HAYAT MERDİVENLERİ
Hafızamın duvarlarına yansıyan bulanık bir görüntü:
Apartmanın merdivenlerinde küçük bir çocuk… Babasıyla evlerine çıkıyorlar. Küçük çocuk merdiven çıkmıyor adeta sarp bir dağa tırmanıyor. Babası nedense elinden tutmuyor çocuğun. Çocuk sürünüyor, babası başında bir komutan edasıyla bekliyor.
“Hayat merdivenlerini tırmanırken her zaman yanında olmayabilirim. Kendi başına çık; takılıp düşebilirsin, bir daha dene. Elinden tutmamı bekleme benden.”
Bunu söyledikten bir hafta sonra, göreve giderken bir trafik kazasında hayatını kaybetti babam. Bir polis çocuğu olarak babamın her zaman yanımda olamayacağını “yaşayarak” öğrendim. Ayakta kalmak, ayaklarımın üzerinde durmak zorundaydım.
Yüzeye çıkmak için bazen dibe vurmak gerekir. İyice dibe batmak ve ayaklarını yere vurup yüzeye fırlamak… Hayat bazen insanı istemediği alanlarda oynamaya zorluyor. Direnmek, çırpınmak daha çok batmaya sebep oluyor. Rüzgârın estiği yöne başını eğen ekinler gibiyim. Bu boyun eğişten zararlı çıkar mıyım; kırılır, dökülür, kökümden sökülür müyüm? Evet, bu yaşadıklarım da geçici bir boyun eğiş. Ama benden geriye buğday yüklü bir başak kalır mı?
Bu gece küçük bir kediye benzettim kendimi. Akşamdan yağan yağmurla biraz ıslanmıştım.
Sonrasında durmadan üşüdüm. Belki ilgisizlik yağmuruna tutuldum. Belki küskünlük, belki uyumsuzluk… Sadece üşüdüğümü biliyorum. Ve sonra uyuduğumu…
İnsan neden mutsuz olduğunda kendini uğursuz bir rüzgâra kapılmış gibi hisseder? Hayat, her şeyin anlamını yitireceği zamana denk düşmeden, bir çocuk saflığıyla yaşamak suç mu? Kırmızı bir elmayı dişlemek niçin öldürücü bir aldatılmışlığa dönüşüyor?
Gece zifiri karanlıktı, yıldızlar parıltılı elbiseleriyle dans ediyorlardı. Sokak ortasında yapayalnız kalan o küçük kediyi düşündüm. Terk edilmişti, gelip geçen arabaların gürültüsünden, insanların kahkahalarından ürküyordu. Annesini kaybetmişti besbelli, korunaksız kalmıştı. Kim bilir, akşam oluncaya, el ayak çekilinceye kadar kendini korumaktan yoruluyordu. Uyku, ıstırapların uğramadığı bir limandır. Upuzun uykulara dalıyordu. Dalıp dalıp uyanırken bir ara kendisini annesinin koynunda sanıyordu. Rüyaları kendisine tatlı bir sığınak oluyordu. Uyuyordu…
Uyuyordum…
Büyümüş, artık kocaman olmuş cümlelerle küçük bir çocuğun dünyasına yaslanmak mümkün mü? İnsan yaşlandıkça kelimeleri de büyüyor. Ah o kelimeler, çoğu kez içini kurtların kemirdiği kof bir ağaç gibi. Benimse hüzün hüzmeleri saçan bir kalemim var. Kalp ağrısı şiirler yazarım. Şu karşımda duran, asmaların arasındaki yalnız ardıç! Sen, hangi yetişkinin dünyasını temsil ediyorsun? Mutsuzluğunu hangi uğursuz rüzgârlara yüklüyorsun? Bildiğim kelimelerin sayısı çoğaldıkça ben azalıyorum. Kendimi lekesiz, pürüzsüz bir dille ifade etmekten uzaklaşıyorum. Bana büyümenin böyle bir şey olduğu söylenseydi; başkalarının hayatından aşırılmış birikimlerle bir kelime çöplüğüne dönüşeceğim söylenseydi, büyümeyi ister miydim hiç? Büyümenin, büyük laflar etmenin cazibesine kapılan, kandırılmış bir oyuncuyum. Senaristi suçlasam ne ki…
Uyandım.
Mutlaka bir yerlerde unutulmuş tatlı hülyalarım vardır. Tavan arsına kaldırdığım eski eşyalar, fotoğraflar, siyah beyaz anılar… Ama nedense hep başkalarının zulasına takılıyor gözüm. Diğerlerinin gizli tarafları ilgimi celbeden en pahalı malzemeler oluyor. Oysa bir kerecik mazime dönebilsem… Geçmişe perde çeken yaşanmışlığın, bir zaman aralığından bakabilsem… Orada en saf, en temiz, en masum, en sahip çıkabileceğim yanlarımı göreceğimden eminim. Bu değil midir hayatı daha çekilir kılan?
Mazime dönüyorum; babama koşuyorum… Susamış bir ceylanın suya eğilip susuzluğunu gidermesi gibi masum ve hesapsız… Kelimeler taşkın bir nehir gibi boşanıyor yatağına. Elimden tutmanı bekliyorum baba, neredesin? Hayat merdivenlerini tırmanırken bir kere daha takıldı ayağım, bir kere daha düştüm. Keşke yanımda olabilsen… Tutmasan elimi ama varlığınla gücüme güç katsan.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.