- 909 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
“GAVURUN KURŞUNU“ 1
Her yaşam birbirinden farklı olan öykülerdir aslında. Zaman zaman birbirine benzerlikler gösterse de hiçbir zaman aynı yaşam olamaz. Ya hayatı roman olanlar! Kaç kişi hayatı boyunca inanılması güç olan acı olaylar yaşamıştır? Yaşarken de her şeye rağmen ayakta kalabilmeyi başarmıştır?
Tıpkı birazdan anlatmaya çalışacağım öyküde olduğu gibi… Bu öykü rahmetli anneannemin yaşamış olduğu olayları anlatmaktadır. Onun, hayatında karşılaşmış olduğu zorlukları ve acıları bu öyküde bulacaksınız. Aynı zamanda bu hikâye, tarih boyunca hep söylenen Ermenilerin Türk milleti üzerinde yaptıkları zulüm ve soykırımın bir delili niteliğindedir. Bugün bile hâlâ Ermeniler Türklerin soykırım yaptığını iddia etseler de bu hikâye aslında kimin soykırım yaptığını göstermektedir.
Bugün anneannem hayatta değil ama onun yaşadıklarını onu yakından tanıyan herkes bilmektedir. O her zaman çevresinde kahraman bir Anadolu kadını olarak tanınırdı ve öyle sevilir, sayılırdı. Kendisi çok uzun yaşamasına rağmen, ömrünün son yirmi yılını hasta yatağında geçirmişti. Doktorların evham dediği ruhsal hastalığından son nefesine kadar kurtulamamıştı. Hasta olduğu her anı, feryat ve figan içinde geçmişti. O ıstırap dolu anlarında, bizlere dayanamadığını söyler ve: “Beni öldüren yok mu?” diye bilinçsizce yalvarırdı. Ancak onun acıları, ölümü ile beraber son bulmuştu. Oysa kendisi hastalanıp yatağa düşünceye kadar, bir kurtarıcı kahraman gibi yaşamıştı. Herkes onu öyle tanımış ve kabul etmişti. Çünkü o doktorsuzluğun kol gezdiği bir dönemde, köyünde bir lokman hekim gibiydi. Kazazedelerin kırık ve çıkıklarını düzeltip tedavi eden, yaralarına ilaç yapıp saran, doğan bebeklerin ebe annesi, kurulan düğünlerin aşçısı ve sorumlu kişisi, on parmağında on marifet olan çok çalışkan bir kadındı. O bütün bunları insanlık adına hiçbir karşılık beklemeden severek gönüllü olarak yapardı.
Anneannemin sağlıklı dönemlerinden hatırladığım, (çocukluğumda) bize geldiğinde muhakkak cebinde şeker getirirdi. Getirdiği o şekerleri, bana ve kardeşlerime dağıtırdı. Bizler de mutluluktan uçar, sevincimizden onu öpücülere boğardık.
Herkesin derdine derman olan o büyük kadın, ömrünün son yıllarında düştüğü amansız hastalığa, kendi deyimiyle, bir deva bulamamıştı. Bazen, O hasta yatağındayken “Kaç kadını ölümden ve nice insanları sakatlıktan kurtardım ve nice dertlere derman oldum, bir kendi derdime çare olamadım.” derdi. Kimi zamanlarda da:“Gâvurun kurşunu bütün ailemi kırdı da bir beni öldürmedi, bir ben hayatta kaldım. Meğer bu günleri görecekmişim de ölmemişim, daha çekecek ne çilem varmış Allah’ım.” der. Ağlayarak sızlanırdı.
Anneannemin “Gâvurun kurşunu” dediği şey, kendisi daha yedi yaşındayken yaşamış olduğu katliamın acı izleriydi. O bu hazin hikâyesini her zaman gözyaşları içinde anlatırdı. Bu yüzdendir ki: “Ne zaman bir savaş sözü duysam, savaşın soğuk yüzünü içimde daha bir acı duyarım. O duyduğum acı içimde daha da katlanır ve hüzünlenirim.“ derdi.
Sevgili Anneannemin bu acı öyküsü herkesin bildiği ve dedelerimizin muhacirlik dönemi diye adlandırdığı, 1915–1916 yıllarında Rus ve Ermeni askerlerinin Doğu Karadeniz Bölgesinin Harşit Çayı boylarına kadar işgal ettiği dönemi kapsamaktadır. O dönem herkesin canını kurtarmak adına evlerini terk ederek batıya doğru zorunlu olarak göç etmeye başladığı çileli yıllardı. İşte bu zorunlu göç Anneannemin köyü, bugünkü adıyla Karademir (İregür) Köyünde de başlamıştır. Anneannem, o zaman Yusufoğlu ailesinin ileri gelenlerinden ve çarıkçılıkla uğraşan Şaban’ın torunu hacı Talip’in kızıdır. Dede-oğul ve torunlarından oluşan, on kişilik ailenin göçe katılmaları çok güçtür. Çünkü yaşlı ve şişman olan dedenin yürüyebilmesi imkânsızdır. Hatta dede, atla götürülmek istense de bineceği at onu taşıyamamış ve başarısız olunmuştu. Dede oğluna: “Sen çocukları al ve git ben ananla kalırım, onların hayatını olsun kurtar.” diye yalvarsa da oğlu bunu kabul etmez. Zamanında görevli olarak hacca gitmiş, görmüş, geçirmiş, dindar olan ve maneviyata değer veren oğlu anasını babasını yalnız bırakmamak adına çocuklarıyla beraber köyde kalmaya karar verir. Ne olursa olsun, hep beraber olacaklardır.
Mevsim artik sonbahardır ve herkes köyü terk etmiştir. Köyden bazı erkekler vardır; ama onlar da düşman askerlere görünmemek için kaçak olarak etrafta dolaşmaktadır. Bar tek aile olarak anneannemler köyde kalmışlardır. Her geçen gün askerlerin çok yaklaştığı söylentileri artmaktadır. Anneannemin babası her ihtimale karşı beyaz çarşaftan yaptığı ve barışı simgeleyen bir bayrağı evin damına asar ki olası bir saldırıyı önlemek ister.
Sıkıntı dolu bekleyişle geçen, günlerin birinde evlerine baskınların ilki yapılır. Rahmetli Anneannem o günleri kendisi şöyle anlatırdı: “O zaman evleri siyah ve beyaz üniformalı iki çeşit asker dolaşırdı. Bu askerlerin, siyah üniformalı olanlarının Ermeni askerleri olduğu, beyaz üniformalı olan askerlerin de Rus askerleri olduğu söylenirdi. Rus askerlerine göre Ermeni askerleri insanlara karşı daha zalim davranıyorlardı. Evimize yapılan ilk baskında bir grup Rus askerleri geldi, evde asker var mı, diyerek arama yaptılar. Giderken de babamı tartaklayarak yanlarında götürdüler. Bizler peşinden gözümüz yaşlı bakakalmıştık ve hiçbir şey yapamamıştık. Babamın o hali gözümün önünden hiçbir zaman gitmez ve bu bizim onu son görüşümüzdü. Artık, evde babasızdık korkumuzdan dışarı bile çıkamıyorduk. Ahırdaki hayvanlardan bile zor haber alıyorduk.
Yine günün birinde bir gurup siyah üniformalı askerler aniden evimize girerek tüfek ve süngülerle saldırmaya başlamışlardı. Ben o anda beşikteki kardeşimin arkasına gizlenmeye çalıştığımı hatırlıyorum, bayılmışım. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum uyandığımda etrafımda bir kaç inilti dışında hiç ses yoktu. Beşikteki bebek de dâhil herkes bir tarafa yayılmıştı. Dedem, büyük anam, anam, Saliha ve Hacer Ablam, Kazım Abim haricinde kimseden ses seda çıkmıyordu. Ölmüşlerdi… Ama ben onları uyuyor sanıyordum. Abim ve ablalarım da yaralıydı, kimisinin karınları dışarı çıkmış ve delik deşik bir vaziyette yatıyorlar: ‘Su su…’ diye inliyorlardı. Hacer Ablam, ayağa kalkmak istedi; ama kalkamadı. Kapının önüne yığıldı kaldı. Bu arada ben de sol omzumdan yaralanmıştım arada bir sendeliyordum. Arada da, ablalarıma su ve süt vermeye çalışıyordum. Zaman sonra abimden de ses kesilmişti. Bir ara birkaç asker yine evimize gelmiş ne dediklerini bilmediğim bir homurtuyla süngülerini bana ve ablama yönelttikleri sırada ablam: ‘Be askerler biz size ne yaptık, biz zaten ölüyoruz bu çocuk size ne yapabilir?’ diye ağlayınca o gâvurlar ne dediğimizi anlamış gibi merhamete geldi de silahlarını indirerek geçip gittiler.
O gün askerlerden kaçak yaşayan amcam bizden haber almak için eve geldiğinde korkunç manzarayı görünce: ‘Size böyle ne yaptılar?’ diyerek ne yapacağını şaşırdı. Bir yandan da askerler yine gelirler diye korkuyordu. Yaralı olan Saliha ablam amcama: ‘Amca bizim yaramız ağır, çok yaşamayız ama Asiye’nin (Anneannem) yarası önemli değil onu yanında götür, burada yalnız kalamaz.’ dedi. Amcam da: ‘Şu anda her taraf asker kaynıyor şimdi götüremem; ama gece gelir alırım.’ diyerek yanına biraz ekmek ve birkaç giyim çarık alarak evden çıkmıştı ki dışarıya bir kıyamet kopmuştu. Amcam dışarıda askerlerle karşılaşmıştı. Ben korkudan hemen ölülerin arasına yatmıştım, maksadım ölü taklidi yaparak canımı kurtarmaktı. Gürültü sesleri kesildikten sonra tekrar ayağa kalkabilmiştim. O geceyi evde geçirmiştim, yine aynı gece Saliha Ablam da ölmüştü ve amcam da beni almaya gelememişti. Ertesi sabah uyandığımda ahırdaki hayvanlar bağırıp duruyordu. Hemen ilk iş olarak hayvanları dışarı salmak için yavaşça dışarı çıktım. Hem korkuyor, hem de gidiyordum. Ahır kapısına geldiğimde, burada, amcamın giderken yanına aldığı ekmek ve çarık çıkınına rastladım. Belliydi ki amcam, aldıklarını askerlerden kaçarken düşürmüştü. Ben, hemen ahırdaki bütün hayvanları dışarı saldım. Artık hayvanların nereye gidecekleri önemli değildi. En azından, açlıktan bağırmayacaklardı.
O günüm de evde asker korkusuyla geçmişti. Ne zaman askerlerin geldiğini duysam ölülerin arasına yatıyordum ve onlar süngüleriyle sağ olan var mı, diye yokluyorlardı. Bu yoklamalara benim bedenim de maruz kalıyordu; ama bunlara rağmen Allah’tan sağ olduğumu anlamadılar.
Korku içinde, bir gün daha akşam olmuştu. Evde ne süt ne de ekmek kalmıştı. Hacer Ablam: “Su su...” diye inliyor, bağırıyordu. Artık evde su da bitmisti, bana : ‘Git pınardan su getir.’ diye yalvarıyordu. Pınar evden yaklaşık olarak ikiyüz metre aşağıdaydı ve gece gitmeye korkuyordum. Sonunda ablamın feryatlarına dayanamayarak su kabıyla pınara gitmek için evden çıktım. Etraf çok karanlıktı ve çok korkuyordum. Mısır tarlamızın kenarından aşağı yavaş yavaş gidiyordum ki tarladadan gelen gürültülü bir ses duydum. Korkudan hemen yere çöktüm. Ellerimle başımı tutarak olduğum yerde saklanmaya çalışıyordum. Bir hışırtı sesinin arkama yaklaştığını duyuyordum ; ama kıpırdamıyordum. Tam ensemde sabah dışarı saldığm yavru atımızın kişnemesini duydum. Duyduğum korku birden sevince dönmüştü. Sanki bana, korkma ben buradayım, dercesine beni koklayıp duruyordu ve bu sayede bütün korkularım gitmişti. O gece ondan aldığım güçle ablama su taşıdım. Sonunda, sabaha karşı ablam bana : ‘Gel artık sen de yat, seni de bunalttım, daha su istemiyorum, gel sen de yat artık.’ deyince ben de yattım. O sabah uyandığımda güneş epeyce yükselmişti. Hacer Ablama baktım hiç ses vermiyordu. O da ölmüş ben tamamen tek kalmıştım. (devam edecek)
(değerli dostlar bu öykünün devamı istendiğinde gelecektir)
emineusta2008.com/eusta/:
YORUMLAR
ne acıdır ki, böyle hikayeler -maalesef yaşanmış hikayeler- ermeni nineleri, dedeleri arasında da anlatılıyor. ne yazık ki birbirine düşman yapılıyor kardeşler... artık iki halk üzerinde oynanan bu çirkin oyunlar bitmeli. hiç olmazsa yeni kuşaklara düşmanlık değil, barış ve kardeşliği miras bırakalım.