Sevgili İçin Makbûl Olan Kalb'dir
Muhib, sevgilinin aşkının verdiği sarhoşluk ile kendinden geçmiş bir vaziyette oradan oraya sürüklenip duruyordu. Yemeden içmeden kesilmiş ve kılık kıyafetine bakacak bir hali de kalmamıştı. Elbiseleri yırtılmış, ayakkabısı sökülmüştü. Lakin Muhib ne açlığının farkında idi ne de perişan olan giyeceklerinin.
Yine birgün Buhara şehrinden geçerken Muhib’i gören şehir ahalisi onu hemen tanıdı ve yanına doğru koşuştular. Halini, hatrını sordular. Doya doya sohbet ettiler. Biliyorlardı ki hakikatli bir âşığın sohbeti onca ibadetü taatten daha faydalı idi. Çünkü ruhsuzca yapılmış bir amel, ruh sahibi bir âşığın bir cümlesi değerinde bile olamazdı. Epey bir müddet sohbet edildikten sonra Muhibin yerinden doğrulduğunu gören şehirliler onu omuzundan tutarak son birşey söylemeyi arzu ettiklerini ilettiler. Muhib `evet, söyleyin` manasında işaret edince, ahali:
- Ey Muhib! Biz biliriz ki sen iyi bir âşıksın. Bu mesleğin hakkını veren civanmerdlerdensin. Lakin şu halini gören biz ve daha niceleri taaccüb ediyor. Bu hale bir mana veremiyor. Böylesi bir aşık nasıl olurda bu kıyafetler içinde bulunur diyor. Onca insan var ki layık olmadığı halde ipekten ve atlastan kıyafetler içinde iken; o elbiselere sen layık olduğun halde bu vaziyettesin. Bu nasıl bir iştir?, dediler.
Muhib, derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı, başı her zaman ki gibi yerde idi, konuşmaya başladı:
- Sizin şu gördüğünüz halim sakın ola sizi aldatmasın. Ben evvelce zaman öyle giyinirdim ki giydiğim elbiselerin bir eşi daha bulunduğum memlekette kimsenin üzerinde bulunmazdı. Asr-ı saadet de Musab ne ise ben de kendi zamanımda Musab`ın bir benzeri idim. Ayağıma giydiğim bir ayakkabı, 7 deve yükü altından daha kıymetli idi. Üzerimde ki hırkama değer biçilemezdi. Amma ne zaman ki o güneş gözümü aldı, bu yüzden aklımı kaybettim. İşte o zaman anladım ki bütün bunlar bir oyun ve eğlencedir. İnsanların birbirine karşı övündüğü şeylerden ibarettir. Cânân`ın aşkı ciğerimi yaktıkça, daha iyi bildim. Ve o sözü söylediği andan beri elbise namına kalbimdeki bütün arzuları söküp attım.
Muhib anlattıkça şehir ahalisi daha bilmedikleri pek çok şeyin olduğunu anlamaktaydılar. Muhib`in bir müddet sustuğunu gören biri araya girdi:
- Ey Muhib! Cânân sana ne demişti? Söylemeyecek misin?, deyince Muhib cevab verdi:
- Cânân ne demişti... Ne dememişti ki... Yine birgün evinin kapısına dayanmıştım. Üzerimde pek kıymetli elbiseler, her zaman olduğu gibi. Bu halimden memnun olacağını düşünüyor ve ondan iltifat bekliyordum. Birden kapıda göründü. Üzerimdeki kıyafetlerimi görünce yanıma gelmeye bile tenüzzül etmedi, bulunduğu yerden seslendi:
- Ey Muhib! Hala anlamayacak mısın? Benim yanımda muteber olan kılık-kıyafet değildir. Ben bunlara değer vermem. Ben ancak aşk ateşi ile yanmış bir kalbe teveccüh ederim. Ona kıymet verir ve onu kabul ederim.
İşte Cânân`ınımın bu sözünün üzerinden kaç zaman geçti bilmiyorum. Ama şu gördüğünüz elbiselerim onun bu sözleri söylediği an üzerimde bulunan elbiselerimdir. O gün bu gündür başka bir elbise giymiş değilim. Bütün elbiselerimi bir ateşe verdim, onları terkettim. Ve şimdi herşeyimle kalbime yönelmiş bir vaziyettteyim.
Muhib`i işiten şehirliler bir üzerlerindeki elbiselere baktılar, bir de kalblerini yokladılar.
Sonra ne mi oldu?
Ne olacak hiçbir şey...
Bir Cânân olmadan ne olabilir ki?...
Ankara, Aralık 2007