- 334 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Sinan
İlkokula başladığım zaman yeni yeni arkadaşlarla tanışmak beni hem şaşırtmış, hem de sevindirmişti.Mahallemizden arkadaşlarımızla aynı sınıfta olmakla beraberdik. Ancak okulda yeni arkadaşlarla tanışmak beni şaşırtmıştı.Kasabamız 5000 nüfuslu olmasına rağmen geniş bir alana yayılmıştı.Bu yüzden kasabamızda bu kadar çok çocuk olabileceğine o zamana kadar şahit olamamıştım.
İlkokula başladığım o sene yeni bir arkadaşla tanışmanın sevincini yaşamıştım.Masmavi gözleri vardı. Seneler sonra gördüğüm denizin rengi ile aynı olan bir mavilik , sapsarı civcivlere benzeyen saçları ve sarı ve bebek gibi bir yüzü vardı.Bakışından sevgisi açıkça belli olmaktaydı. Kitaplarda bize anlatılan sarı saçlı mavi gözlü Atatürk’e benzemekteydi sanki.
Evleri bizim evimize çok uzak olduğundan ilkokula başlayıncaya kadar onu hiç görmemiştim.Ama yıllar sonra kasabamızın köklü ve sağlam ailelerinden birine mensup olduğunu öğrenmiştim. Yani doğuştan asil insandı Sinan .
Sinan ile kendiliğinden oluşan dostluğumuz gerçekten de o yaşta bizlerin kurabileceği ve gerçek sevgiye dayalı bir dostluktu. Çocuksu duygularla kurulan ve içinde riya , gösteriş olmayan bir duygu.
Sinan’ın evi bizim evden uzak olmasından dolayı okul dışında bir dostluk kuramamıştık.O okula uzak evlerinden yürüyerek gelir, gene yürüyerek giderdi.Çünkü kasabamızda bizim okuldan başka ilkokul yoktu. Hem küçük olmamız , hem de evlerinin bizim evimize çok uzak olmasından dolayı okul dışında arkadaşlık kurmamız hemen hemen imkansızdı ama ilerleyen yıllarda çok iyi dost olacağımız belliydi.
Sinan ile okul da tanıştıktan sonra okulun açık olduğu her gün bir araya geliyor, teneffüslerde güzel oyunlar oynuyorduk.Okulun evlerine uzak olması dışında başka şikayeti yoktu.Hayatı , yaşamayı , insanları ve evlerinde olduğunu söylediği hayvanları çok sevmekteydi. Evleri tarihi bir köprünün ve nehrin çok yakınındaydı.Manzarasının güzelliğini anlatarak bizleri de o güzel manzaraya inandırmıştı.Onunla hayatı, insanları ve yaşamayı daha çok sevmeye başlamıştım. Daha 8 yaşında bizlere güzel hayat dersleri, hayata bağlılığı ile adeta “ Hayatı sevmekten başka yolumuz “ yok demekteydi.
Bizleri o kadar severdi ki bazen asker selamı çakarak “ Usta emret” demesi benim hem gülmeme , hem de onu sevmeme sebep olmaktaydı.
Hayat devam etmekte , bizlerde okulumuza gidip gelmekteydik.Derslerde hayatı , insanları, sayıları , güzellikleri ve çirkinlikleri yavaş yavaş öğrenmekteydik. Hayat bizlere istediğimiz vermese de bizler hayattan istediğimizi almak zorundaydık işte.
Öğretmenimiz bizlere hayatı anlatırken hayatta yaşadığı zorlukları ve bu zorlukları nasıl aştığını anlatır , hayatın her şeyi ile bizlerin üstesinden gelebileceğimiz bir tarzda olduğunu anlatmaya çalışmaktaydı. Anıları çok etkilemekteydi öğretmenimizin. Bu anlatmalarla bazı arkadaşlarımız öğretmen olmak , insanları aydınlatmak ve ışık saçmak istemekteydiler.Sinan da böyle arkadaşlarımızdan birisi idi ve bende onun bu arzusunu desteklemekle beraber , ben hayatta ne olacağıma karar verememiştim henüz.
Sinan’a dikkat ediyordum, sadece benimle değil, herkesle güzel geçinmekteydi. İnsanlara ayırım yapmadan koşmakta , onlara hayatın güzelliklerini hem konuşmaları ile hem de davranışları ile hem çok hoş hem de çok net anlatmaktaydı.Bu tutum benim çok hoşuma giderdi. Büyüklerimizin “ Büyümüşte tekrar küçülmüş” dedikleri insan tipiydi Sinan.
İlkokulun birinci sınıfını tamamlamış ve kucaklaşarak 3 ay sürecek olan tatile ayrılacaktık.Sinan hayvanlarını otlatacak, evlerinin önündeki ırmakta çimecek, insanlara sevgi ile saygı göstermeye devam edecekti.Bizlerde hemen hemen aynı bir şekilde kasabanın diğer ucunda yaz tatilimizi geçirecek ve “ Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer Kürkçü dükkanıdır” misali ile okulumuza dönecek , vatana ve millete hayırlı evlatlar olmak yolunda hayatımıza kaldığımız yerden devam edecektik.
Okullar açıldığı zaman Sinan’ı her zamanki neşesi ile karşımızda göreceğimizi , hatta 1 yaş daha büyüdüğümüz için daha neşeli bir Sinan göreceğimizi sanıyordum ama Sinan’ ı eski neşesinden uzak gördüm. Buna çok şaşırmıştım.Çünkü 8 yaşında bir insanın hasta olabileceği hiç aklıma gelmezdi.O güne kadar sadece bebeklerin ve yaşlı insanların hasta olduğunu sanmaktaydım. Hastalığın insanları nasıl solgun, üzgün yaptığına o güne kadar hiç şahit olmamıştım.
Sinan’ın günden güne düzeleceğini sanırken o günden güne neşesini kaybetmekte ve eskisi kadar bizlere espriler ve hayata bağlayacak davranışlar yapmıyordu.O zaman anlıyordum ki, insan neşeli olamayınca çevresine de neşe saçamıyordu. O2nun o kadar neşeli olmasına alışmıştık ki, o neşeli olmayınca bizlere de neşe ve mutluluk gelmiyordu işte.
Sinan bir süre sonra okula da gelmemeye başlamıştı. Tatilde ayrılığa alışmıştık. Tatilde kimse okula gitmiyordu ama herkes okuldayken Sinan’ın okulda olmaması benim gerçekten de çok tuhafıma gitmeye başlamıştı.” İnsanın varlığı ile yokluğu arasında bir fark olmalı” deyişinin o zaman önemini fazla kavrayamamaktaydım ama Sinan’ın varlığı varlık yokluğu da gerçekten yokluk olmaktaydı.
Sinan’ı evinde ziyaret etmek istemekteydim ama evi bizlere çok uzaktı.Nasıl ziyaret edecektim onu? Evi bizlere gerçekten de uzaktı. Bir çocuk olarak onu ziyarete gidemezdim. Anne ve babamın da beni oraya götürme imkanı olamazdı.
Aradan kaç gün geçti anlayamadım ama Sinan galiba 1 hafta kadar okula gelemedi. Öğretmenimiz ilk günlerde bu konuyu fazla yadırgamadı ama birkaç gün sonra sınıfa üzgün geldi.Bizlere biraz üzgün ve yaşaran gözlerle bakarak dedi ki :
-Çocuklar sizlere üzücü bir haber vermek istemekteyim. Sinan ne yazık ki artık okula gelemeyecek.
Acaba Sinan başka şehre mi taşınacaktı? Bu imkansız bir olaydı.Çünkü ailesi çiftçiydi ve kasabamızdan ayrılması imkansızdı.Öğretmenimiz yaşlı gözlerle sınıfı bir defa gözden geçirdikten sonra :
-Evet çocuklar, Sinan artık gelemeyecek, aramızda olamayacak, çünkü Sinan ölmüş.
Ölüm neydi 8 yaşında çocuklar ölümü ne bilirdi. İşte o gün sınıfta bulunan 40 kişi ölümün be demek olduğunu ve ölüm karşısında insanlığın ne kadar çaresiz olduğunu anladık.
Öğretmenimiz anlatmaya devam etti:
- Çocuklar Sinan hastalanmış. Evde yatmış. Anne ve babası cahillikten nasıl olsa geçer zihniyeti ile doktora götürmemişler ve Sinan ne yazık ki aramızdan ayrılmış.Artık o bir daha gelemeyecek. Sizler artık hastalandığınız zaman anne ve babalarınızın sizleri doktora götürmesini isteyin, hasta olduğunuz zaman hastalığınızı sakın gizlemeyin , dedi.
Öğretmenimizin bu açıklaması karşısında tüm sınıf tam bir ölü evine dönmüştü.Ben kardeşimi , öğretmenimizde çok sevdiği bir evladın ı kaybetmişti. Arkadaşlarımız ise hiçbir şeyin farkında değildi.Bir süre sonra sınıfta hayat normale döndü ve Sinan çabuk unutuldu.Ama ben Sinan’ı asla unutamadım. N e zaman sarı saçlı mavi gözlü 7 veya 8 yaşında çocuk görsem hala Sinan’ı hatırlarım. Aradan yaklaşık 35 yıl geçmesine rağmen bu hikayeyi yazarken bile masmavi boncuk gibi gözleri , sapsarı civciv gibi başak sarısı kısa saçları ve siyah önlüğü ile gözlerimin önüne gelerek bana “ Usta beni unutmadığın için sana çok teşekkür ederim.Kusura bakma , sizleri dünyada bırakarak aranızdan ayrıldım.Kader buymuş” diyerek bana el sallamakta ve sevgisini hala göstermekte .
Yıllar sonra Sinan’ın babası ile tanıştım.Sinan’a olan sevgimi , güzel arkadaşlığımı anlattım. Benim ellerimi sıkarak kucakladı. “ Biliyorum evlat , bende o güzel oğlumu unutmadım. İki oğlum daha oldu ama Sinan başkaydı.Şimdi sende benim evladımsın “ dedi
Benim de Onun da gözleri yaşardı.Sinan hala sarı saçları ve mavi gözleri ile bir bebek kadar masum yüzü ile hala bizlere el sallamaktaydı.Kimse görmüyordu ama ben görebiliyordum onu.Demek ki seven insan bu kadar severek iz bırakmakta sevenlerinin gözünde ve gönlünde.
TURAN YALÇIN-TOKAT