- 774 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SANAT, ROMANTİZM, ŞİİR ve ŞAİR
“San’atsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”
M.Kemal ATATÜRK
San’at, öncelikle, bireyin, hemcinslerinden farklı olabilme, duygu, düşünce, edebiyat, resim ve heykelde kolay erişilemeyeni vücuda getirme, ortaya çıkan eseri kitlelere ulaştırarak kitlelerin beğenisini üzerinde toplama ve nihayet bu yolla kendinden sonraki zaman sürecinde nesilden nesile gönüllerde yaşayabilme, yani bir nevi ölümsüzlüğe ulaşma arzusundan doğar. En ilkel kavimlerde bile o devir için güzel sayılan, herkesin kolayca yapamayacağı mağara duvar resimlerine rastlanılması bundandır. Kişinin, kendinden bir iz, bir işaret bırakmak suretiyle, “Bu dünyada ben de varım.” deme ihtiyacıdır bu. Daha basitini söylemek gerekirse, duvara yazılan bir ilân-ı aşk, ağaç gövdesine çakıyla kazınmış bir kalp resmi ve kalp üzerine kondurulmuş sevenle sevilene ait ismin baş harfleri, bir deniz kıyısında ıslak kuma yazılmış bir söz, bir isim, otel odalarında duvara, umumî helâların kapı arkalarına, okullarda tahta sıralara, park ve bahçelerde banklara, kitle taşıma araçlarının koltuklarına, kimse görmeden alel acele yazılıveren yazı, çiziktirilen resim ve şekiller, aslında bireylerin içinde taşıdıkları duygu ve düşünceleri açığa vurma ve başkalarına duyurma arzusudur. Kişinin, benliğini belirginleştirme çabasıdır. Biçimi ne olursa olsun, bu işlev yerine getirilirken, bireyin içinde yer aldığı toplumun benimsemiş olduğu değer yargıları, yaşama biçimi, örf ve adetleri, gelenek görenekleri, toplumun bilim ve teknikte ulaşmış olduğu seviye, dünya ülkeleri ile ticaret ve kültür alış verişine dayalı ilişki biçimi, kısaca ekonomik ve sosyal refah seviyesi, san’atla uğraşan kişiyi tesiri altında tutar. Toplumdan gelen bu tesirler altında ortaya çıkan san’at ürünleri ve san’atçı tipi o toplumun ortak genel kültür seviyesini oluşturur.
Bu bakımdan, her toplumda san’at ve onu icra eden san’atçılar daima vardır.
Romantizm san’atın mayasıdır. Dozunu tam ayarlayabilmek de san’atçının görevi ve başarısı.
Ne, çok hayâl gerektir insanoğluna, ne de, gerçeğin ta kendisi. Öyle bir deniz olmalı ki yüzdüğümüz, ayaklarımız ne tam yere değmeli, ne de suyun tam üstünde olmalıyız.
Bütün san‘at türleri hayâl unsuru ihtiva etmek zorundadır. Bizi, üzerinde yaşadığımız dünyadan başka dünyalara götürebilmek, başka atmosferleri teneffüs ettirebilmek ancak bu sayede mümkün olabilir. San’at eseri, gücünü ve değerini bu etkisinden alır.
Her san’at kolunun mayasında şiir mevcuttur. Resim, görsel şiir; müzik, işitsel şiir; heykel, hem görsel hem dokunsal şiirden başka bir şey değildir.
Şair neyi yazar ? Niye yazar ?
O şiirini yazarken ruhundaki bir takım kıpırdanış ve çırpınışların etkisindedir. Şair, içinde aniden beliren çırpınışların gerçek sebebini bilemez. Bunların neler olacağını da önceden kestiremez ve sezemez. Sadece bu çırpınışları, bu ahenk ve mana bileşimini gerektiğince ifadeye çalışır. Şiirinin hamurunu gizli bir alemin büyüsü ve yine o alemin esrarlı musikîsiyle yoğurur. Birbiriyle ses ve anlamca en uygun kelimeleri ve deyişleri kullanarak, bir ölçü ve nizam dahilinde mısralarını düzenler, bize sunar. Bizler de şiiri tadarız. Bu tadıştaki lezzetle ayaklarımız altındaki dünyanın yavaş yavaş çekildiğini hisseder, birden bire kendimizi başka alemlerin sihirli yaşantısı içinde buluruz.
Şair, şiirini kendisi için yazmaz. Şiirin esrarlı havasını o zaten yaşamıştır. Gayesi, bu havayı tespit ve muhafaza edip başkalarına da yaşatmaktır. Bu yüzden şiirlerinin okunmasını ister, alâka ve beğeni bekler. O, nasılsa bu dünyadan kolayca ayrılıp bilmediğimiz atmosferlerde çeşitli gezintiler yapabilmektedir. Bu gezintiler esnasında gördüklerini, hissettiklerini duyurmak şairin esas gayesidir.
Her insanın, üzerinde yaşadığımız bu dünyadan ayrı olarak bir de şiir dünyası vardır. İşte şair, bu ikincisinde çok daha sık gezintilere çıkıp oradan demet demet duyuş, düşünce ve musikî getiren kişidir.
Her insan biraz şair doğar ama her insan şair olamaz. Herkesin kendi şiir dünyasının kapısı bir miktar aralıktır. Bu kapının ardındaki güzellikler göz kırparak davette bulunurlar. Bu davete kayıtsız kalmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden her insan ömrü boyunca zaman zaman bu kapının ötesine varıp kendisini böylesine değişik bir dünyanın sorumsuzluğu ve güzelliğinin sinesine bırakır. Bu bambaşka ruh halini, yani şiir anını yaşamamış bir insan düşünülemez. Şair bu anı bir çok defa yaşayan ve dünyamıza aksettirerek bizlere de yaşatmaya çalışan ender kişidir. Şair bu yüzden dalgındır, düşüncelidir. Varlığı burada yanıbaşımızda gibi göründüğü zamanların çoğunda, o belki, yeni duyuş ve düşünceler derlemek üzere zaman ve mekân üstü bir seyahattedir.
ŞAİR DENEN YARATIK
Biz gaip ülkelerin gizli elçileriyiz
Her gün belki bin kere, gaibe seferîyiz.
Tılsım sihir ve büyü yüküyle göçe kalktık
Manyetik semalarda kırk yıl kanat çırparak
Süt gölünde çöp ile arzın falına baktık
Bir ilâhî el bize bu yerleri gösterdi
“Burası vatan size” dedi billûrdan bir ses
Uçtuk süzüldük konduk, bu pek mahzun bir yerdi
Ne kahkahalar vardı ne insanlarda heves
Donuk bakışları biz bir sihirle çözdük de
Kendini gördü insan ve kendinden utandı
Yaprak bulup örtündü bir haz doğdu kalbinde
Güldü sevdi ağladı, arzu ile kıvrandı
Göze bir hoş göründü manolya zambak lâle
Kimse belki kendini sevmemişti bu kadar
Ruhları böylesine bambaşka alemlere
Götüren bu büyüye “ŞİİR” dedi insanlar
Biz gaip ülkelerin gizli elçileriyiz
Her gün belki bin kere gaibe seferîyiz.
(23.Kasım.1975 – Babaeski)
Şiirde esas olan, anlatılan konunun ne olduğu değil, nasıl anlatıldığıdır, yani söyleyiş biçimidir. Herkesin bildiği sözcükleri kullanarak, herkesin kolaylıkla beceremeyeceği bir terkip yaratabilmektir.
Bu yüzden Jean COCTEAU ‘nun şu sözünü çok beğenirim, hattâ düstûr kabul ederim:
“Bir şiir hiçbir dile çevrilemez,
yazılmış olduğu dile bile.”
Şiirde kelimelerin yerlerini değiştirmeye kalkarsanız şiirin anlamı, sihiri, büyüsü bozulur. Ve zaten o, açıklanmaya muhtaç değildir. Çünki şiir, söz dizim san’atının doruğudur. Onun fevkinde anlatım olamaz. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir röportajında şöyle der: “Yanyana iki kelimeye dikkatle bakılırsa, bunların hangi türden olduğu, şiirden mi, öyküden mi düştüğü hemen anlaşılır.”
Şiire dair inancımı yansıtan bir şiirle bu yazıya veda edelim:
ŞİİR
Ey dost şuna inan ki benim şiirden umduğum
Ne servettir ne şöhret ne de ekmek parası
Eğer bütün insanlar şi’rle söyleşse idi
Eminim ki dünyada olmazdı dil yarası
O en lezîz en nefis, o en hafif lisan o
Düşüncede sentez o, söyleyişte iz’an o
Tanrı ‘dan biz kullara en şerefli ihsan o
Şiir nere küf’r nere, nere sarhoş nârası
(24.Mayıs.1975 – İstanbul)
- Zekâi BUDAK -
YORUMLAR
valla ne diyeyim, kalkıp tuvalet kapısı arkasındaki yazıları da sanat yaptınız ya:))
siz neden şiiri ele alırken, şiir yazmak ya da değerlendirmek için belli bir eğitimden geçilmesi gerektiğine dair bir vurgu yapmadınız. belki eğitim şiir için herşey değildir ama önemlidir bence.
aslında şiir çevirleri için değil de mesala roman çevirleri de gerçeği pek yansıtmaz. sonuçta her çeviri bir yorumdur. mesala iki dil biliyorum. Türkçe ve Kürtçe. gerçekten de çeviri işi olduğunda bu her iki dilde anlam kaybeder.