EN ŞAHANE HAYAT KIVILCIMI
“Gülümsemenin ışığında mutluluk yolundan huzur diyarına ulaşmanın minicik ve en kolay adımını gülümseyerek atmak gerekiyor. Gülümsemeyi huzura kaydırmak, huzuru ise mutluluğa sızdırmak gerekiyor. Gülümsemeli huzurun, huzurlu mutluluğun, mutlakta meyvelenmesi gerekiyor.”
Gülümseme… Güzelliği gönülde özümseme. Yaylakta, güneşle yoldaşlama; kışlakta karla kardaşlama. Yazda ferahlık gölgede serinleme; kışta, dondurucu soğukta ılıklama…
Sebepli de olsa, sebepsiz de olsa her zaman iç ruh sevimbazlığının pırıltılı ahenkte gözlerde ve yüzde ışıklanması. Bu minik bedenli insanların büyük bedenli insanlara öğrettiklerinden. Çocuklar çoğu/her zaman gülümser ve mutludurlar: Yanaklarında hep açan bir menekşe vardır. Yahut bir gül vardır. Yahut bir kasımpatı. Yahut kardelen. Veya akşamsefası. Veya hüsnü yusuf…
Her zeminde, her mevsimde gülümseyen mikro bedenli makro dünyalarının bir diğer gülümsemeli mesajı da, büyük bedenlilere; istediklerini elde etme yolundaki ısrarlı diretmeleridir. Israrlı, hedefe kenetlenmiş, bitmeyen enerjilerle safça arzulama şeklinde tezahürlenir. Çoğu zaman da sonuç almacasına; naif, nazik bazen de gözyaşı dekorludur. Gözyaşı içine dürülmüş gülümseme ve açıktan parlayan gülümseme o minik bedenlerin hayatı neşelendirmesini sağlıyor.
………..
Bir zamanlar Anadolu’mda; yeşilliğin binlercesinin göz doldurduğu güzel bir dağında, bir güzel can yaşarmış, çoban namında. Gönül kıvamında, gülümseme tahtında, taşlarla, otlarla ve hayvanlarla arkadaşçaymış. Gerektiğinde onlarla konuşur, onlarla şakalaşır ve onlarla coşkulanırmış. Binde bir geleni olursa; gönlünü minder serer, zümrüt yeşilleri duvar kurar, gökkubbeyi kameriye yapar, çiçekleri dekorlar, kuşlarla konser verirmiş… bir konuklar, pir konuklarmış. Öylesine bir can, iyiliklerle civan ve gülümseme dermanında bir şanmış, kendi divanında.
Kışın her şeyi kışladığı bir zamanda; tanıyan, tanımayan, akrabası olan olmayan herkese histeri nöbetleri yaşatan birisi ölmüş. Hayatı bin bir dert olan bu kişinin mematı daha da dert olmuş, kimse ilgilenmemiş. Ölmüşlüğüne bir kat sevinen ve yarımca üzülen karısı, “Erimdir, bu halde kalması sürümdür. Bir insandır nihayet, gömülmemesi cürümdür.” diyerek, köyde cesedi dahi istenmeyen kocasını sarmış bir battaniyeye, sırtlamış. Ve vurmuş dağa. Orada rastlamış çobana. Çoban bütün hüneriyle ve seferberliğiyle konuklamış, ağırlamış; soğuklamış bu yarı diriyi ve onun getirdiği bezginlik abidesi ölüyü. Yarı diri canlanmış, ölü mezarlanmış. Mesele tozlanmış.
Olay tuzlanmış, lakin sonlanmamış. Köy ileri gelenleri ve aklı erenleri; sağ iken faydasızlığın ve perişanlığın kitabını yazmış, yakın geçmişte hayattan kaybolmuş bu kişiyi iyi hallerde görmeye başlamışlar rüyalarında. Bu rüyalar tekrarlanır olunca, bir araya gelmişler karşılıklı doğrulamışlar gördüklerini. Ölen kişinin eşini bulmuşlar; aynileşen rüyalardan, ölenin hayatından detaylardan, cesedinin dahi köyden kovuluşundan bahsetmişler… ne yaptığını sormuşlar. O da, ölüm günündeki çaresizliğini dillendirmiş, ceset sırtında yana yakıla dağlara gidişini, soğukluğun donduruculuğunda çobanın cesedi gömmesini anlatmış. “Ne varsa o çobanda var, ondan öğrenin.” diyerek sözünü bağlamış.
Dağda çobanı bulmuşlar. Çobanın gülümsemesinde, sevgi divanhanesinin, gönül cezvesindeki kahve ikramıyla karşılanmışlar. Başkaca konuklarına ikram yapabilme imkânı da yokmuş, bilgisi de. Sıradanlığı görmüşler. Olağanüstü, imrenilecek bir şey görememişler. Hayretlerinin harareti yükselmiş; lakin içlerindeki bilinmezlikler, beyinlerinin labirentlerinde kaybolup gidermiş. Dayanamayıp, cesedi sormuşlar. Derhal hatırlamış, geleni gideni olmayınca. Çadırının hemen önündeki yeri belirli, belirsiz bir mezarımsı yeri göstermiş gelenlere: “Buraya gömdüm” diyerek sükutlanmış. “Neler yaptın, ne şekilde dua ettin, nasıl mezarladın….” diyerek bir dizi soruyla afallaştırmışlar çobanı.
Sükûtun avdetine kadar dinlemiş çoban; soruların bir kısmını anlayarak, bir kısmını anlamadan. Sonra mezara bakmış, gelenlere bakmış, medet umarcasına dağları uzun uzun süzmüş. Yutkunmuş: “Aşikârlıkta ispatlanmış halimle ben, kimsesi olmayan basitin basiti bir çobanım. Dua bilmem, cenaze bilmem. Binde bir gelenim olursa her şeyimle ağırlarım, Hakk misafiri diyerekten. Gönlümü minder serer, zümrüt yeşillerle duvar kurar, gökkubbeyi kameriye yapar, çiçekleri dekorlar, kuşlarla konser veririm… bir konuklar, pir konuklarım. Böylelikle, o zaman gelen yarı donmuş kadını ağırladım, sırtındaki cesedi de şuracığa gömdüm ve ‘Hey Rabbim! Sen bana misafir gönderdin yıllarca az da olsa. Ben konuklama da kusur etmedim. Bir tane de ben sana gönderiyorum, benim misafirim olarak. Gayrı sen yücelerden konukluğunu gösteriver’ deyip lafımı bağladım. Cesedi toprağa, karnını varsıllığımca doyurduğum karısını da evine yolladım.” demiş. Gelenler küçük dillerini yutmuşlukta; artık diğer hayatta safa süren adamın rüyalarında ki taçlanmışlığının sırrını çözmüşler.
Çobanın sevgiyle gülümseme doruklu konukluğunun esenliğini geride bırakıp, rüyalarında pirlenmiş adama imrenmenin inceliğinde köylerine yollanan insanlar, beyinlerinde danseden çoban hoşluğuyla derslenmişler.
……
“Bulutların alacakaranlık gölgesi dağlarda ilerlerken daüssıla,
Ebedi çocukluğumun suskunluğu buharlanır.
Güllerin gözleri güzlenir, yarı saydamsı efkârlanır.
Vefanın her parmağı tenimde gezinirken güleç bir fasıla,
Mor sızılarla yoklar beni, bahçeler mazılanır.
Okyanuslar kadar gülerim, gönlüm sonsuza sandallanır.”
Sevgi beyinde tanınmalı. Kalpte bilinmeli, yürekte sahip olunmalı. Hayatta güvenmeli. Davranışlarında göstermeli. Sevgiyi ve sevmeyi; işleyen, ışıldatan ve kımıldatan insanda beyindir, mayalayan gönüldür. Beynin ve gönlün sevgide ittifakı; her ikisinin sevgiyi odaklarına otağlamaları, şanlı bir bayraktarlıktır hayat için.
Kültüründen, çevresinden, eğitiminden bilgi dağarcığına dolanlarla şekilleyip; yürek fırınında olgunlaştırarak topluma sunan bireydir. Bu çabada beynin ve gönlün verimkârlığı, kişinin gayretinin maksimumluğuna bağlıdır.
Islık ıslığa koşuşan cilveli bahar yelinin badem çiçeklerini okşamasındaki dokunuş gibi, esrarlı ürperişlerin sevgi yoldaşlığındaki eksikliği, yaşam randımanını düşürüyor. Randımanı yükseltmede öz kültürünü bilme, kültürle olma, kültürle kol kola yaşama heyecanı gerekiyor. Kültürünü sarmada sevginin birleştiriciliği ve insanın hoşlaşmışlığı öğrenmesi motor rolünde bulunuyor.
Sevgi ve sevmek insana verilmiş en şahane hayat kıvılcımı. Ve her insanın içinde; bütün güzellikleriyle çiçek bahçesine dönüşmek için cemreleri bekleyen bir diriliş, bir filizleniş. Sevginin sarmal olarak birleştiriciliği roketlenmeli. İnsanın, gülümseme damının çelenginde doğacak mutlanma güneşini beklemesi ve onun ışıklarında çimmesi gerekiyor.
S. Edip Yörükoğlu
EN ŞAHANE HAYAT KIVILCIMI Yazısına Yorum Yap
"EN ŞAHANE HAYAT KIVILCIMI" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.