- 663 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
AVUÇLARIM HAYAT KESİĞİ
“Hiçbirşey ummuyorum, hiçbirşeyden korkmuyorum. Özgürüm”
Nikos Kazancakis
Avuçlarıma bakıyorum. Kanayan avuçlarıma.. Avuçlarım hayat kesiği. Pansuman yapmalıyım. Acım ve yaram geçer ama ya izleri?.. Umudum kadar iz kalacak avuçlarımda mezara giderken.. Oysa ben bu dersi çalışmıştım bir gün, bir yerlerde..
“Umma ki, üzülme.. umma ki korkma, umma ki, özgürleş.. Nehre bırak kendini, bakalım nereye sürükleyecek, akıntıya direnme, planlama.. hele atılan iplere sakın tutunma panikle, ellerin kesilir..”
Çalışmıştım da, belki birkaç hayati bölümü es geçmiş olabilirim. Kesiklerime bakılırsa..
Nikos Kazancakis, Dostoyevski, Şolohov, Tolstoy endişeli ifadeyle süzüyorlar beni onları dizdiğim niş’ten. Osho ve Halikarnas Balıkçısı fısıldaşıyor kendi aralarında. Marquez ise şefkatli. En son; “insanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır” demişti bana bir gece yarısı. Önümde bilgisayar, ekranda boş bir sayfa saatlerce ne yazacağımı bilemeden beklemekteydim. Sağ yanımdaki sehpanın üzerinde anılar duruyordu. Hepsi birbirine karışmış, karman çormandı. Tek telaşım, doğru anlatmaktı. Ama doğrularla hatırladıklarım birbirine girmişti. Düzenlenmeli, ayıklanmalı, sıraya konulmalı ve sonra elektronik sayfaya geçmeliydi. Hangisinden başlanmalıydı, işte tam bu anda yetişmişti Marquez. “Doğrular mı, hangi doğrular, peki ya hatırladıkların” diyerek.. Ondan sonra hepsini çıkardığım kutuya geri koymuş, gözlerimi kapatmış ve kura çekmiştim. Kuradan, sen çıkmıştın. Hani sen!..Sen işte.. Biliyorsun kendini.. Her yazımı ilk okuyan sen.. her cümlemin, her kelimemin sana yazıldığını bilen sen.. Ellerimi, en çok kesen sen.. Oranlarsak eğer, en çok anı sana mı aitti acaba o kutudaki? Sonra çektiğim bütün kuralarda da sen çıktın ve ben hep seni yazdım. Sırt mı attı yine yazım, doğru ya, ben aslında yine sana yazmayacaktım. Kimi kandırıyorum!..Seni babama söyleyeceğim. Yok olmaz, şimdi O başka bir diyarda. Ama inan ki, görseydi beni ne kadar üzdüğünü, dünyayı başına yıkardı. Olsun, anneme söylerim, O da sana dünyayı dar eder. Olmadı aslan gibi iki ablam var benim. Birinin boyu senden uzun, seni kesin döver. Uzun boyludan kurtulsan bile, öbüründen kurtulamazsın. Baktım yine kurtuldun, okuyucularıma söylerim seni, birinden birinin sana gücü yeter. Yine mi olmadı, kalbimden söküp atarım bu defa.
İşte buna dayanamaz, ölürsün.
İşte buna dayanamam, ölürüm.
Seni bilmem ama ben hep ölüşlerimden dirilmedim mi? Bakarsın, puslu bir Ankara sabahına açılır bu kez gözlerim. Gözlerimin hatırına pus gider, güneş açar. Birileri sevinir elbet doğduğuma. Sahi, kim üzülmüştü öldüğüme? Ben kime üzülmüştüm en çok bu hayatta, ölmeden hemen önce.. Hafızasız bir şey, ölüm.. Hiçbir anıyı götüremiyorsun. Seni de götüremeyeceğim bu durumda. Sırt atan yazılarım olamayacak, her konuyu dönüp dolaşıp sana bağlayamayacağım. “Hey, yakışıklı!” gibi eften püften anlatıları paylaşacağım. Hiçbir kelime sana ait olmayacak, hiçbir cümleye kokun sinmeyecek. Ama diyorsan ki, “hala umut var yarından”, o zaman yeniden doğ sen de, öyle gel bana!. Hafızasız ol, kesiksiz ol!.. Yaralarımızı sarmakla ya da kesiklerimizi iyileştirmekle değil, birbirimizi yaşamakla kaybedelim zamanı. Söylediklerimizi ya da söylemediklerimizi tartışarak değil, hayal kurarak geçirelim gecelerimiz.. Kısa nefeslere değil, yeniden yeniden doğduğumuz sevişmelere yaslayalım bedenlerimizi.. Ancak o zaman yeniden sever seni bu yürek.. Var mı cesaretin?