- 1074 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ANNEM VE BABAM
Sabah kalkar kalkmaz bizi hazırladılar. Süslenip püslendik. Bugün arkadaşlarım için ne kadar önemliyse benim için de bir o kadar önemliydi. Kim bilir? Belki arkadaşlarımın arasından beni seçerlerdi. Belki, ilk kez anlardım ailenin anlamını.
Evet. Biz kimsesiz çocuklardık. Kimimiz, anne babamız öldüğünden, kimimiz de bize bakmadıklarından bu yaşımızda Kimsesiz Çocuklar Yurdu’na düşmüştük. Tıpkı bir ağaçtan düşüp de etrafa savrulan yapraklar gibiydik. Her birimiz İstanbul’un değişik semtlerinden savrulmuştuk. Tek desteğimiz birbirimizdik. Kardeşimiz bilirdik birbirimizi. Birimiz yemek yemezse diğerlerimiz de yemezdi. Birimiz ağladığında hepimiz ağlar, birimiz güldüğünde hepimiz gülerdik.
O gün de birbirimize sarıldık ve aramızdan birkaçını seçecek aileleri beklemeye başladık. “Neden ben seçilmedim.” demeyecektik. Çünkü hepimiz kardeştik. Birimizin mutluluğu hepimizin mutluluğuydu. Biz mutlu olamasak da kardeşimiz mutlu olmalıydı.
Nihayet geldiler. Onlar da en az bizim kadar heyecanlıydılar. Ne de olsa bir çocukları olacaktı. Ben de onların yerinde olsam sevinirdim herhâlde.
O ışıltılı gözleriyle bizi incelemeye başladılar. Mehmet ve Lâle ne kadar da şanslıydı! Onları ilk görüşte beğendiler. Zaten ne zaman biri gelse, gözlerine ilk çarpanlar sarı saçlı ve mavi gözlü çocuklar olurdu. Benim gibisini ne yapsınlar? Ellerim ve yüzüm kuru, kirli ve karaydı. Üstelik yüzümde yaralar da vardı. Saçlarım da bir o kadar dağınık. Ne kadar tarasam da Mehmet’in saçları kadar yumuşak olmuyordu.
Ben neden bunları düşünüyordum? Yoksa kardeşlerimi kıskanmaya mı başlamıştım? Ne olursa olsun böyle bir şey affedilemezdi. Ama kendime hâkim olamıyordum. Yüreğimle girdiğim savaşta yenik düşmüştüm. Yenik düşmüştüm kıskançlık denilen o hastalığa…
Tam umudumu yitirmiştim ki, o geldi. Simsiyah gözleri olan, güleryüzlü, içi yaşama sevinciyle dolu bir teyze. Bana yaklaştı ve adımı sordu. Utanıp sıkılarak “Yusuf” dedim. Adımın çok güzel olduğunu ilk kez o söyledi. Benimle konuştu, bana sarıldı. Ne olup bittiğini anlayamadım. Yüreğim, bir kuşunki kadar çok çarpıyordu, aklım olup biteni kavramaya çalışıyordu. İlk kez biri benimle ilgilenmişti.
O teyzeye büyük bir yakınlık duydum. Belki de ilk kez anne şefkati görüyor olmamdandı bu. Daha sonra Hatice Anne seslendi. “Yusuf, yavrum! Bavulunu hazırlaman gerek.” Geriye, o teyzeye baka baka odama gittim. Eşyalarımı toplamaya başladım. İçimde hem sevinç hem üzüntü vardı. Her ne kadar kardeşlerimden ayrılacağıma üzülsem de, sevincim bunu bastırıyordu. İlk kez annem olacaktı. Başkalarıyla paylaşmadığım, gerçek bir anne.
Bavulumu hazırlayınca koşarak o teyzenin yanına geldim. Herkesle vedalaştıktan sonra o teyze beni evine götürdü. Ona “anne” dememi istedi. Bana sarılıp durdu. Uyuyup kalmışız kanepede. Bir adam yavaşça bizi uyandırdı. Annemin söylediğine göre babammış o benim. Ne güzel! Ben birine bile razıydım. Şimdi ikisi de olmuştu.
Beni ölen çocuklarının yerine almışlar. Onun oyuncakları artık benimmiş. Tanrım! Ben hayatımda bu kadar çok oyuncak görmemiştim. Keşke diğer kardeşlerim de benim kadar şanslı olsa…
Aklıma geldi de sordum. “O kadar güzel çocuk varken, niye beni seçtiniz? Şimdiye kadar kimse benim yüzüme bile bakmadı.” Sustular. Sadece,” Her çocuk güzeldir, yeter ki onun içindeki güzelliği ortaya çıkarmasını bilesin.” Dedi annem. Daha sonra bir sarılma daha.
Annemle babam, bana çok güzel kıyafetler aldı. Annem, ipek dokunuşlu elleriyle saçlarımı taradı. Aynaya bakınca kendimi tanıyamadım. Aslında sandığım kadar çirkin değilmişim.
Onlar beni mutlu etmek için canlarını vermeye hazırlardı. Beni onlara bu kadar bağlayan neydi? Ben ağladığımda neden annem de ağlar, babam neden bir dediğimi iki etmezdi? Bu soruların cevabını hiçbir zaman bulamayacağım galiba.
Bir keresinde oyun oynarken arkadaşımla kavga etmiştim. Arkadaşımın ailesi, ailemin en iyi dostuydu. Benim için onlarla küstüler. Ama onlar da haklıydı bence. Onlar da kendi çocuklarını savunmuştu. Ama annemler yine de küstü onlara. Sadece benim için en yakın dostlarından oldular. O gün daha iyi anladım o ailedeki değerimi.
Biz mutlu mesut yaşarken yıllar birbirini kovaladı. Babam kanser oldu. Bu bizim için katlanılmazdı. Onun eridiğini gördükçe biz de eriyorduk. Bir yıl sonra babam öldü. On yedi yaşındaki oğlunu ve çok sevdiği eşini bırakıp gitti. Onu tanıyalı sekiz yıl olmuştu ve ben daha doyamadan göçüp gitmişti. O günden sonra annemle ben birbirimizin tek yaşama nedeni olmuştuk. Birbirimizi bırakmayacağımıza ant içmiştik. Biz yaşamaya çalışırken, ister istemez babamın yokluğu hissediliyordu. İnce bir sızı gibiydi. Bir ateş gibi yüreğimizi paramparça edip yakıyordu, onu her hatırlayışımızda ağlıyorduk.
Bir gün annemle birlikte gezintiye çıktık. Caddeden karşıya geçerken, kendini bilmez bir şoför anneme çarptı. Korkuyla hastaneye yetiştirdim. Ama olmadı. Annemi kurtaramadım. Ona sahip çıkamadım. Tek yaşama nedenimi kaybettim. Ağaçta kalan son yaprak gibiyim. Yalnız ve çaresiz… Ama korkmuyorum. Nasıl olsa o yaprak da düşecek. Öyle ya da böyle. Nasıl olsa yakında ben de annemle babamın yanına –cennete- ayak basacağım. Birkaç dakika sonra ben de onların yanında olacağım. Onları üzmeyeceğim. Bensiz kalmayacaklar. Ebedî hayatta yine hep beraber, mutlu mesut yaşayacağız.
Kübra BEKMEZ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.