Hisseme düşen dünya (IV)
Geçmişi gözlemleyen bir güruhun yanından geçerken, toplu haykırışla hayret nidasına başımızı çeviriyoruz. Genlerimizde kırıntısı kalan merakımızın esaretinde yanlarına sokuluyoruz. Aynı sinema perdesine dikkat kesilmiş, dilimize vuran tat bu sefer çöl kurusu. Evet, oynayan filme bizde şahidiz. Kıtlık ve bereket yan yana. Züleyha, en nadide giysilerini giymiş. El dokuması şallı ipeklerin şeffaflığından vücut hatları daha ziyade cezbe edici bir renk alıyor. “O ona beri gel!” diye seslenince; Yusuf “Ben Allah’tan korkarım!” diye ret karşılığını veriyor. Sonrası iftira ve 12 yıl süren zindan hayatı.
Yaklaşıp yanına, düğümlerini çözemediğim rüyalarımı tabir ettirsem diyorum Yusuf’a. Yaldızlı tereddütlerim başıma üşüşüyor. Sanki olmadan olacağı bilsem huzurum mu artacak? Hayır! Ben sırra kadem basan efkarımın sükunetinde, yarından ümit beslenerek yaşamayı tercih ederim. Zira deminler de Azrail’in resmini de işaret ettiler ama ben bakmadım. Canımla barışıklığıma son verecek memura sitemkar olmayı arzu etmiyorum. Kaldı ki, düşler ötesi alemin erbabı müşahede ettiği manzaraların hiçbir yerinde rüşvet ve iltimasa tevessül etmediler. Merak ettiğine vasıl olmayan hiçbir meraklı görmedim, çünkü her tin, elini uzattığına vakıf oluveriyordu.
Harman tozunda burun delikleri çeper tutmuş bir çocuk, yalın ayak dövenin üzerine yığılmış, ikindi serinliğini iple çekercesine elindeki sopayı sapa-samana vurarak, öküzleri değil de adeta zamanı hay haylıyordu. Bilmiyordu, toprak ve onu ikmal eden madensiler ne kadar saf ve ne kadar tabii. Bildiği gördüğü, yaz boyunca yakınlarının yanına gezmeye gelen, kısa pantolonlu ve tişörtlü bebelerin güler yüzü, hayretli bakışları ardındaki gizem ve bu görüntüyü veren yaşama olan heves, özlemdi. O bu başıboş gezen çocukların daha şanslı olduklarını ve daha mükemmel bir hayat sürdüklerine inanıyordu. Kemerlerinin altına sıkıştırdıkları çizgi romanları eline geçtikçe zevkle okuduğu ve kent yaşamına olan arzusunu bir kat daha artıran, bir başka çekici taraflarıydı.
Dilleri değirmen taşı gibi ağır insanların kapsama alanından çıkmak, esaret altındayken ne büyük ütopya! Bence özgürlük (akıl ve vücut sağlığı) cennet yaşamı için verilen avans, önkoşullu ödeme ne var ki, biz aldığımız avansın verdiği rehavet içerisinde borçların vadesini unutur, gerçekle yüzleştiğimizde yalan yanlışa itibar ederek yangına tutuşuruz. İnsanı tarif eden levhalara baktığımda, insana ait olmayan bir dizi ayıpları huy edindiğimizi anlıyor ve suçlanarak yüzümün kızardığını belli etmemek için yere bakıyorum. Sırf insan olmaya çalıştıkları için ayıplanan, deli diye vasıflandırılan kişilerin çetelesi ne çok kabarık! Burada aklını okuyan bir çağırıcı şöyle diyor; “Bütün işler dilin laf üretmesi ile başlar. Söylediğinize dikkat edin, sözlerinizin hesabını verecek olursunuz!
Mozart’ın yazdığı konçertolar, ses perdelerine olan ilgisi ve yeteneği, onların bir çırpıda ahenk içerisinde üflenmesi neticesinde ritme ve estetiğe olan açlığımızı doyuruyorsa, bir adım daha ileri gittiğimizde istinatların, ilk hareketlerin ifade ve okunuş şekline de bir o kadar ilgili duyuyoruz. Bir lokma yiyecekle hayata dönecek kimsenin açlığı kadar iştah ve istek var bazı kriter düşkünü bilgi tiryakilerinde. Onlara hayran olmamak mümkün mü? Değil yanına yaklaşmak, henüz istikametinizi doğrulttuğunuzda, siz demeden o size merhaba diyor. Onun için midir diye soruyorum, kendi kendime; Gönül zenginlerinin hiç birikmiş parası olmaz! Zira işleri dünyayı değil, zihinleri mamur etmektir. Böyle yürek ustalarına ebedi öğrenci olmak iştiyakı var içimde.
Ücret ödemeden, temizini alıp kirlenmişini aynı ortama koy verdiğimiz bir tek hava var. Bedava olduğu için oksijen üreten çevrenin diri ve canlı, tabii tutulmasına pek önem vermiyoruz. Halbuki maddenin bölünmüşlüğü sırrında, bize şen şakrak şarkıları söyletme hevesi ve arzusu bile hava şartları vasıtası ile alıp veriyoruz. Makro düzeyde pek etkisinin olmadığı hesap edilen afaki bir hapşırma, mikro alemde tufandır belki. O nedenle, hesapsız (sorumsuz) yaşamak mı? Hayır! Zaman, çağ beni neresinde bezm’ine almışsa, bezginlik göstermeden, düşe-kalka da olsa tabiatı tabiatına uygun olarak anlayıp okumak için çalışmalıyım. Düşündükçe varlığımın ağırlığını hissediyorum..
Mehmet Sani Özel
05.05.2007