- 510 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Edebiyatın Yarası
Edebiyat, Batı dillerinde ki literatür sözcüǧüne eşdeǧer bir kavram olarak dilimize Arapça’dan girmiş bir kavramdır. Kelime anlamı itibariyle; „edep“ sözcüǧünün duygu, düşünce, hayal ve fantazilerimizin yazılı ve sözlü olarak ve anlaşılır bir dille estetiksel bir tesirle anlatılan sanatın en güçlü dallarından birisidir. Bu sanat dalı; şiir, roman, tiyatro, hikaye, makale, deneme, anı, söyleşi, masal, biyografi ve monografi gibi bir çok alt dallara ayrılarak günlük hayatımızı seviyeli, anlaşılır bir şekilde izah ederek her türlü toplumsal olayları ve olguları kendi gücünde açıklama sanatıdır. Edebiyatı diǧer bir tanımla yazı/yazım sanatının toplamı olarak da ifade edebiliriz. Ben bu yazıyı daha anlamlı kılmak için Atatürk’ün edebiyata yaptıǧı tanımı burada alıntı olarak sunmadan geçmeyeceǧim. O edebiyatı şöyle tarif etmektedir: Edebiyat denildiği zaman şu anlaşılır: Söz ve anlamı, yani insan beyninde yer ede, her türlü bilgileri ve insan karakterinin en büyük duygularını, bunları dinleyen veya okuyanların çok ilgisini çekecek şekilde söylemek ve yazmak sanatı. Bunun içindir ki, edebiyat, ister nesir şeklinde olsun, ister nazım şeklinde olsun, tıpkı resim gibi, heykeltraşlık gibi, özellikle müzik gibi, güzel sanatlardan sayılmaktadır.
İnsanlıkta en müspet ilim ve en ince teknik esaslarına dayanan hayatla ve
kanla karşılamak kendileri için kaçınılmaz olan askerlik gibi yüksek bir idealist meslek bile, kendini içinde bulunduğu topluma anlatabilmek ve bu büyük insanlık ve kahramanlık yolculuğunu hazırlayabilmek için uyandırıcı, yönlendirici, harekete geçirici ve nihayet fedakâr ve kahraman yapıcı vasıtayı edebiyatta bulur.
Bu itibarla, edebiyatın her insan topluluğu ve bu topluluğun şimdiki durumunu ve geleceğini koruyan ve koruyacak olan her kuruluş için en esaslı eğitim vasıtalarından biri olduğu, kolaylıkla anlaşılır. (Ayşe Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, 1959, TTK Yay)
Edebiyat her ne kadar bizlere estetiksel bir anlatım tarzı olarak sunulsada kavram olarak daha geniş ufukları içine alan ve herkesin, her kişinin dünyasına inebilen alçakgönüllü yapıtların segilendiǧi arenadır. Bu arena o kadar geniş bir yelpazeye sahiptirki, matador istediǧi kadar bu arenada zıplayarak boǧayı öldürmese bile oyunlarıyla onu çatlatabilecek kadarda fiziki bir kuvvete sahiptir. Bazen boynuz darbeleriyle yaralanarak doǧrudan acının oklarına saplanmak ise tahminlerinde yanılgılara düşmektir bir matador için. Her acı da ve boynuz darbesinde biraz daha kendi tecrübelerini kazanmak için geçmişini sorgulamaktır edebiyat. Bu açıdan bakıldıǧında klassik anlamı olan görecelik kavramından da uzaklaşıyor eǧer mantıklı bir düşünce şekliyle izah edilmeǧe çalışılırsa…
Herkes bir olayı farklı biçimlerde yorumlayabilir, ama dikkat edilirse bu göreceliliǧe girmez. Neden mi? Nedeni kolay olmadıǧı gibi basit de deǧildir. Çünkü bir olayı izah etmek isteyen beş kişiyi düşünün, bu insanlar bir konu hakkında beş ayrı görüş ve gözlemlerden, edindikleri tecrübelerden yola çıkarak açıklayacakları farklı görüş ve izlenimler aynı amaca yönelik olduǧu için bu insanların deǧerlendirmeleri edebiyatın vazgeçilmezi olan katıǧı/ yorumu edebiyat yaparak bize hizmet edeceklerdir. Bu şu demektir diǧer adıyla, aynı hedefe ulaşmak için farklı dillerde, görüşlerde, gözlemlerde yaratılan deǧerler aynı güzergahta farklı rotaları izleyen gemiler gibidirler. Kesiştikleri ortak koordinatları ise edindikleri tecrübelerle aynı zili çalarak, aynı eve hem misafir olarak, hem de ev sahibi olarak girmek istemeleridir.
Bu anlamıyla edebiyat göreceyi aşarak kendini yeni bir ödev edinmiş olan kavramsal bir terimdir. O acıyı bal eylemiş, acının içine girmiş, onunla yüzgöz olmuş dertlerin toplamını bünyesine sıǧdırmış bir yürek gücüdür aslında. Duvarın harcıdır kuma tat veren aǧır kırişlerin yükünü omuzunda sessiz ve sedasız taşıyarak. Sanatır, hayattır, sevdadır, romandır, bir ormanda yüzlerce sayfayı dolduran bir tek aǧaçtır bazen hürce büyümek isteyen. O yine bir baǧda sepet sepet üzümdür, sırtlarımızda taşınan derdi dertsizlik yalanına son noktayı koymak için sürünüp giden bir aşk hikayesidir Genç Werter’in acılarını geçmişten günümüze taşıyan. Yine sepet sepet anlamı söz söylemektir bazen biraz da. Önce dünyayı anlamaǧa çalışır içine bakarak olan biten acıyı görmek için. Bazen bakarken gözlerdeki yaştır her mevsime inat damla damla acıyla akan, yeni günlere acı ve sevdalarla eklenen. Acıyla yaşamak ise daha çok acı demektir, acı çekmektir, çünkü acının mevsimi yoktur, bıraktıǧı yer apselerin yaralarıyla icimizde çiçek hastalıǧından kalan izleri taşır fiziki yüzümüzde. Acıya bakmak onunla bir olmak ise daha da çok acıtır. Bura da bakmanın yeri ve uslübü, bakma biçimi bazen hiçte önemli bir konuma sahip deǧildir. Çünkü acı her türlü olumsuzluǧun gölgesine sıǧınan; kırıcı, üzücü, incitici, dokunaklı, korkunç, ama aynı zaman da kökü dışarıdan gelen bir etki ile içimize giren oktur. O eylem kendi doǧallıǧıyla kendine gönlü mesken edinmiştir. Bu yüzden bilir kendisinin başka bir iktidara karşı itiraflarla savaştıǧını ve savaşacaǧını… Buna karşı en iyi ilaç yine edebiyatın kendisidir kendi yarattıǧı acıları yenmek için hilekâr ve düzenbazlıǧa başvurmadan tehlikeyi atlatmak için. Sözcükler burada sefaletin tavasında kavrularak ve pişirilerek iktidar savaşından uzak bir yerde, temmuzun sıcaǧında bir gölgeye uzanarak dinlenmektedir artık kendi yorgunluǧunu anlatmak için. Çünkü o artık bilmektedir ki umarsızca gülümseyişler acıları süs perdesi olarak kullanmaktan vazgeçmiş, kesin tavrını ortaya koyabilecek yeteneklerini acının hamrunu mayasınıda katarak buruk bir hüzüne dönüştürmüştür.
“Oysa ona gore acı iktidarsızlıktır”. Yada Konfüçyüs “Elmas nasıl yontulmadan kusursuz olmaz ise; insan da acı çekmeden olgunlaşmaz”. diyerek acının edebiyata olan düşkünlüǧünü, edebiyatında acıya, yaraya baǧlılıǧı bu iki kavramın psikolojisini anlayıp, açıklıǧa kavuşturmak için “tatlı bela” misalini burada bize göstermektedir. Elbette Konfüçyus bu sözü edebiyat ve acı için söylememiştir, ama acının olgunlaşmadaki vazgeçilmez bir yerinin olduǧunun da altını çizmiştir. Zincirleme baǧlantılar bu özdeyişden de anlaşılacaǧi gibi çoǧaltılabilir. Ama burada binlerce missal versekte amacımız aynı olduǧu için bir açılıma gerek yoktur. Oysa asıl yara eebiyatın kalemle açtıǧı yaranın derinlere inerek keskin ucuyla kemiǧe batmasıdır. Kalıcılıǧını keskin ucuyla bir nebze derinlere daldırmak sözcükleri bulaşıcı bir hastalık gibi kaǧıtlara yapıştırmaktır. Kalem derinlere indikçe sözcükler ihtişamla ayaǧa kalkarak kazanılmış meydan muharebesinin zafer coşkusuyla sevinç naaraları atarak gezinir herhangi bir alanda. Sözcükler veba salgını gibi bulaşarak hastalıktan bitkin düşmüş vücuda yeni bir form vererek uzaklara bakmasını bilen alim gibidirler bu esnada… Bilginin çelmesine takılıp kalan düşüncelerin evidir burada edebiyat denen yaralı ve kınalı kuzu artık. Her tökezleyişinde yeniden ayaǧa kalkmanın yorgunluǧu acılara inat ya da tersine olurluğuna, olması gerekirliğine bırakmaktır söz konusu ve sözün konusu olan...
Evet, o mümkün olan yaraların, yaralarla yüzleşenin, yaralılıǧı Kabul edenin, ona dayanabilenin nihai sonsuzluǧuna alışmaktır kendimizi. Ya da 1973 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülen Patrick White’in “Fırtınanın Gözü” Romanı’nda ki, herkesin hayatının bir döneminde veya bütün yaşamı boynca bu sistemin çarkında bir dişli olan insanın; trajedisiyle, sevgisiyle, humanist ve nefretci yönleriyle kendini anlatmasıdır. Yani bir ailede ki düzenbazlıkları, yaşadıǧı korkunkç hayatı geride bırakmak için ölümü bekleyen bir annedir. Ve bu annenin mirasından kalacak para ve gayri menkullerle huzurlu bir yaşamın beklentisiyle avunan biri kız olmak üzere iki erkek evladın insane sevgisinden daha çok para ve mala olan düşkünlüǧünü konu eden bir gerçeǧin hazing hikayesidir aslında o.
Aslında insane ilişkilerinin yüzde seksenini gerçek ve tarafsız incelemeǧe kalkarsak ve derinlemesine analizlersek madalyonun iki yüzünüde görmeǧe fırsat bulmuş oluruz. Bu sevgi ve nefret kavramı olan hayatın realitesidir de aslında. Fırtınanın Gözü’nde karşımıza çıkan asıl gerçek yön ise yaşarken farkedemediǧimiz, ama görmek yerine bakmayı öǧrenmeyi yeǧlememiz gerektiǧini bütün çıplaklıǧıyla görebiliriz. Bu romanda insanlıǧın ortak deǧerleri olan ve evrensellik içeren temaların işleyişide gerçekçi bir dille anlatıldıǧı için önemi de o kadar büyüktür. Bu evrensel deǧerler; yanlızlıǧı, yaşlılıǧı, hastalıǧı, sevgiyi ve nefreti, şiirsel ve bir o kadar da duygusal anlatımlarla ortya koymuştrki, White’yi öǧmekten başka bir şey elimizden gelmez burada… Bu ve böyle toplumsal sorunları edebi bir dille anlatan romanlar ve bu romanlara biçim veren karakterler edebiyat tarihinin belleǧimize unutulmayacak bir biçimde yapmış olduǧu katkılardır.
Karakterler aldıkları yaralarla ya da beyinlerinde yaptıkları entrikacılıkla kendi çıkarları için en yakınklarını dahi boǧazlayacak bir noktaya gelmelerinin de toplumsal boyutunu saptamak açısından oldukça önemlidir. Ancak yüze tutulan bir ayna bizi bu kadar gerçeǧe yaklaştırabilir. Dolayısıyla böyle edebi yazılar bir bakıma terapik özellikleride kapsayarak hayattan alınan yaraları iyileştirmek içinde bir özelliǧe sahip olur. Bir bakıma kökene inerek yaraların neden sürekli kanadıǧını hatırlatarak doǧruları görmemiz için kapıların açılmasını saǧlar. Bir bakıma içimizde çektiǧimiz acılara, yaraların inciten, sızlatan sızısına bir tahamülün anlamını ve gerekliliǧini, çarenin acılı bir aşk acısıyla gerekliliǧine ve kabulüne giden bir yol olduǧunun da kanıtıdır. Ya da bu H. Marcuse’nin “bütün sanat hatıralarımdır” tezinin doǧruluǧunu söyleyerek hatıraların, yaraların ve sevinçlerin toplamının gizemidir.
Bu A. de Musset’te de „insan çıraksa ağrı onun ustasıdır” şiarıyla doruk noktasına çıkartılarak aǧrıların, acıların, yaraların ve zedelenmenin ruhsal tahribatını, içi yıkışını ve üzerinde gezilen zemini anlatmaǧa uǧraşmasının biçimselliǧidir. Burada konu edilen fiziksel yaranın vücuda ve ruha fazla bir tahribat yapamayacaǧını, ama ruhun Lokman Hekimin eteriyle aşk helvası yiyerek iyileşeceǧini gösteriyor. Büyük bir filozof olan Nietzsche ise aǧrısına köpek ismini takarak ve hergün iç dünyasının derinliklerinde gezdirerek çaǧırır onu. Shakespeare de „diş ağrısına katlanan, katlanabilen filozof gelmedi hiç“ dünyaya diyerek ilahi bir tarzda çekilen eziyetin yaralarını sarmak yerine tahamüle çevirmeǧe ugnasi onu. Diǧer edebiyatcı ve filozoflarda durum pekde farklı deǧildir. Ana tema olarak hep bui sim altında yaraların iyileştirilmesi ve acının yaralarçocukları olması istenir. Onun bu meskensiz memleket olan yeryüzünde ev sahipliǧi yapması istenir özenlice. Onunla uǧraşan herkes, farklı temaları işleyerek işlerlik kazanmak için yarışırlar adeta birbirleriyle. O ise bazen bekleyen bir işlemeli çeyizde saklanılan bir mendile bezenilmiş motiflerdir beyinlerden ruhlara saplanınal hiç acımadan. Aslında edebiyat demek bir başka isimle sözcüklerle oynamak, dansetmek, sevişmek, sevmek ve övmek demektir. Kelimeleri kelimelere methiyelerle methetmenin başka bir soluk alışverişini yaparak süslemektir uzun boǧaza uzanmış geniş bir bahçeyi… Hayatın başlangıcını serüvenlerden temizleyerek safdilliliǧi boyuneǧmeden sunmaktır düşünenlere ve düşünmek isteyenlere… Ölümsüzlüktür edebiyat sonsuza gite için spor ayakkabılarını giyen bir maratoncudur o sonu olmayan yolları yürümek için. Ölümü ve hayatı düşünmektir özgürce her şeye inat. Yaşayana has bir burukluǧu olan acının pınarı ölümle tescil edilen hayatın kirasıdır bir bakıma yaşamla ödenen. Çünkü bilindiǧi gibi hiç bir şey bedava deǧildir yaşamak için. Uzmanların beşyüzyıl yaşadıktan sonra kendi halinde çürümeǧe bırakılan bir orman aǧacının yaşadıǧı süre içinde havaya oksijek olarak yaptıǧı katkıyla çürürken kullandıǧı oksijen miktarının aynı seviyede olduǧunu biliose verilerle kanıtladıkları için, edebiyatta bize sunduǧu sevinç ve yücelik kadar yaralarla yüreǧimizi yaralayarak sonu gelmez acida içinde kıvranıp ölünceye kadar debelenmemizi üstü kapalı olarak hergün yeniden bize hatırlatıyor. “Bu yüzden acı canlılığı imler, yaşamın devam ettiğine dair işaretler sunar. Ama daha önemlisi yaşamın içinde ölümü ve kaybı haber haber verir bize Tüm olasılıkların tükendiği yere çevirerek gözlerimizi olasılıkların devam ettiği durumun tüm olasılıklarını görmemize yardım eder. Acı bize hayat içi küçük bir kayıp adası sunar ki denizi tümden kulaçlamayı unutmayalım diye”.
“Sokrates’e seni ölüme mahkûm ettiler dendiğinde „doğa da onları“ demişti. İktidara karşı iktidarını, acı ve ölüm karşısındaki kabullenişinden alıyordu. Acı çekerken acı çekmeyeni hangi acıyla cezalandırıp sindirebilirsiniz ki? Epiktetos bacaklarını zincirlerle döndürüp burkarlarken gülümseyerek „biraz daha çevirirseniz kırılacak” diye haber vermişti sadece onu yolundan çevirmeye çalışanlara. Edebiyat bundandır hiç bırakmak istemez acıyı elden ve düşürmek istemez dilinden”. (alıntı)
Sözün kısası; edebiyat ruhuma ve gönlüme hükmetmiş bir kangren olduǧu için ben ondan ne kadar uzaklaşmak istesem, o beni yerçekiminin aǧırlıǧıyla beraber kendi saflarına çekmeyi becererek sanat olarak bana hükmetmeǧe devam ediyor. Hemde hiç acımadan. Bu yazıyı uzun süreden beri içimde biriken kişisel yaraların birikiminden doǧan çektiǧim acıların beni bütünleştirdiǧi için kaleme aldım. Acısız günler dileǧiyle bahara hoşgeldin diyerek sizi selamlıyorum.
Hasan Hüseyin Arslan, Frankfurt am Main, 10.03.2009, gece saat 00:30’da bitirdim.