hem geri dönse bile, kurt yine yakalayabilirdi. İleriye doğru gitmeliydi. Bir anda cesaretlendi ve nahiyeye doğru koşmaya başladı. “Daha hızlı, daha hızlı, daha hızlı koşmalıyım. Belki beni yakalayamaz ve hedefime ulaşmış olurum. Yakalarsa da, hiç olmazsa, bir amaç uğruna ölürüm” diye söylendi. Nefes nefese kalmıştı. Ama hedefine de ulaşmıştı. İşte nahiyenin içine girmişti bile. Sabah olmak üzereydi. İnsanlar evlerinin ışıklarını yakmaya başlamışlardı. Kâbus bitmişti. Salih otobüse bindi, ilçeye gitti, kayıt işlemlerini yaptırıp geri döndü.
Sonraki aylarda, girdiği iki aşamalı Devlet Parasız Yatılı sınavının ikisini de kazanmıştı. Okuyacağı okula kaydını yaptırmak için 1972 yılının Eylül ayında, bu kez babası ile birlikte, nahiyeye gitmek üzere köyden ayrıldılar. Nahiyeye geldiklerinde otobüs hareket etmek üzereydi. Bindiler ve ilçeye doğru yola çıktılar. Otobüste Salih ve babasından başka altı yolcu daha vardı. Bunların dördü; tıpkı Salih gibi okul kaydını yaptırmak için ilçeye giden iki öğrenci ve onların babalarıydı. Diğer iki kişi de şoför ve otobüsün sahibiydi. Otobüs bir müddet yol aldıktan sonra yolun kenarında bekleyen yolcuları almak üzere durdu. Onlar binmediler. Otobüs tekrar hareket etti. Bir müddet gitmişti ki ön taraftan; “yüz yap, bin yap, yüz yap bin yap!” şeklinde şoföre talimat veren bir ses duyuldu. Meğer otobüsün sahibi; arkadan gelen ve kendilerini geçmek isteyen bir başka otobüse yol vermemesi için şoförü ikaz ediyormuş. Nahiyeyi ilçeye bağlayan yol, kumla kaplı ve daracık bir yoldu. Bu yüzden de öndeki aracı sollamak çok tehlikeliydi. Salih’in içinde bulunduğu otobüsün şoförü hızlandıkça hızlanıyor, arkadan gelen otobüsün şoförü ise geçmek için kornaya basıyor ve ısrarla yol istiyordu. Sonradan öğrendik ki, arkadan gelen otobüsün şoförüne, o çevrede “Deli Memet” derlermiş. “Deli Memet”’in otobüsü iyice yanaştı ve iki otobüs yan yana geldiler. “Bas gaza, yüz yap, bin yap!” sesleri artarak devam ediyor, şoför de bu talimata kayıtsız ve şartsız boyun eğiyor, “gaza bastıkça” basıyordu. Salih’in babası ve diğer yolcular şoförü ikaz ediyor, diğer otobüsün geçmesi için izin vermesini istiyorlardı. Yolcuların bağrışları ile otobüslerin gürültüsü bir birine karışıyordu. Salih’in içinde bulunduğu otobüs sağ tarafa devrilecek gibi oldu önce. Sonra düzeldi ve yarışa devam edildi. Daha sonra acı bir fren sesi duyuldu. Önce sarsıldılar, sonra otobüs sağ tekerlerinin üstüne doğru yükseldi, korkunç bir gürültü ile birlikte takla atmaya başladı. Ortalık bir anda karardı. Her yer toz duman içinde kalmıştı. Salih’in babası ve diğer çocukların babaları; “yavrum, oğlum, Salih’im!” diye bağırıyorlar, çocuklar da bu seslere “baba, babacığım!” diyerek karşılık veriyorlardı. Bir müddet sonra şoförün bulunduğu taraftan küçücük bir ışık huzmesi göründü. İnsanlar oradan dışarı çıkmaya çalışıyorlardı. Salih de o tarafa yöneldi. Zar zor ulaştı ışığın bulunduğu yere. Bir hamle yaptı ve dışarı çıktı. İlk önce babasını aradı gözleri. Babası da o delikten biraz önce dışarıya çıkmış, Salih’i arıyordu. “Baba!” diye selendi Salih. Babası geri döndü ve hızla koşarak Salih’i kucakladığı gibi havaya kaldırdı. Babasının üzerindeki ceketin dış kısmı tamamen yanmış, sadece astarı görünüyordu. Meğer üzerine akünün asidi dökülmüş, hafif şekilde elleri ve yüzlerinde de yanıklar oluşmuştu. “Oğlum, bir şeyin var mı?” diye sordu babası. Salih’in kaburgalarında hafif bir ağrı vardı. Elleriyle kaburgalarının bulunduğu kısmı göstererek, “babacığım şuram acıyor” diyordu. Diğer yolcuların tamamı otobüsten dışarı çıkmışlardı. Hiç birinin de önemli bir problemleri yoktu. Fakat şoför ve şoförü galeyana getiren şahıs ortalıkta görünmüyordu. Meğer her ikisi de otobüsün ön camının kırılmasıyla dışarıya doğru fırlamışlar ve çerçeve ile motorun arasına sıkışıp kalmışlardı. (İlahi adalet bu olsa gerek.) Şükür ki, onlar da, kazaya neden olan diğer otobüsün yolcularının yardımıyla, sıkıştıkları yerden kurtarılıp, hastaneye götürülmek üzere yola çıkarıldılar. Salih ve diğer yolcular, kaza mahalline sonradan gelen araçlar vasıtasıyla Seydişehir’e taşındılar. Oradan Konya’ya, Konya’dan da sınavını kazandığı okulun bulunduğu Ereğli İlçesi’ne gittiler. Sonradan öğrenildi ki, hastaneye götürülen yolcular da birkaç günlük tedavinin ardından taburcu edilmişler. Salih’in ağrıları ise kendiliğinden iyi olmuştu.
İvriz İlk Öğretmen Okulu Ereğli’ye 12 kilometre uzaklıktaydı. Bir dolmuşa binip okula vardılar. Okul, Köy Enstitüsü olarak kurulmuştu. Daha sonra İlk Öğretmen Okulu’na dönüştürülerek bu statüde devam etmişti öğretim hayatına. Dershane binası, spor salonu, onlarca yatakhane, onlarca lojman, mescit, iş atölyeleri, yiyecek depoları, hayvan barınakları, tarım alet ve makineleri ve daha birçok bölümden oluşan küçük bir kasabayı andırıyordu. Salih bu okula ikinci defa geliyordu. Okula kayıt hakkını kazandığı sınavın birincisini, kendi ilçesi olan Seydişehir’de, ikincisini de, bir ay kadar önce bu okulun spor salonunda olmuştu. Vakit, o zaman gündüz, şimdi ise geceydi. Gecenin karanlığı yetmiyormuş gibi, elektrikler de kesikti. Daha önceden orada okuyan ve Salih’in babasının bir tanıdığının oğlu olan Muzaffer’i buldular. Doğru yatakhaneye gittiler. Yatakhane çok büyük bir salondan ibaretti. İçinde sıra sıra dizilmiş çift katlı ranzalar vardı. Cam kenarlarında mumlar yanıyor, öğrenciler de ranzaların arasında oradan oraya koşuşturuyorlardı. Kimin nerede yatacağı belli değildi. Muzaffer, Salih ve babasına dönerek; “ileride üç kilometre uzaklıkta, Sarıca Köyü diye bir köy var. Orada benim bir arkadaşım var. Onlarda misafir olur, sabah da buraya geliriz. Sabah ola hayrola” dedi. Öyle de yaptılar. Ertesi gün Salih’in kaydını yaptırdıktan sonra babası köyüne geri döndü.
İlk Öğretmen Okuluna ilk adımını attı Salih. Daha kayıt yaptırdığı gün tavandaki lambalar ve duvardaki düğmeler ilgisini çekmişti. Birkaç gün sonra okulun bodrum katındaki çay ocağına inen merdivenin yan tarafında, yetişebileceği yükseklikteki bir elektrik düğmesi gördü. Düğmeye uzandı ve açıp kapatmaya başladı. Düğmeyi bir aşağı, bir yukarı oynatıyor, tavandaki lamba da bir yanıyor, bir sönüyordu. Bunun nasıl olduğuna bir türlü anlam veremiyordu. Ama bundan da büyük bir zevk alıyordu. Köyünde böyle bir şey yoktu. Gaz lambasının deposuna gaz yağını doldurursun, fitilini de kibritle ateşleyip, camını da taktın mı iş biterdi. Ama burada, duvar üzerinde, bir birinden bağımsız, bir düğme, tavanda da bir lamba vardı. Düğmeyle oynayınca lamba yanıyor ve sönüyordu. Bunu anlamak mümkün değildi. Bir müddet daha yakıp söndürmeye devam etti lambayı. Bir anda üzerinde bir gölge belirdi. Büyükçe bir el omzundan kavradığı gibi havaya kaldırdı. Kafasını çevirip baktığında iri yapılı, kasketli bir adam gördü arkasında. Adam hiç konuşmadan sürükleye sürükleye üst kata çıkardı onu. Bir odanın kapısını açtı ve “işte buydu” diyerek içeriye ittirdi. Salih sendeledi, düşmemek için zor zapt etti kendini. Üstünü başını düzeltti ve kafasını kaldırdı. Karşısında, kıvırcık ve uzun saçlı, heybetli bir adamın oturduğunu gördü. onun karşısında da beş altı tane kız öğrenci vardı. Adam, Salih’in omzundan tutup, defalarca duvara çarparak, bir eliyle bu vazifesini(!) yapıyor, diğer eliyle de öğrencilere ders anlatıyordu. Kızlar da sanki tiyatro seyrediyorlarmış gibi kahkahalar atıyorlardı. Adam bir müddet sonra Salih’i azat edip, odanın dışına gönderdi. Sonradan öğrendi ki; kıvırcık ve uzun saçlı, heybetli bu adam, okulun resim öğretmeni ve müdür yardımcısı Şafak Bey; Salih’i onun yanına götüren; iri yapılı, kasketli adam ise okulun hademesi Hüseyin Efendi’ymiş. Bu olaydan sonra Salih, Şafak Bey’i ve Hüseyin Efendi’yi ondan sonraki günlerde hiç sevemedi. Ayrıca, Salih iki kat aşağıdaki bodrum katının elektrik düğmesi ile Şafak Bey’in ders anlattığı sınıf arasında nasıl bir irtibat olduğunu da yıllarca düşündü ama çözemedi. Çünkü Hüseyin Efendi Salih’i, “işte buydu” diyerek Şafak Bey’in odasının kapısından içeriye doğru ittirmişti. “İşte elektrik düğmesini saatlerdir açıp kapatan buydu” dememişti ki. Şafak Bey Salih’in elektrik düğmesiyle oynadığını nereden anlamıştı? Yoksa oynadığı düğme Şafak Bey’in odasının lambalarını da mı yakıp söndürüyordu?
Salih, altı yıl öğrenim gördü orada. Önceleri o okulun süresi yedi yıldı ve ilkokul öğretmeni mezun ediyordu. Sonradan süresi altı yıla düşürülerek, Öğretmen Lisesi statüsü verildi. Öğretmen mezun etmiyordu artık. Orayı bitirip askeri okula kayıt yaptırdı Salih. Askeri okuldan mezun olduktan sonraki ilk görev yeri, İzmir Çiğli Hava Üs’sü oldu. Babasının, daha dört yaşında iken tedavi ettirdiği hastaneyi ziyaret etti ilk fırsatta. Daha sonra babasının hamallık yaptığı dükkânı buldu. Orası, Kestane Pazarı’nda, patates alım satımı yapılan, iki katlı küçük bir dükkândı o yıllarda. Aşağısı patates ve soğan çuvalları ile doluydu. Üst katta da yatıp kalkıyorlardı. Salih de tam üç ay boyunca yaşamıştı o mekânda. Sürekli olarak orada kalıyor, ara sıra aşağıya iniyordu. Dükkânın dışına ise ancak iş bitiminde, akşam saatlerinden sonra babasıyla birlikte çıkabiliyordu. Hatta bir defasında izinsiz olarak caddeye çıkmıştı da babasının şamarından kurtaramamıştı kendisini. O yıllardan beri hafızasında yaşattığı ve sürekli olarak izlediği kısa metrajlı film, gerçek olmuştu artık. İşte şimdi o filmin mekânında idi. Babasının hamallık yaptığı patates dükkânı ve yatıp kalktıkları, yemek yedikleri, banyo yaptıkları, küçücük pencereli, tek odalı mekân, şimdi bir avize imalathanesi olarak karşısında duruyordu. O, kısa metrajlı filmin gerçek bir oyuncusuydu artık. Yıllardır rüyalarını süsleyen mekânların ortasındaydı şimdi. Hafızasında kalan Şadırvan Camii’nin önünden geçiyor, Kemeraltı’na çıkıyor, kalabalığın içinden geçerek, Konak Meydanı’na açılıyor ve karşısında uçsuz bucaksız denizi görüyordu. Saat Kulesi’nin önüne geliyor, güvercinlere yem atıyor, resim çektiriyordu.
Salih daha sonra evlendi ve biri kız, üç evladı dünyaya geldi. Yıllar sonra, altı yıl okuduğu okulunu, eşine ve çocuklarına da göstermek istedi. Yıllık iznini kullandığı bir zamanda arabasına atladığı gibi okulun yolunu tuttu. Birlikte mezun oldukları ve uzun yıllardır görüşmedikleri bir kaç arkadaşıyla da haberleşerek, anlaştıkları gün ve saatte okulun önünde buluşacaklardı. 18 yaşında ve bekâr olarak ayrıldıkları arkadaşlarının çocuklarını, eşlerini görecek olmanın heyecanı içerisindeydi. Kararlaştırdıkları saatte buluşma gerçekleşti ve derin bir hasretle kucaklaştılar. Sohbetler edilip eski günler yâd edildi. Yatakhane, yemekhane, dershane, müzik odası, resim odası, futbol sahası, basketbol salonu ve diğer bölümlerin hepsi gezildi. Dershane binasına geldiklerinde, Salih’in altı yaşındaki oğlu Serdar Ramazan, merdivenin yan duvarındaki elektrik düğmesini açıp kapatmaya başladı. Salih geri döndü ve durakladı. Elini çenesine götürdü, ayaklarını yana doğru açtı, öylece donakaldı. Güya oğlu Serdar’ı seyrediyordu. Hâlbuki o, Serdar’a doğru bakıyor ama onu değil, on yıllar öncesinde başrollerini; Resim Öğretmeni Şafak Bey, Hademe Hüseyin Efendi ve kendisinin oynadığı, “Elektrik Düğmesi Filmi”’ni izliyordu.
Yoklar Köyü, 40 yıl önceki Yoklar Köyü değil artık. Orada elektrik var, telefon var, su var, yol var. Kısaca, İzmir’deki bir evde ne varsa orada da var. Ama Yoklar Köyü’nde bir şey eksik. Yoklar Köyünde Salihler yok oluyor. 50–60 öğrencisi olan ve Salih’in okuduğu ilkokul şimdi harabe olmuş. Köyde sadece 12 öğrenci var. Onlar da taşımalı eğitimle nahiyeye gidip geliyorlar. Salih doğduğunda 50 hanesi olan köyde, şimdi 25 hane var. O hanelerde, yaşları 65’in üzerinde yaşlı erkekler, yaşlı kadınlar yaşıyorlar. Evlerin çoğu yıkılmış, virane olmuş. Salih’in annesi ve babası da köydeler. Salih sık sık onları ziyarete gidiyor. Bir zamanlar yaya olarak, babasının yaktığı ateşe bakarak gittiği yollardan, şimdi kendi arabasıyla gidiyor. O yollardan geçerken çocuklarına; “aha işte şurada kesmişti kurt önümü”, “işte tam şurada yakmıştı babam ateşi” diyerek, o günleri yeniden yaşıyor, gözleri doluyor. Şehirlerarası yolculuklarını da artık kendi arabasıyla yapıyor. Şu anda ne yaptıklarını merak ettiği, o üç beş ışıktan ibaret köylerde yaşayanları görmek için, o köylerin içlerine kadar gidiyor. Orada yaşayan Salih’lerin de yok olduğunu, birkaç yaşlı insandan gayrı kimselerin kalmadığını, oralarda da evlerin virane olduğunu gördükçe ve uzaklarda yanan o ışıkların bir gün gelip tamamen söneceğini düşündükçe, kahroluyor, karmaşık duygular içinde kıvranıyor.
Tayyar YILDIRIM
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.