- 752 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
BEYOĞLU’NDAN İNSAN MANZARALARI -1-
Beyoğlu’nda polis demek, çok korkulan ve hiçbir şartta muhatap olunmaması gereken bir meslek mensubu demek. Zira genel yaşantı ölçülerine göre, çoğunluğun gayri meşru işlerle ilgili alanlarda olmasından dolayı bu durum pek kanıksanmıyor. Aslında herkes birbirinden korkuyor.
Otelinde konakladığım ve büfede beraber çalıştığım arkadaşım Faruk’un ailesi Rize’li. Ailelerin erkekleri genellikle İstanbul’ da büfe, lokanta, otel, fırın, inşaat malzemesi ve buna benzer işler yapıyorlar. Çalıştıkları işe ve muhite akraba ve tanıdıklarını çağırmak, onlara da bu tür işler kurmakla bir süre sonra o muhitte birden fazla işyeri sahibi ve topluluk oluyorlar. Dolayısıyla bu nedenle Tarlabaşı’nın büfe, lokanta, otel, fırın, kahvehaneleri genellikle Rize’lilerin.
Memleketteki asıl geçim kaynakları çay yetiştiriciliği. Çay bahçelerinin hasat mevsiminde, çayı toplayıp fabrikalara satmak amacıyla kısa bir dönem için Rize’ye gidiyorlar. Geri kalan sürede İstanbul’ dalar ve genellikle bekâr evinde kalıyorlar.
Sınav dönemi yakın, oteldeki görevimden bir süre ayrılıp ders çalışmam lazım. Kendime çözüm üretmeye çalışırken, otel sahibi arkadaşımın abisi bana çözüm sunuyor. Bu süre içinde bizim evde kalabilirsin diye. Çok seviniyorum, hem yakın ve müsait. Evde arkadaşım ve abisi yalnız kalıyor. Ben de bir süreliğine 3.kişi oluyorum. Gündüzleri kütüphaneye gidip, çalışma ortamı bulmanın verdiği heyecanla çalışıyor, akşamları da tekrar ediyorum. Cuma günü kütüphane çıkışı kaldığım muhite gelip, biraz arkadaşlarla sohbetleştikten sonra İzzet abiyi arıyorum. Kahvede olduğunu söylüyorlar.
Kalabalık bir seyirci grubunun izlediği ve hayli iddialı bir kâğıt oyununda olduğunu görerek, ben de yanlarına oturuyorum.
Rize’lilerin deyimiyle oyunun adı Kalabalık. Bu oyuna başka yörelerde Hoşgin, Nezere gibi adlarda veriliyor. İddialaşarak, sayı yükselterek, ihale usulüyle oynanan bir uyun çeşidi. Oyun oynayanların hepsi orta yaşın üstünde ve işyeri sahibi.
Zaman kaybetmemek için bir, iki kez evin anahtarını ister gibi oluyorum, ancak “hemen bitiyor, beraber gideriz” cevabıyla beklemeye devam ediyorum.
Saat 23.00 civarı..
Kapıda bir polis ekip minibüsü beliriyor, tepesindeki dönen lambasının ışıkları bir anda kahvenin duvarlarını aydınlatıp, duruyor. İçeri giren kalabalık bir polis ekibi, sert ses tonuyla herkesi ayağa kalkıp, kimliklerini çıkarmayı emrediyor. Diğer masalar denileni yapıyor, hassas kontrolden fire vermeden çıkabilenler, derhal evlerine veya kaldıkları yerlere gitmeye yönlendiriliyorlar. Sıra bizim masamıza geldiğinde, oyunun bütün heyecanı ve bağırtısının kesilmeden sürmesi, gelen ekibin amirini sinirlendiriyor. Neden ayakta olmadıklarını ve kimliklerini hala çıkarmadıklarını soruyor. Aldığı yarı laubali cevap üzerine kimlik bakma işine son verip, arkasındaki polislere gürlüyor.
— Bunları alın arabaya.
Oyuncuların ellerindeki kâğıtlar kenara koyulup teker, teker ekip minibüsüne bindirilmek üzere dışarı yöneliyoruz. Tabi bu arada polislerle sert tartışmalar yaşanıyor
Öğrenci kimliğimle, böyle bir semtte ve bu saatte kahvehanede olmak, beni hem anlamsız, hem daha şüpheli duruma sokuyor, ama yanımda hepsini tanıdığım bu hatırlı insanların yanında olduğumdan korkmuyorum. Onlarla beraber olduğum sürece, bana zarar gelmeyeceğinin bilincindeyim.
Minibüse bindirilmek üzere dışarı çıktığımızda, peş peşe 4 ekip minibüsü olduğunu ve diğerlerinin dolu olduğunu görüyorum. Bizimle beraber son araba doluyor gibi. Bu arada sinirli olanlar veya espri yapanların sesleri karışıyor. İzzet abi’ den şu sözler dökülüyor.
—Ula uşaklar, kâğıtları alsayduk, nezarette devam ederduk da.
Minibüste en arka sırada oturtuluyorum. Kahvehanenin yanında Hacıoğlu lokantası var ve o lokantanın sahibi de bizimle beraber olduğundan, lokantada koşuşturan insanlar görüyorum, birileri kâğıda bir şeyler yazıp, ekipler amirine ulaşmaya çalışıyor. Bu lokanta o dönemin emniyet mensuplarının sürekli yemek yediği, yemek sipariş ettiği bir işyeri. Bu vesileyle sanırım üst düzey amirlerin çoğuyla tanışılıyor. Kâğıt amire, ulaşınca kısa bir beklemeden sonra bizim bulunduğumuz aracın kapısı açılıp tek, tek isimler okunuyor. Beraber olduğumuz bütün abiler indiriliyor, Ben de inmeye hamle yaptığımda arabadaki polis beni engelliyor. Benim onlarla beraber olduğumu söylemeye çalışmam fayda etmiyor, camdan kendimi onlara gösteremiyor ve sesimi duyuramıyorum. Dışarı çıkanlar hemen dağıtılıyor.
Benim olduğum minibüse yaşları 13–15 civarında birçok Doğu kökenli olduğunu anladığım çocuk dolduruluyor. Endişe veya korkulu halleri yok. Bu onların ilk tecrübeleri gibi görünmüyor. Hatta birbiriyle Kürtçe sohbet ediyorlar. Önde oturtulan, benim yanımdakine sesleniyor.
—Ula rıdo, bı tera pere heye? ( yanında para var mı? )
—Na, tüneye, çıma? ( hayır, yok, neden? )
—Sıbe sıft, dusıbe bazar, pere lâzıme, em çar bıkın? ( yarın cumartesi, öbür gün pazar, para lazım yoksa orda ne yaparız? )
Bu konuşma beni dış dünyadan koparıyor, sınavımın pazartesi olduğunu düşünmekten öte, hafta sonunda, nezarethanede olma ihtimalinin verdiği korkuyla ürperiyorum. Bu konuşmadan yiyecek veya içeceğin parayla temin edilebildiğini sanıyorum. Yanımda sadece 12 liram var ve ben daha da ürküyorum.
Başıma geleceklerin neler olabileceği hakkında bir fikrim yok. 12 Eylül öncesi gergin ve şüphe ortamında, sınav arifesinde, gecenin bir saatinde Tarlabaşı’ nda bir kahvehanede bulunmanın akla yakın bir izahını yapmak oldukça güç. Kendimi anlatamayacak olmanın tedirginliğiyle sanki beynim uyuşuyor. Araç benim açımdan, sanki bilinmeze doğru yol alıyor.
O dönemde daha yıkılmamış olan ve Dolapdere sapağının köşesindeki Tarlabaşı karakolunun önüne geldiğimizde telsizden sert bir anons duyuluyor. Bizim araçtaki amire nerde olduğunu soruyor.
–“4 araç dolusu şüpheliyle merkeze intikal ediyorum müdürüm” diye cevaplıyor.
O anda yaşanan bir çatışma ile ilgili, acele Şişhane’ ye gitmeleri emrediliyor. Şüphelileri, merkeze teslim ettikten sonra gitmeyi tekrarlayınca, usturuplu bir azar işitiyor. Sert bir fren sonucu ve az önceki usturupludan daha ağır bir hitap tarzıyla adeta itilerek, kovuluyoruz.
Derin bir rahatlama seansı yaşıyor ve hemen eve gidiyorum. Evde az önceki grubun bir kısmı yaşananların kritiği yapıyor. Beni görünce çok şaşırıyor ve hatırlıyorlar. Bu karmaşada araçta unutulduğumu anlıyorum. Herkesin komik ve eğlenceli bir şanssızlık olarak kabul ettiği bu durum, benim oldukça korkmama ve sınavımın kötü geçmesine sebep oluyor.
19 yaşında olmanın, doğulu olmanın, öğrenci olmanın, otelde veya büfede çalışmanın ve de en önemlisi gurbette yalnız olmanın omzuma yüklediği sorumluluk gereği kimseye kızamıyorum. Tabi bu moralle pazartesi günü girdiğim sınavda başarılı olamıyorum. Daha sonraki yıllarda okulum gereğinden fazla uzuyor, ancak hayat okulunun önemli köşe taşlarından biri olan İstanbul’un Tarlabaşı semtinde yaşayarak, okumanın da ayrı bir değeri olduğunu, gün geçtikçe daha iyi anlıyorum.
Saygılarımla
Şubat- 2009
Ecz.Abdulkadir Nur GÖRDÜK
YORUMLAR
Guzel bir hatira yazi okudum degerli kardesim... Ulkemizde dogulu olmak ve karadenizli, egerli, akdenizli olmak ulkemizde insanca deger verildigini biliyorum.
Dogulu olmak, belli basli bir siyasi rand elde edenlerin istismar ettikleri bir durum oldugunu gordum hayatim boyunca. Buyuk sehirlerde genelde dogulu dedigimiz insanlarimiz ikamet etmektedir.
Ic anadolu insani ulkemizin en magduru olanlardir diye dusunuyorum. Ve devleti tarafindanda en cok ihmal edilen bolgemiz. kayserinin, konyanin gelismisligini kendi halkinin girisimciligi sayesindedir.
Devlet trilyonlari doguya hibe ederken ve bircok ev veya isyeri elektrigi kacak (hirsizligin bir cesidi) kullanirken devlet buna goz yumuyorsa ve ic anadoludaki insanimiza bir kurusu cok goruyorsa; bazen kendime soruyorum '' Keske doguda kalsaydi atalarimda, ic anadoluya gelmeseydi'' derim...
Kusura bakmayin degerli kardesim,
sitemim ne size nede yaziniza, genel bir degerlendirme yaptim..
Yazinizi cok begendigimi ve satir aralarina yerlestirdigin nuktelerde gulumsemeden edemedim .. )))
saygilar ve yeni yazilarinizi bekliyoruz...