- 1772 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
SENİ SEVİYORUM ANNE
Yalnızlığın soğuk duvarlarını paylaşıyorum gece. Bilmiyorum kim dinliyor beni, kim sesimin elendiği kıyı şehirlerinden kulak kabartıyor bana? Gölgelerin gittikçe büyüdüğü ve şeytan uçurtmalarının yalnızca çocukluk literatüründe saplı kaldığı bir düzlemin parçasıyım biliyorum.
Hatırlıyorum! Liman şehirlerinde uçuşan martılardan herhangi biri olmanın özentisini ve kendime biçtiğim oyun kostümlerindeki sevinen yüz hatlarımı… Ah! Çocukluk…
Annemin ellerindeki o efsunlu kokuyu arıyorum. Bulamıyorum! Zamanda yolculuğa çıkmış kağnı arabaları gibi aheste ilerlemiyor saatler. Dün elimde olanların gölgesi bile firari. Hani neredeler? Nerede o yüz sürdüğüm yumuşacık bakışların sahibesi, kapının açılmasıyla karşımda dikileceğine inandığım kadın? Nerede?
Geçmiş zamanlara dönüp, en görkemli hatıralarımızı bir gelin bohçasına çevirip kaldırıyorum havaya. Kum saatinden dökülen zerrecikler gibi usul usul kayıp gidiyor her anının bezgin ve eskimiş bedeni. Odamdaki halının gözeneklerindeki çocukluğumun değer biçilemez yaftalarına bir ok gibi saplanıveriyor irili ufaklı hatıralarımın silüeti. Bir gezginin göremeyeceği tek şeyin yaşanmışlıklar olacağı gerçeğini aklımdan çıkarmıyorum o an. Ama ben bir gezginim ve görüyorum yaşanmışlıkların her daim önümde kırılganlaşan çehresini…
Yollardan en uzununu seçsem bile, yine bizim eve; çocukluğumun dur durak bilmeksizin yaşandığı o küçük fanusa gideceğimi biliyorum. Tek katlı bu müstakil evin küçük, sevimli bahçesinde yazları hanımeli çiçekleri açar, boylu boyunca uzanan asmalardan sarkan siyah üzümler tasvir edilemeyecek bir fotoğrafın izlerini taşırcasına seslenirdi bizlere. Evin cam göbeği duvarlarındaki çatlaklara sürtünen gül dallarına dalıp, üzerlerindeki pembe, kırmızı gül öbeklerini koklamamanız imkânsızdır adeta. Akşamları, ezan çiçeklerinin kendini gösterdiği vakitte karanlık basar, tam orada, ev ile karşı duvardaki hanımeli topluluğu arasında yoğun bir hüzün birikirdi. Günün aydınlık ruhu, akşamın geceye söz vermesiyle kaybolur, geriye gri bir sükunet kalırdı.
Mutluluğun ve huzurun metrekarelerle sınırlandırılamayacağı gerçeğini o zamanlarda öğrendim. Hayat her zaman başkalarının sahip olduğu maddi olanakları tanımıyordu ama o başkalarından kaçı manevi lezzetlerin ölçülemez hazzını tadabiliyordu. Birileri küçük bir barakadan koca bir hayat çıkarabilirken, birileri de koca bir saraydan küçücük bir hayat bile çıkaramıyordu. Bakmak ile görmek ya da mutlu olmak ile mutlu görünmek arasındaki farkın yaşama yansıyan şekliydi işte bu.
Geçmiş zamanların en dişe dokunur yanlarını yeniden yaşayabilme umudunun zehir rengindeki pişmanlığı ve benimle alay edercesine karşımda kasılan yalnızlığım. Bahçemizdeki kedilere özenişim bile sırf bu yüzdendir. Kalın gövdeli incir ağacının gölgesi altında boylu boyunca uzanan kedi yavrularını yalayıp, ana yüreğinin en dokunaklı çehresini teşhire kalkan bir ana. Toprağa bulaşan tüylerindeki bu ıslaklığın adıdır işte şefkat. Ne güzel bir görüntü, ah ne güzel bir ders; bakmayı ve görmeyi bilenlere sunulmuş…
Açılmayan kapılar, kırk kilit, karanlığa ve hüznün taş bloklarına varan çıkmazlar. Kendimi anlatmama ramak kala, usulca kalkan bir bebeğin ağlayan yorgun sesi…Gece seslerinin kurt dişleriyle karışıp, içimdeki küçük çocuğa kan bulaştıran o afili cinayeti. Bir yitiğim ben; kınından kaç kez çıktığı belirsiz bıçak uçlarına bedenimi sundum. Şairlerin aradığı en yitik hazineyi ve bir ressamın yapamadığı mutluluk resmini çoktan tamamladım içimde. Ve meçhulün çöp yığınlarına bırakıverdim, adını geri dönüşüm koyarak; ne zaman döneceğini kimselerin bilmediği…
Güzel günlerdi yaşadığımız. Ben, o sıcacık mevsimlerde bile, kuzeyden esen serin akşam rüzgârının kendini gösterdiği anı bilir ve onu beklerdim. Annem, elinden düşürmediği beyaz işlemeyi yine eline alarak, bahçedeki sedire oturur ve dalıp giderdi. O zamanlarda nereden bilecektim, annemin içinden geçen kederlerinin dinmeyen bir düşünce sağanağına dönüştüğünü?
Yıllar geçti o güzel, duru, çocukluk kokan zamanların üzerinden. Yaşımın ve bedenimin büyüdüğü yerde her şey küçüldü. Annemi arıyorum o cam göbeği duvarları olan minicik evimizde. Annem değil ses veren, sesimin titrek tınısını hissedip de hal hatır sormacalara başlayan ve saçlarımı bir gergefi işlercesine okşayan…
Şimdi iki kapılı bu boş bahçenin hanımeli kokan sarmaşıklı dallarından ve siyah üzüm tanelerinden anlatımsız bir karanlık sarkıyor içime. Meğer doğaya ve elimdeki değerlere değer kazandırmamı sağlayan kadınmış annem. İnsan bilmediği şeyleri öğrendiğini bir şeyleri kaybedince anlıyormuş.
Servi ağaçlarının rüzgâra yanıt veremediği herhangi bir günün sürekli yinelenen fotoğrafında ellerim açık. Dudaklarım kımıldıyor. Zambakların, toprak yığınının üzerinde sıralanmış ruhunu görüyorum. Beyaz mermer taşın yüzeyinde, çocukluğumun en ölmez kişisinin öldüğü haberi doğrulanıyor. Dağılıyorum. Akşam, ikindi ezanının okunmasıyla yepyeni bir gecenin başlayacağını salık verirken, ardımda bıraktığım çocukluğumun nişanesine dönüp dönüp bakıyorum. Onu orada bırakmanın çaresizliği içinde yarını bekliyorum.
“Seni Seviyorum Anne…”
Nevzat KONŞER
YORUMLAR
hasret kokan harika yazınızı bir solukta defalarca okudum... çocukluğunuzun geçtiği o eve gittim sanki... asmalardan sarkan üzümleri gördüm, güllerin, hanımellerini kokusunu duydum... anne hasretini ve acısını sizinle beraber ben de yaşadım...
hikaye doğruysa Rabbim rahmet eylesin... benim anacığıma da...