- 924 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
MASAL
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bundan uzun zaman önce biraz da “uzak” kelimesinin uzaklığında ve belirsizliğinde var olan, var oluşuyla da bir parça bir ihtimale benzeyen bir şehirde bir Bey yaşarmış. Beyin genç ve güzeller güzeli bir kızı varmış. Güzellik, Beyin kızının kaçınılmaz kaderiymiş ve tıpkı diğer güzellikler gibi tehlikeliymiş ve işte bu güzellik her anıldığında ısrarla başka bir masal doğuruyormuş. Kız büyüyüp evlenme çağına gelince şehre komşu köylerden, üç genç talibi çıkmış kızın. Bey insanlarına tepeden bakan, zengin fakir ayrımı yapan biri değilmiş. Ayrıca toplumsal hiyerarşiden ve aristokrasiden de nefret edermiş. Ama işte güzeller güzeli kızını aynı anda üç genç isteyince kızını hangi gence vereceğine bir türlü karar verememiş. Düşünmüş, taşınmış ve en sonunda bu soruna çözüm olabilecek, olmasa da bu sorunu erteleyecek, ertelemezse de kızının kaderini sonsuza kadar değiştirecek bir karar almış. Üç genci de konağına çağırmış. Gençler konağa geldiklerinde vakit ikindiymiş. Bey, gençleri, konağının genelde kutlamaların yapıldığı geniş salonunda kabul etmiş. Pencerelerden içeri giderek incelen, inceldikçe de hüzünlenen bir ikindi ışığı giriyor, salondaki her şeyle beraber salondakilerin yüzünü de giderek silikleştirirken hüzünlendiriyormuş. Bey, sarf ettiği ilk sözcücükle ortalıkta giderek bir balon gibi şişmeye başlayan sessizliği dağıtmış. Hepinizin birbirinden farklı diyarlara gitmesini istiyorum, demiş, sonra duraksamış ve gençlerin yüzlerindeki ifadeleri, onların bu ilk cümleye verdikleri tepkiyi anlamaya çalışmış. Gençler heykel gibiymiş. Sonra sesiyle, ortalık yere yeniden birikmeye başlayan sessizliği dağıtarak, hepiniz gittiğiniz diyarda kendinize bir iş bulacak ve çalışacaksınız. Aranızdan her kim yüz altın biriktirip konağa ilk ulaşırsa kızımla evlenecektir, demiş. Beyin bu teklifi hepsi de dürüst, çalışkan, azimli ve fakir olan gençlere mantıklı gelmiş. Gençler Beyin bu isteğini kabul etmişler. Bunun üzerine Bey bakışlarını ışığı en çok alan pencerelerden birine çevirerek zamanı kollamaya çalışmış. O an pencerenin ve pencereden içeri giren ışığın önünden irice bir kuş geçtiğini de fark etmiş ve yüzü hala pencerede, gençlere bakmaksızın, süreniz, demiş şu anda başlamıştır. Gençler izin isteyip konaktan ayrılmışlar. Onlar konaktan çıktıklarında ise güneş uzak mor dağların ardına doğru iyice alçalmaktaymış. Üçü de sessizmiş gençlerin. Üçü de şehrin dışına çıkıp köylerine giden yol ağzında birbirlerinden ayrılırlarken aralarından biri, keşke, demiş, Bey bir de kızına danışsaydı. Diğerleri bir an dönüp sözü söyleyen gence bakmışlar ama sessizliklerini de hiç bozmamışlar. Akşamın son demlerine doğru zaman geceye dönüşürken üç yorgun atlı parmağıyla hep uzakları işret edermiş gibi duran tozlu yolların en ötesine doğru ağır ağır kaybolmuşlar. İşte Onlar uzaklara doğru kaybolurlarken Beyin konağının arkasında bir dolunay doğuyormuş
Oysa Beyin kızının sevdiği büyücü varmış. Her dolunayda Beyin heybetli köşkünün arkasındaki küçük yeşil koruluktaki bir küçük ağaç kovuğunda buluşur, hasret giderir o dar zamanda birbirlerinin gözlerinin içine dalar giderlermiş. İşte son buluşmalarında büyücü sevgilisi, kıza babasının kendisini evlendirmek için üç gençle görüştüğünü ve onlara gurbete gidip yüz altın kazanmaları şartıyla kızıyla evlenmelerini kabul edeceğini söylediğini söylemiş. Kız, babasının kendisinden habersiz böyle bir işe kalkıştığını duyunca çok kızmış. Sonra üzülmüş. Üzülme, demiş büyücü, sevgilisi, kıza, şalvarının cebinden çıkardığı içinde kırmızı bir sıvı bulunan küçük bir şişe vermiş. Al bunu, evine dön, demiş. Yatağına uzan ve bu şişenin içindekini iç. Güven bana sevgilim her şey yoluna girecek ve bir daha hiç ayrılmayacağız. Tedirgin, ince narin, Beyaz ve üşümüş elleriyle tutmuş genç kız şişeyi. Ay batıyormuş ve pek vakitleri yokmuş yine o gece. Genç kız gizlice girmiş konağa sevgilisinin dudaklarına veda ettikten sonra. Ayın giderek kaybolan mavi ışığının altında. Koridorlar, bahçeler, kapılar, salonlar geçtikten sonra odasına varmış. Odasına vardığında ay uzak dağların ardında kayboluyormuş. Yatağına uzanmış genç kız ve büyücü sevgilisinin kendine söylediği o son cümleyi hatırlamış: " Bir daha hiç ayrılmayacağız " tedirgin, ince narin, beyaz ve üşümüş elinde tuttuğu şişenin kapağını açmış ve şişeyi bir dikişte içmiş. Genç kızın zihnine bembeyaz bir düşün sessizliği yayılmaya başlamış. Belki bir yaranın kanaması gibi. Yavaş. Sevgilisinin verdiği küçük şişe tedirgin, ince narin, beyaz ve üşümüş elinden kayıp yere düşmüş. Şişe yere düşer düşmez tuzla buz olmuş. Kaybolup gitmiş gecenin giderek solan mavi karanlığında.
Şimdi sıra büyücüdeymiş. Sevgilisinin dudaklarına veda ettikten ve tedirgin, ince narin, beyaz ve üşümüş eline, içinde kırmızı bir sıvı bulunan küçük şişeyi verdikten sonra Beyaz atına atlayıp dörtnala kalkmış. Beyaz atı altında mavisi giderek solan gecede hızlanıp neredeyse sündükçe aklındaki plan giderek netleşiyormuş. İşte O, atıyla dörtnala ilerlerken birden bir karanlık ve sessiz ormanın önünde duruvermiş. Dolunayın geceyi bir soluk mavi örtü gibi kaplayan ışığında sessizliği bozan, aygırın koca bir körük gibi inip inip kalkan nefesi ve yine onun bedeninde köpük köpük olmuş terin keskin kokusundan başka bir şey değilmiş. Büyücü beklemiş. Uygun anı kollamış. Sonra ağzından o sihirli kelimeleri fısıldamış. Kelimeler korkunç kara bir delikten çıkan çatal dilli kara bir yılan gibi ormana doğru kaybolmuş. O an ormandaki her ağaç, her ot, her kuş, her kurt kısacası tüm mahlûkat gerilmiş esnemiş kopacak gibi olmuş zaman ve kendini koyu vermiş. Birden incecik ipliklere benzeyen çığlıklar kopmuş ormandan. Sanki gece karanlık kuşlar kılığına girmiş de birden havalanıvermiş. İşte o karanlık kuşlar ayın, dağların ardında kaybolduğu noktada giderek görünmez olurken üç gencin yerini aramaya gidiyorlarmış.
Çok geçmeden üç gencin de yerlerini bulmuş büyücü ve beklemeye başlamış. Zaman ondan yanaymış. Çünkü büyü, belki de en çok sabrı gerektiren bir şeymiş.
Vakti geldiğinde ilk gencin karşısına bir ayna satıcısı olarak çıkmış büyücü. Ona istediğini istediğinde gösteren hatta kapalı kapılar ardında saklanılıp yıllarca kimselere söylenmeyen sırları kendi sırrında saklayan kenarları altın sırmalarla bezeli bir ayna satmış. Gencin yüz altınını almış. İkinci gencin karşısına bir halı satıcısı olarak çıkmış ve ona mesafeleri uçarak yok eden küçücük kızların sabahların kör vakitlerinde tıpkı onların renk renk örgülü saçlarına benzeyen, yataklarındaki sıcacık yorganlarda yaşayan uykularını düşlerini feda edip tezgâh başlarında incecik parmaklarıyla kökboyasıyla boyalı iplerle nakış nakış dokudukları, nefesi kuvvetli hocaların okudukları sularla kutsanmış bir halı satmış. Bu gencin de yüz altınını almış. Son gencin karşısına çıkmış ve güneş altında hava ısındıkça güneşin rengini alan özenle yetiştirilmiş, her derde deva olacak bir limon satmış. Bu gencin de yüz altınını almış. Tüm bu işlerini bitirip kara atına atlayarak gizli sığınağının yolunu tuttuğunda gençlerden topladığı üç yüz altın kesesinde şıngırdayıp duruyormuş.
Gerisi masalın işi diye düşünmüş büyücü. Eğer olacaksa geri kalanlar bu masalın büyüsünün içinde olacak. Yoksa sevgilisi sonsuza kadar uyuyacak. Her şeye sonuna kadar müdahale edilmiş bir masal ne kadar büyülü olabilir ki? Öyle de olmuş. Üç genç bir kavşakta buluşmuş. Birbirlerinden haberdar değillermiş. Birbirlerinin hikâyelerinden ve birbirlerinin aşklarından. Hepsi sonuna kadar iyi niyetli. En berrak yüzlü delikanlı satın aldığı aynayı çıkartıp sevgilisinin o an ne yaptığını görmek istemiş. İşte o an masalın düğümü yavaşça gevşemiş. Suret görünmüş ve üç genç de aynı kıza sevdalandıklarını anlamışlar. Ama kız, babasının konağının geniş bahçesinde güller bülbüller içinde koşup oynamıyormuş. Bir yatakta cansız bir beden. Görmüşler. Birbirilerine meydan okumaya bile vakit yokmuş. Sihirli halısını çıkarmış ikinci delikanlı, atlayın, demiş hemen varalım konağa. Bir solukta varmışlar konağa. Kızın başucunda bitivermişler. Kızın amansız bir hastalığa yakalandığını ve hiç bir hekimin kızın hastalığına çare bulamadığını söylemiş oradakiler. Üçüncü genç kökboyalarıyla nakışlı heybesinden şifalı limonu çıkarmış sapı elma ağacından çakısıyla ikiye bölmüş limonu, hasta kızın ağzına damlatmış. O an kızın soluk yanakları pembeleşmiş. Bedenine can gelmiş. Gözlerini aralamış. Ağzından, oradakilerin anlayamadığı kelimeler dökülmüş. Herkes bir sevinç tufanına yakalanmış. Şimdi herkes mutluymuş. Sırf Beyin kızı iyileşti diye. O kadar kendinden geçmişler ki konaktakiler, dışarıda birden kopuveren fırtınaya, gri karanlık bulutlara ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmura aldırmamışlar bile. Çünkü aldırmamak ile fark etmemek arasında saç teli kadar ince bir ayrım varmış. En çok Bey mutluymuş. Kırk gün kırk gece şenlik başlatmış, delikanlıları huzuruna çağırtmış hepsinin hikâyesini ayrı ayrı dinlemiş. Her hikâyenin bir diğeriyle akrabalığını sezmiş zihninin en ırak köşelerinde; ama fark edememiş. Onları şenliğe göndermiş. Şimdi kafasında bir içinden çıkılmaz soru varmış: kızı hangi delikanlıya verecekmiş. Konağın geniş, dillere destan bahçesine çıkmış. Elleri arkasında, bu çetin sorunun cevabını aramaya koyulmuş. Konaktakiler ise geniş salonlarda sabahlara kadar yiyip içmiş dans edip eğlenmişler. Sabah olunca akşama kadar uyumuş sonra akşam tekrar uyanmış yine sabaha kadar yiyip içip eğlenmiş dans etmiş eğlenmiş sonra yine uyumuşlar. Bey ise bahçede kafasında işte o amansız soruyla boğuşup duruyormuş. Kızını hangi delikanlıya verecekmiş? Aynasında kızının hasta olduğunu gören mi? sihirli halısıyla onları konağa yetiştirene mi? yoksa şifalı limonuyla kızını iyileştirene mi? zaman daralıyor kırk gün gelip geçiyormuş. Bey ise düşünceleriyle türettiği bir derin kuyuda giderek kayboluyor, yeryüzünden giderek uzaklaşıyormuş. İşte günler bu minval üzerine gelip geçmiş. Kırkıncı günün sabahı Bey yine elleri arkasında dillere destan bahçesinde bir aşağı bir yukarı volta atarken başının üzerindeki mavi sonsuzluktan süzülüp bahçesine giren ve ayağında bir mektup taşıyan Beyaz kargayı fark etmemiş. Çünkü aldırmamak ile fark etmemek arasında saç teli kadar ince bir ayrım varmış. O kendi kuyusunun derinliklerinde ayağına bulaşan karanlık sulara aldırmadan kızını hangi delikanlıya vereceğini düşünüyormuş. Akşama doğru konaktakiler yeniden uyanıp vur patlasın çal oynasın eğlencenin son gecesini dibine kadar yaşamaya kararlı, kendilerinden geçmiş bir vaziyette curnataya dalmışlar. Son şarap fıçıları bitirilmiş, son tabak mezeler yenmiş, son kuzular kor olmuş ateşlerin üzerinde çevrilmiş, son eğlenceli türkülerin son notaları çatlamış seslerin sarhoş, şarap kokan ağızlarında tüketilmiş. Gece gelmiş karanlık upuzun saçlarını sürüye sürüye zamanın üzerinden geçmiş. Uzak mor dağların ardındaki günün ilk ışıkları ufku kızıllaştırırken Beyin kızının odasının kapısı gıcırtılı bir sesle aralanmış. Kızın üzerinde pembe tülden bir sabahlık varmış ve ayakları yalınmış. Avucunda ise bir küçük Beyaz kâğıda yazılmış kısa bir mektup varmış. Koridorlar geçmiş, kapılar açmış, kapamış. Uyuyanların arasından süzülmüş, salonlar aşmış, konağın en sessiz ve en bilinmeyen kapısından dışarı çıkmış. Konağın yüksek duvarlarının dibinde, o sessiz kapının yanı başında kendini bekleyen doru eyersiz bir aygır ve aygırın üzerinde üç karakargayı onu beklerken bulmuş. Karakargalar onu görür görmez ipince ipliklere benzeyen çığlıklar atıp giderek laciverdi bir renge bürünen gökyüzünde geniş daireler çizerek uçmaya başlamış. Kız aygırın sırtına atlamış, atın geniş güçlü sırtında kendini güvende hissetmiş, pembe göğüs uçları sertleşmiş. Ve o günün akşamı neler yaşayacağını tahmin etmiş. Aygır dağlara doğru dörtnala kalkmış ve ufukta rüzgâra kapılmış Beyaz bir mendil gibi kaybolup gitmiş. Bey ise Konağın eşsiz bahçesinde elleri arkasında bir aşağı bir yukarı dolaşıp kızını hangi delikanlıya vereceğini düşünüyormuş. Kızının hasta olduğunu görene mi? sihirli halısıyla onları konağa yetiştirene mi? yoksa şifalı limonuyla kızını iyileştirene mi? O bunları düşünürken gözleri bilincinden, bağımsız ufkun orada rüzgâra kapılmış Beyaz bir mendile takılmış. Ama Bey aldırmamış. Çünkü aldırmamak ile fark etmemek arasında saç teli kadar ince bir ayrım varmış.
YORUMLAR
Ben bu masalı okurken dilin ağırlığından dolayı yazı ruhuma sinmediği için okuma hevesim derhal kayoldu ve okumadan bıraktım; ama masal çocuklarınca hakkında bilmem nasıl karşılanır.Tekrar döner miyim emin değilim...Saygılar...
Şaban Aktaş tarafından 1/14/2009 2:30:32 PM zamanında düzenlenmiştir.