- 424 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Köşe(siz) Yazılar -I-
Köşe(siz) Yazılar -I-
Köşe(siz) Yazılar -I-
Şubat ’o9
Herhangi bir köşeye çekilmeden, herhangi bir köşede dursanız da,
okulda arka sırada, otobüste orta koltukta, takside ön tarafta otursanız da,
sağa meyilli, yada sola hasta gazetelerde kendinizi bulsanız da,
hatta gazete almayıp -sigara almadığınız gibi- başkalarından otlansanız da,
ya da paket paket o izmaritli zehirleri alıp, nereye bıraktığınızı unutsanız da,
bu yazı, bu kelam, bu köşe sizin için…
ilk hangi konuyu açsam diye kararsızdım açıkçası, anlatılacak o kadar çok şey vardı ki…
ama gel gör; yan odada bir ses, beni ısrarla kendine çekiyor.
mus’ab bin umeyr…
ailenin en sevimli evladı.
Mekke’nin sayılı zenginlerden, hem yakışıklı hem de genç.
Mekke sokaklarında yürürken panjurlar açılıyor,mendiller sallanıyor.
Günde belki izdivaç için birkaç teklif alıyor! Ama O, Resulullah’ı tanıdıktan sonra, her şeyden vazgeçiyor. Çünkü O, nefsinin fatihi, benliğinin fatihi…
Kaset devam ediyor, öyle bir düş içindeyim ki, bir yanda beyaz elbiseler içinde sahabeler, diğer yanda da ben, en yakın arkadaşım ve diğer gençler…
Diyorum ki, ben Fatih’im ama, nefisimin, benliğimin, zevklerimin fatihi olabildim mi? Koca bir susuş! Ve anlatan öyle güzel anlatıyor ki, yazacağımı unutup kalıyorum öylece ortada…
Bir zaman sonra, bir başka nurlu simayı, bir Peygamber torununu anlatıyor anlatan…
Zeynül Abidin.
Kimsenin haberi olmadan, muhtaç olduğu şeyleri kapılarına koyan Zeynül Abidin…
Ehlibeytin, Hasan ve Hüseyin’den sonraki ser tacı...
bende yine beyaz ağırlıklı figürler çoğalıyor, hayalim kerbela mislai, Hasan diyor anlatan, bir karanlık oda, bir bardak ve yere uzanmış bir nur düşüyor aklıma. Hüseyin diyor anlatan, kupkuru bir çöl düşüyor aklıma, susuyorum! Susuzluğumun dineceğine inansam kana kana içerdim kumları, ama susuyorum… Yetmiş küsur insanın acımasızca katledilişi geliyor aklıma, on dört asır evvelde zulüm vardı on dört asır sonra yine var diyorum!
Zeynül Abidin, yazmış, çizmiş, ibadet etmiş, anlatmış; Ama hayatının pek çoğunu kah emevi zulmünde, kah başkalarının zulmünde, hüküm zindanlarında geçirmiş…
Birisinin dediği gibi, divane harplerde biçare gibi muamele görmüş, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne gönderilmiş, zaman gelmiş hayatından elli defa bıkmış usanmış; fakat dişini sıkmış dayanmış…
On dört asır evvel dayanmış, on dört asır sonra yine dayanmış!
Bir Zeynül Abidin, Bir başka Zeynül Abidin,
abidlerin, ibadet edenlerin ziyası, ışığı, ziyneti süsü demekti!…
“Birde hususiyeti var, dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz, kimse onu tutmamış, kimse başına taç yapmamıştı, kimse bağrına basıp aziz kabul etmemişti…
Ama O, bu dünya darılma dünyası değil, dişini sıkıp dayanacaksın diyordu ve dişini sıkıyordu, dayanıyordu…”
Fukaranın gece rızklarını ulaştırıyordu evlerine, ganimetten ona bir şey ayrılırsa, evine peygamber torunu diye O’na bir şey gelirse, o gece onları çuvala kor, birinin kapısına götürürdü, yaşadığı yirmi yıl boyunca kapılarına bu erzakları kim getirirdi, bilemediler hiç! Zira bir gün Zeynül Abidin vefat etmiş ve o gün ihtiyaç sahiplerinin kapılarının tokmaklarına dokunamamış ve yiyeceklerini kapıya bırakıp karanlığa karışamamıştı…
Ancak ölünce kendilerine destek olanın O olduğunu anlamışlardı…
Zeynül Abidin’i yıkarlarken, sırtında iki el büyüklüğünde dokunsak kan çıkacak bir nasır gördüler, sırrını anlayamadılar, ehlibeytten birine sorduklarında nedir bu imamın sırtındaki yaralar diye, vallahi kimse bilmezdi ama, gece şunun bunun kapısına yük taşıya taşıya bu hale geldi…
Benim cihanın yükünü sırtında taşımaya azmetmiş yiğitlerim…
“Yiğidim kalk oradan! “
“Sen gideli dünyanın yükünü taşıyorum sırtımda, tüm taşıyanlarla beraber…”
“Senin sırtın nasır bağladığı zaman başkaları huzura kavuşacak…”
”İnsanlık senin kalkacağın an’ı bekliyor, bu ağır yükü sırtına alacağın, sırtını nasırlaştıracağın an’ı bekliyor…”
”Zeynül abidin’i anlatmam marifet değil, zeynül abidin olmaya davet ediyorum, bana bugünde olur deme, zira olanlar var…”
Durduruyorum kaseti.
Ne zaman oturup ağlayacaksın bir gece ey nefsim! Susuyor…
Daha geçenlerde, iş saatinde -Rabbim riya olarak görmez inşallah, vesile olayım diye- bir hıçkırarak ağlamadığım kalmıştı! Gözlerim su içinde dua ediyordum, kendi adıma yada senin adına değil, büyük alimlerden örnek alıp hepimiz adına, müslümanlar adına,
o an öyle bir ruh alemine giriyorsun ki, kendinden geçiyorsun! kendi günahlarını elinin tersiyle bir kenara itip, Rabbim benim yüzüm yok belki bunları senden istemeye ama şu kulun bilmiyor ona iman ver, bu kulun gelmiyor, ona namaz şevki ver, kardeşim Kuran’ı hala öğrenemedi, ona da öğrenmeyi nasip eyle… -amin-
Hep başkaların adına öyle dualar ediyorsun ki, an geliyor ’keşke bir ben yansamda binler kurtulsa cehennemden’ diyebiliyorsun… Ve keşke o anki hissi her an tadabilsek!
Benim de içimde bir yer edindi bu dua, işbaşında ederken tedirgin oluyordum, yarıda kesiliyordu, biri iş istediğinde duanın feyzine tam varamıyordum...
Kasette ki anlatan, o cümleleri kurunca ’daha ne kadar bekleyeceksin’ der gibi, ’hangi gece oturup ağlayarak tövbe edeceksin’ der gibi, içime oturdu…
bilmiyorum, belki bugün, belki yarın kadar yakın bir gün,
inşallah ölmeden önce bir gün yapmalıyım diyorum, etmeliyim bu ağlayan duayı!
eğer bunun bilincine vardıysam ne kadar günahımda olsa ve her ne kadar Efendimiz’e salavat getirmeye bile utansam! Selamım gittiğinde günahkar bir kuldan selam ver deseler de, farkında olmayanlar adına, etmeliyim o duayı…
Kendi adıma da değil, belki atölyede ki Alim Abi , Oktay Abi adına; belki Kerim, belki Sönmez, belki bizim Erhan için; belki Bakkal Mehmet ve berber Besaret için!! Belki de daha başka birileri için, hatta daha da ileri gidip yabancı ünlüler için, devlet bakanları, başbakanları için, Türk sanatçıları için, ressam, futbolcu veya hurdacılar için…
Dünya üzerinde yaşayan her insan, İslam dini üzerine dünyaya geliyorsa, hepsi için bir dua şarttır bana. Kendi nefsimizin bile hesabını tutamıyoruz ama, kimbilir belki o gece akacak yaşların samimiyetine -ki samimi olabilirsek-, Rabbim ettiğimiz dua hürmetine ve akan yaşlar hürmetine, dua listemizdeki kişilerden birine hidayet verir.
Biz sadece sebep oluruz… Elbetteki Allah’tandır hidayet, o işe güzel bir vesile olmak ne güzeldir…
Ki zaten Allah bizi en iyi bilendir, beni benden daha fazla sevendir, ben kendimi çok fazla sevseydim, bu kadar günaha girmezdim!
Ama Allah beni benden çok seviyor ki, merhameti bu kadar günahımı affetmeye yetiyor ve artıyor bile!
Üstelik yaptığım herhangi bir fiilde günahıma bir yazarken, sevabıma binler belki milyonlar yazacak kadar seviyor!
Velhasıl güzel insan, mümkün olduğun bir gece, kimse yokken, herkes uyuyorken, karanlıkta ve kimseye hissettirmeden ağlayarak bir dua, bir dua eder misin?
Alemin sustuğu o anda, semaya yükselen bir ses olsan!
Melekler tanısa o sesi ! Falanca yine dua ediyor deseler...
Melekler sen farkında olmadan yanı başında amin dese her istediğine….
Ve sen çok geceler böyle gözyaşı içinde ağlayarak dua ettiğinde ve Efendimize salavat getirdiğinde, sana karşılık verse!
Peşinden diğer peygamberlere, alimlere, evliyalara bir selam olsun dediğinde seni artık tanısalar!
Mesela Mevlana’ya selam olsun dediğinde,
selamın Mevlana’ya gittiğinde seni tanısa!
Sen Abdulkadir Geylani’ye selam olsun dediğinde,
O, seni tanısa!
Sen, Ebubekir’e, Bilal Habeşi’ye,
Hz. İsa’ya, Hz. Musa’ya, Hz Nuh’a, Hz. Adem’e selam getirdiğinde
’yine o tanıdık ses’ deseler sesin için!
Ne güzel olur değil mi?
Hadi güzel insan, bu yazıma başlarken buraya gelmek değildi amacım! Ama yazdıran her dem Allah, yazdırdıysa vardır bir bildiği ve inan sana anlatırken bu içimdekileri, bir sonraki cümleyi düşünmeden yazıyordum. Yani bu yazdıklarıma ben yazdım diyemem artık, olsa olsa katibiyim…
ve bir daha yazdırdığında görüşmek üzere,
köşe/sizin…
vesselam…
m. fatih çetinkaya
26.o2.2oo8
Perşembe
oo:57
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.