- 4202 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtların İntikamı
Bu eser Kültür Bakanlığı bandrollü olup yayınlanmıştır.
KURTLARIN İNTİKAMI
1.BÖLÜM
O senesi Serdar 8 yaşına basmıştı. Kendisine bir arkadaş gibi olan, dedesi yaşındaki Galip Hoca’yı çok seviyordu. Kazadan sonra anneannesiyle birlikte İstanbul’a taşınmışlar ve buraya yerleşmişlerdi. Teşkilat onun eğitimini üstlenmiş, İstanbul’un en iyi okullarından birinde öğrenimine devam etmesini sağlamıştı. Galip Hoca haftanın bir günü ders vermek için geldiği İstanbul’da onu mutlaka ziyaret eder, hediyeler götürür, alır gezintiye çıkartırdı. Böyle gezintiye çıktıkları günlerden biriydi.
- Bak Serdar, sana bir hikaye anlatayım, olmaz mı?
- Anlat Galip amca.Ama çok uzun olsun tamam mı?
- Uzun! Uzun! Merak etme sen.
- İçinde tabancalı adamlar da var mı?
- Aaa.. Olmaz mı. Hem de kötü adamlara karşı savaşan tabancalı adamlar bunlar.
- Tamam öyleyse hadi anlat Galip amca.
Galip hoca gözlerini Serdar’dan kaçırıp boğazı seyretmeye başladığında küçücük bir çocuk karşısında böylesine zor durumda kalacağını belki de hiç düşünmemişti. Kelimeleri çıkarmakta zorlanıyor, çocuğun fark etmemesi için yüzünü ona doğru hiç dönmüyordu. Koskoca bir Profesör ne kadar da aciz bir duruma düşmüştü böyle. İçi kan ağlıyordu, gözleri dolmuştu, Serdar fark etmesin diye ağzını sıkıca kapatmıştı. Eskişehir yolu üzerinde onu ikna edebilmek için ne kadar dil döktüğünü hatırladı. Bir süre öylece sessiz kaldı.
-Eee! Hadisene Galip amca, neden anlatmıyorsun? Galip amca gözlerin neden ıslak? Sen ağlıyor musun yoksa?
-Kim, ben mi? Yok canım, nerden çıkardın ağladığımı?
-Ama gözlerin ıslanmış baksana.
-Ah! Şu rüzgâr yok mu? Hiç dayanamaz gözlerim bu rüzgârlı havaya. Hemen de yaşarıyor işte. Aslında doktor bana söylemişti. Rüzgârlı havalarda dışarıda fazla dolaşmamalısın, yoksa gözlerin hemen yaşarır ve hasta olursun demişti.
-Peki doktorun sözünü niçin dinlemiyorsun o zaman?
-Dinliyorum, dinlemez olur muyum hiç. Doktorun sözü dinlenmez mi? Sadece bu günlük bir kaçamak yaptım. Aramızda kalsın ama, sakın kimseye söyleme tamam mı? Hele hele doktor hiç duymamalı, yoksa hemen bana iğne yaptırır.
Serdar, Galip Hoca’nın bu sözünden sonra bir hayli keyiflendi ve epeyce güldü.
- Ama Galip Amca, sen kocaman adamsın. Hiç kocaman adamlar iğneden korkar mı? Anneanneme söyleyeceğim. Galip Amca’m kocaman adam ama iğneden çok korkuyor anneanne, diyeceğim.
- Aaa olmadı şimdi ama. Hani anlaşmıştık. Kimseye söylemek yoktu.
- Şaka şaka. Söz verdim bir kere, hiç anlatır mıyım? Hem erkek adam sözünde durur değil mi Galip Amca. Anneannem bana anlattı. Dedi ki, senin baban bir kahraman dedi. Çocukları kaçıran kötü adamların hepsini cezalandırmak için bir söz vermiş, bu sözünü yerine getirince dönüp gelecekmiş. Eğer erkenden gelirse verdiği sözü tutmamış olurmuş. Erkek adam sözünde durmalıymış. O yüzden gelmiyormuş babam. Yaa işte böyle söyledi anneannem.
- Tabii tabii. Ne kadar da doğru söylemiş anneannen. Elbette erkek adam söz verdi mi onu mutlaka yerine getirmeli. Yoksa hiç olur mu? Herkesler ne der sonra. Serdar’ın babası söz vermiş ama sözünü tutmamış demezler mi? Sen de bunları duyunca ne kadar üzülürsün kim bilir? Tabii senin baban bunu bildiği için, oğlum üzülmesin diye o kötü adamların hepsini yakalayıp hapse atıp öyle gelecekmiş. Bana öyle demişti. “Serdar’a söyle, kötü adamlardan az kaldı, onları da yakalayıp hapse atalım hemen geleceğim de” dedi.
- Yaşasıııın! Aslan babam. Hepsini yakala onların hepsini. Hapse at o kötü adamları. Hepsini hapse at. Göster onlara günlerini. Hepsini yakala baba hepsini.
Serdar bunları söyledikten sonra bir süre sustu. Onunda gözleri daldı. Babasını düşündüğü her halinden belliydi ama, aklınca bunu belli etmek istemiyordu. Sonra Galip Hoca’ya dönerek:
- Tamam Galip Amca, hadi artık anlat masalı.
- Masal mı? Haaa evet, doğruya masal… Bak az kalsın unutuyorduk. Dinle Serdar. Senin baban gibi çok güçlü bir adam varmış. Tam bir kahraman, tam bir erkek adam. Biliyor musun, onun adı da tıpkı senin babanın ki gibi Tahsin’miş…
2.BÖLÜM
Güneş pencereden içeriye doğru hafifçe süzülmeye başladığında, başını iki elinin arasına almış bir adam, yeni bir günün daha başladığının farkında bile değildi. Gece boyunca hep düşünmüş, her şeyi en ince ayrıntısına varıncaya kadar analiz etmiş, tekrar tekrar zihninde canlandırmış, ama aradığı cevapları bir türlü bulamamıştı. Gözleri şişivermiş, morarmış, kan çanak içinde kalmıştı. Bu görünümüyle sanki birkaç şişe devirmiş olan ayyaşları andırıyordu…
“Buraya kadarmış” diyesi geldi içinden. “Beceremeyeceğim galiba, yazıklar olsun bana” diye iç geçirdi. Bütün hayatı gözlerinin önünden geçip giderken sevaplarıyla günahlarıyla baş başaydı artık. Yaşamış olduğu sıkıntılar onu ne kadar da bunaltmıştı. Ellerinden geleni fazlasıyla yapmışlar ama son görevlerini henüz başaramamışlardı. Fakat her şeyin bitmediğinin de farkındaydı. Bir şansları daha olmalıydı. Bu şansı iyi değerlendirmeli, uzun zamandır zihnini meşgul eden olayı neticelendirmeliydi. Ondan sonra ne yapacaktı, ne edecekti henüz karar vermemiş, her şeyi olacağına bırakmıştı. Belki daha sonra bunu ayrıntılı olarak düşünecekti. Ama şimdi tek yapması gereken bu işi bitirmenin yolunu bulmaktı. Zor yıllar geçirmiş, büyük acılar yaşamış ama yılmadan, usanmadan zorlukların üzerine gitmekte tereddüt etmemişti. Tamamen değiştiğini, eskisi gibi olmadığını düşünüyordu. Düşüncelerinde haksız da sayılmazdı. O neşe dolu, sevinç dolu, hayat dolu insan gitmiş de yerine bambaşka biri gelmişti sanki. Çoğu kez kendini tanıyamıyor, “Ben bu adam değilim, hayır hayır ben bu olamam” diyordu. Gitgide eski halinden uzaklaştığını düşünüyor hatta şizofren olmaktan korkuyordu. Duyduğu en küçük olumsuz bir haber karşısında bile kontrolünü kaybedip, ağzına ne gelirse söylüyordu. İşte şimdi de o kötü hallerinden birini yaşıyordu. Zor zamanlarında onu teselli eden hayat arkadaşı yanında olsaydı şimdi, onu ne yapar eder sakinleştirir, bütün sıkıntılarını, acılarını unuttururdu. Ama bu mümkün değildi. Cenazelerine bile gidememiş, onları son yolculuklarında yalnız bırakmıştı. Kaç kişinin başına gelirdi ki böyle şeyler? Kaç kişi bu hale düşerdi? Evet ne yazık ki eşi ve çocuğunu son bir kez görememiş, onlara elveda diyememiş, ellerini açıp peşlerinden bir fatiha bile yollayamamıştı, tabutları başında onlara dua edememişti. Geride onu bekleyen kimsesi yoktu açıkçası. Serdar hariç... Babasızlığa alışması kolay olurdu Serdar’ın. Ne de olsa o daha küçücük bir çocuktu. Her şeyi unutması kolay olurdu. Belki de çoktan unutmuştu bile. Bunu düşününce biraz rahatlıyor, “Ölürsem arkamdan acılara boğulacak kimsem yok” diyordu. Kendini aslında bu şekilde teselli etmeye çalışıyordu. Yoksa içinde kopan fırtınalardan nasıl korunur, kabuslarının onu esir etmesine nasıl karşı koyabilirdi. Sürekli kendini suçluyor, hep kendini aşağılıyordu.
-Benim yüzümden benim yüzümden…Onları yalnız bıraktım, yanlarında olamadım. Son yolculuklarına uğurlayamadım.
Sırtına aldığı yükü taşıyamayacağını, artık bittiğini, tükendiğini düşünüyordu. Ama yapması gereken bir görevi vardı. Kendi kendine vermiş olduğu görevi… Bu yüzden dik durmalı, asla ve asla yıkılmamalıydı. Bunları düşünürken “Ben neler saçmalıyorum. Kendimi bu kadar bırakmamalıyım. Ben bu kadar zayıf değilim, değilim. Bu iş bitecek, bitmeli, mutlaka bitmeli” diyordu.
Gözlerini kapayıp her şeyi unutmak istiyordu. Belki de böylesi en doğrusuydu. Her şeyi unutmalı, hafızasından silip atmalıydı. Ama bu mümkün değildi. Unutmak o kadar kolay değildi. Bir anda silip atmak, bir türlü kurtulamadığı fırtınalar kopan iç dünyasından sıyrılıp çıkmak o kadar kolay değildi.
Gözleri odanın duvarlarında gezinmeye başladığında gördü çaresizliğini. Tükenmişliğini fark etti bir kere daha. Boyası dökülmüş duvarlar, sigara dumanından simsiyah olmuş perdeler tam içinde bulunduğu durumu anlatıyordu sanki.
Ayağa kalkıp bir sigara daha yaktı. Öksürükten neredeyse boğulacaktı. Paketi duvara fırlattığında kendi kendine söylendi.
-Lanet olası!
Sigara onun en büyük dostuydu aslında. Sıkıntılı zamanlarında bir iki nefes çekti mi uzaklardaki eşini, çocuklarını görür gibi olurdu. Gerçi küçüğünü hiç görememişti. Ne yazık ki hiçbir zaman da göremeyecekti. Yaşasaydı epeyce büyümüş olacaktı. O şimdi cennetin en müstesna köşelerinde babası için dua ediyordu belki de. Çok uzun zaman olmuştu. O kadar yıl geçmişti aradan, dile kolay.
Peki değmiş miydi bunca ayrılığa, bunca acıya, bunca fedakarlığa. Öfkesi işte biraz da bu yüzdendi. Katlandığı bunca acılar, ayrılıklar koskoca bir fiyasko için miydi? O kadar uğraştılar, didindiler de ne oldu sanki. Her şeyi toz pembemi yaptılar. Güneş başka bir güzellikte mi doğdu tepelerine. Oysa ne kadar çok uğraşmışlar, ne kadar zor günler yaşamışlardı. Başarmış olmanın vereceği o büyük mutlulukla döneceklerdi ülkelerine. Aslında başarmışlardı da. Görevlerini hakkıyla yerine getirmediklerini hiç kimse söyleyemezdi. Bunu söyleyen olursa tereddüt etmeden hesabını sorardı. Döneceklerdi, dönüp hasret kaldıkları topraklara yeniden ayak basacaklardı. Çocukları uzaktan koşarken iki kolunu yanlara açıp bir dizinin üzerinde onları kucaklamaya hazır bekleyecekti. Doya doya, koklaya koklaya içine çekecekti onları. Tıpkı Adil Hikmet gibi!…
Serdar daha ufacıktı bıraktığında. Zehra ise annesinin karnında zamanının gelmesini beklemekte, arada bir tekme atarak “ Ben buradayım. Sakın beni unutmayın, yoksa size gününüzü gösteririm” mesajı göndermekteydi adeta. Serdar’ı kucaklayıp sevdiklerinde bu tekmeler daha da artar “Hop hop biz neciyiz burada, siz nasıl anne babasınız ya. Hiç insan evlatları arasında ayrım yapar mı? Alın size, alın bakalım” dercesine peş peşe bir iki defa savrulurdu. Eşiyle o kadar mutlu olurlardı ki, bu mutluluk hazinelere değişilmezdi. Ama eşi ve hiç göremediği Zehra’sı yoktu artık.
Bulutların gökyüzünde birleşip ağırlaştıkları gibi ve sonunda kendilerini taşıyamayacak hale geldiklerinde yeryüzüne sağanak sağanak boşalmaya başlamaları gibi o da kendini daha fazla tutamamış ve hıçkırıklara boğulmuştu. “Canlarım, beni affedin, beni affedin!”
Üniversitede tanışmışlardı. Farklı bölümlerdeydiler ama sık sık yolları kesişirdi nedense. Belki de böyle olması gerekiyordu kim bilir. Az koşmamıştı Hatice’nin peşinden. Çok güzel bir kızdı Hatice. Her yönüyle diğerlerinden ayrılırdı. O bambaşkaydı. Zaten ona vurulup, aşkından deli divane olmasına neden olan da bu bambaşkalıktı. Her ne kadar teklifini kabul etmemiş görünse de aslında naz yaptığını anlamak hiç de zor değildi. Zaten bu kızlar hep böyle yaparlar, hep peşlerinden koşmalarını isterler erkeklerin. Eh! Haksız da sayılmazlar yani. Bir ömür boyu sıkıntılarını, dertlerini çekecekleri kocalarından intikamlarını peşin alıyorlardı belki de, böyle davranarak.
Bir defasında Hatice’nin yanında bir erkek öğrenci görmüş, yüzünün rengi birden değişmiş, öfkeden kudurup deliye dönmüştü. Yüzünde gözle görülür bir kızarıklık olmuştu. Öfkesindendi bu kızarıklık ve Hatice’nin gözünden de kaçmış değildi. Kıskanılmak hoşuna gitmişti besbelli. Hafif bir tebessüm belirdi yüzünde. Gamzeleri her iki yanağında da açtı yine. O gülüşü yok muydu o gülüşü. Dünyaları verirdi onun gamzeler açan gülüşüne…
Son sınıfa gelinceye kadar akla karayı seçtirmişti Hatice. Sigaraya da onun yüzünden başlamıştı zaten. Kendini acındırmak, aşkından ne hallere düştüğünü göstermek için karşısına geçer, derin derin çekerdi ucuz Maltepe sigarasını. Maddi durumu da iyi değildi. Aldığı burs ile idare etmeye çalışıyordu. Çoğu zaman cebinde beş parası bile olmaz, Galip Hoca hariç kimseden de borç isteyemezdi. Ailesinin durumu ortadaydı. Onlardan para isteyip zor durumda kalmalarına gönlü hiçbir zaman razı olmamıştı. Hatta aldığı ilk burs parasını, kuruşuna dokunmadan babasına postalamıştı. Bir iki defa daha yapmıştı bunu. Ama rahmetli çok savurgan, lüzumsuz harcama yapan bir insandı. Annesine çok eziyet çektirirdi. Zavallı kadın onun bu harcamaları yüzünden sinir hastası olmuştu.
Babası savurgandı savurgan olmasına ama evlatları için canını verirdi. Onları hiçbir zaman zor durumda bırakmamış, rahat yaşamaları için elinden geleni yapmıştı. Ara sıra bir iki şamar yeseler de bu o kadar önemli değildi. Zaten anneleri onlara hemen kol kanat gerer, babalarının daha fazla ileri gitmesine izin vermezdi. Her ikisi de toprak olmuşlardı ne yazık ki. Onlara karşı son görevini yapmış olmanın verdiği rahatlık yetiyordu ona. Mezarlarını ziyaret etmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki, kendisi bile unutmuştu en son yaptığı ziyareti. İşte bu oldukça rahatsız edici, vicdanını yakıp kavuran çetrefilli hallerden bir tanesiydi.
Hatice’yle lokantaya gittiği ilk günü hatırladı. Zaten hiç unutmamıştı ki. Nasıl unuturdu böyle bir günü. Hesabı Hatice ödemişti de erkeklik gururu ayaklar altına alınmıştı! Utanç verici bir durumdu. Deli miydi bu kız. Beş parasız biriyle evlenilir miydi bu zamanda. Günümüz kızları öyle mi? Paran yoksa sende yoksundur. Aşk denen o yüce mana varlığı insanlara küsmüş, inzivaya çekilmiş sanki. Evlenenlere bak. Bir zaman sonra kendilerince çok çok haklı nedenlerden dolayı, bakıyorsun yollarını ayırıvermişler!
Uzandığı yerden doğrulup ayağa kalktı. Başı çatlayacak gibiydi. Mutfağa geçip bir şeyler atıştırmak istediyse de keyfinin olmayışı ve isteksizlik yüzünden bundan vazgeçti. Dönüp, bitkin bedenini kanepenin üzerine atarak televizyonun kumandasına bastı. Spikerin ağzından çıkan sözler zaten tükenmek üzere olan sinirlerinin tamamen iflas etmesini kaçınılmaz kıldı.
-Alçaklar! Hainler! Namussuzlar… diyerek bağırmaya başladı. Bir gün kendi kanınızda boğulacaksınız elbet hain köpekler!
Bunun olabileceğini çok daha önceden tahmin etmişti. Son gelişmeler, yılların vermiş olduğu tecrübeyle birleşince hiçte zor olmamıştı bunu tahmin etmek.
Öfkesinden deliye dönmüştü. Odanın içinde volta atar gibi hızlı hızlı bir o yana bir bu yana gidip gelmeye başladığında ağzının içinde hala bir şeyler mırıldanıyordu. Çalan zili fark etmemişti bile.
Kapı daha hızlı çalınmaya başladığında kendine gelebildi ancak.
- Bu da kim şimdi?
Gözü duvardaki saate ilişti. Gece yarısına yakındı.
- Bu saatte kim olabilir ki? Hayırdır inşallah!
Kapıya doğru yöneldiğinde bir kez daha zile basıldı.
- Patlamasana be! Geldik işte. Kapı deliğinden, gelenin kim olduğunu görünce rahatladı.
- Bay Alberto!
- Siz miydiniz bayan Lora?
- Affedersiniz bay Alberto, sizi rahatsız etmek istemezdim özür dilerim. Sanmıştım ki…
- Sağ olun bayan Lora, bir şeyim yok. Teşekkür ederim.
- Televizyonun sesi ta aşağıya geliyor da. Kapıyı da uzun uzun çalmama rağmen açmadınız.Yine aynı şey oldu sandım. Rahatsız ettim. Lütfen bağışlayın.
- Rica ederim. Ne demek. Asıl ben özür dilerim.
- Peki öyleyse ben gideyim. Lütfen kendinize dikkat edin bay Alberto.
- Merak etmeyin gerçekten iyiyim.
Son zamanlarda sinirleri çok yıpranmıştı. Aldığı hapların etkisiyle olsa gerek bazı günler horul horul uyuyor, bazen de olduğu yere yığılıp kalıyordu.
Amerika’ya tam üç ay önce gelmişlerdi. Oturdukları bu mahalle İtalyanların ağırlıkta olduğu bir mahalleydi. San Francisco’nun fazla lüks olmayan, orta halli insanların yaşadığı bir mahallesiydi burası. Bayan Lora dul bir kadındı. Oldukça da yaşlıydı. Kocasıyla birlikte ikinci dünya savaşından sonra Amerika’ya gelen bir göçmendi. Kocası yıllar önce bir iş kazasında ölmüş, kusurlu bulunan işverenlere açtığı davayı kazanıp yüz binlerce dolar tazminat kazanmıştı. Ayrıca kocasından kalan emekli maaşı da vardı. Tahsin’e sık sık uğrar, ona pişirdiği yemeklerden getirir ikram ederdi.
Alt katta oturan bayan Lora, bir hafta önce de spagetti ikram etmek için kapıyı uzun bir süre çalmış ama içerde hiçbir hareketliliğin olmadığı görmüştü. Bay Alberto’nun evde olduğundan emin olduğu için de işkillenmişti. Hemen apartman yöneticisini çağırmış ve kapıyı açtırmıştı. Bay Alberto’nun yerde hareketsiz yattığını görünce de doktor çağırmış, korkulacak bir durum olmadığını, sadece baygınlık geçirdiğini öğrenince rahatlamıştı. Doktorun dediğine göre böyle şeyler olurmuş insanlara. Stres bunun başlıca sebebiymiş.
Kapıyı usulca kapadı. Televizyonun sesi gerçekten çok fazla çıkıyordu. Son zamanlarda kulaklarında bir sağırlık peyda olmuştu. Bu yüzden televizyonun sesini iyice açmış, dinlediği haberlerden ötürü de çılgına dönmüştü. Aklına televizyonun sesi mi gelirdi artık. Bir an önce dönmeliydi. Ama uzun zamandır kendisiyle bağlantı kurulmamış, ne şekilde hareket etmesi gerektiği söylenmemişti. Mecburen bekleyecekti. Münferit bir hareket, telafisi mümkün olmayan neticelere sebep olabilirdi. O zaman yapılan bunca iş anlamını yitirir, her şey boşa çıkmış olurdu.
Bayan Lora gittikten sonra, televizyonun yanına koştu. Tüm kanallar yayınlarını kesmiş olaydan bahsediyorlardı. CNN’i açtı.
Aynı anda Türkiye’deki televizyon kanalları da bu şok olayla ilgili yayındaydılar.
-Evet sayın seyirciler birazdan canlı yayına bağlanıp gelişmeleri sizlere anında aktaracağız. Arkadaşlarımız yoğun bir şekilde çalışmalarını sürdürüyorlar. Şimdi Ankara stüdyolarımıza dönüyoruz. Karşımızda Profesör Dr. Tahir…
-Sevgili seyirciler arkadaşlarımız canlı bağlantının hazır olduğunu söylüyorlar. Şimdi olay yerine gidiyoruz. Ankara stüdyolarına tekrar döneceğiz. Sayın Kaynak sizi de beklettik efendim çok özür diliyoruz. Birazdan bu konu hakkındaki görüşlerinizi almak için tekrar size döneceğiz. Olay yerindeyiz. Arkadaşımız Fatih Aktürk karşımızda. Son durum nedir Fatih Bey?
- Sayın Karaca sizin de gördüğünüz gibi her taraf polis ve asker kaynıyor. Geniş bir güvenlik çemberi var. Adeta etten duvar örülmüş gibi… Görüntü almamıza kesinlikle müsaade edilmiyor. Zaten buna imkan da yok. Ancak, yetkili bir ağızdan birazdan açıklama yapılabileceğine dair bir duyum aldık. Sadece şunu söyleyebilirim ki çok büyük bir patlama olmuş. Çevredeki araçlar bile paramparça…Evlerde büyük hasar var. Çok sayıda ambulans görüyoruz. Sizler de görüyorsunuz zaten. Belki birazdan tam olayın olduğu yerden görüntü almamıza müsaade edilir.
- Peki! Fatih Bey can kaybı hakkında bir bilgi var mı elinizde?
- Maalesef henüz böyle bir bilgiye ulaşamadık ama görgü tanıklarından bazılarıyla konuşmayı başardık. Görüntüleri birazdan aktaracağız. Tahmini bir rakam söyleyebiliriz ancak. Bunu da görgü tanıklarının anlattıklarına binaen söylüyorum. 100-200 arası bir rakamdan söz ediliyor. Eğer doğruysa korkunç bir rakam. Ülkemizde bu güne kadar böyle bir olay yaşanmadı. Olay yerinde herkes şokta sayın Karaca.
- Fatih Bey! Başbakan ve bazı bakanların da orada olduğu yönünde haberler var bu doğru mu?
- Evet kısmen doğru.
- Nasıl?
- Bakanlarda törendeydi evet.
- Yani?
…
- Beni duyuyor musunuz Fatih Bey? Fatih Bey…
- Evet sanırım bağlantıda bir problem var. Biz Ankara stüdyolarımıza dönelim isterseniz…
- Sayın Kaynak! Siz de izlediniz. Ne düşünüyorsunuz? Bu olay ne anlama geliyor. Böyle bir eylem kimler tarafından düzenlenmiş olabilir? Sizce bu örgüt işi mi?
- Bu tür bir eylem basit bir örgüt tarafından yapılmış olamaz. Hatta güçlü örgütlerin dahi böylesine büyük bir olayı gerçekleştirmeleri çok zayıf bir ihtimal.
- Peki ne düşünüyorsunuz?
- Olayın arkasında gizli servislerin olduğunu düşünüyorum. Aksini düşünmek basitlik olur.
- Bu çok kesin bir açıklama değil mi efendim?
- Hayır değil. Bu güne kadar yapılmış olan suikastların arkasında hep taşeron örgütler çıkmıştır. Bunda da aynı olacaktır.Yani olayı kimin yaptırdığı asla ortaya çıkmayacaktır.
- Biraz daha açar mısınız lütfen.
- Bakın! Siz, Ankara’nın, yani ülkemizin beyin kentinin tam göbeğinde, bu kadar güvenlik önlemi varken, hatta son zamanlardaki olaylar nedeniyle güvenlik daha da artırılmışken böyle bir olayın meydana gelmiş olmasını hangi mantıkla açıklayacaksınız.
- Kennedy’yi de sokak ortasında vurmuşlardı ama. Hem de onca güvenlik varken.
- Haklısınız ama olay hala bir sır olarak aydınlanmayı bekliyor. Bence aydınlanması da çok zor. Şu aşamada kesin bir yargıya varmamız mümkün değil tabi ki. Sadece analiz yapıyoruz. Olay basit bir olay değil. Güvenlik güçleri olayı çok yönlü ele alacaklardır. Hepimizin başı sağ olsun. Çok fazla konuşamayacağım sayın Karaca. Herkes gibi ben de şok olmuş durumdayım…
- Evet anlıyorum sizi. Hepimiz şoktayız. Efendim sizi daha fazla tutmak istemeyiz. Umarım daha sonra tekrar konuğumuz olur, düşüncelerinizi açıklarsınız. Katıldığınız için teşekkür ederim.
- Sayın seyirciler! Sayın Kaynak’ın da dediği gibi hepimiz şoktayız. Böyle bir olayı kimse beklemiyordu kuşkusuz. Ama maalesef oldu işte. Ülkemiz üzerindeki hain planlar bir kez daha bu olayla gözler önüne serilmiş oldu…
CNN kanalı ülkesinden, Türkiye’den yapıyordu bu yayını. Daha fazla dinleyemedi. Kumandanın kapama düğmesine bastığında gözlerinin dolmuş olduğunu , çenesinden aşağı doğru sıcak bir sıvının aktığını hissetti. Elini ağzına götürerek tersiyle sildi. Üzeri kıpkırmızı olmuştu. Lavaboya gidip aynaya baktığında dudaklarının kesilmiş olduğunu gördü. Öfke ve şaşkınlık dudaklarını dişlemesine ve kanatmasına neden olmuştu. Ama o bunun farkına bile varmamıştı. Üzerine bir ağırlık çöktüğünü, gözlerinin bulutlandığını hissetti.
- Yine mi? Dedi kendi kendine.
Baygınlık geldiği zaman hep böyle olurdu. Ama bu seferki biraz farklıydı. Sendeleye sendeleye kendini kanepenin üzerine zor attı.
- Allah’ım sabır ver bana. Çıldıracağım…
Böyle bir şeye nasıl cesaret edebilirlerdi. Bunu nasıl yapabilirlerdi. Hadi yaptılar, polis ve istihbarat armut mu topluyordu. Böylesine sıkıntılı bir dönemde bu kadar tedbirsiz olunur muydu hiç? Aklı bir türlü almıyor, böyle bir olayın nasıl gerçekleştirilebildiğine şaşıyordu. Gerçi bir şeyler olacaktı. Bunu tahmin etmişti ancak, bu kadarının olabileceğini herkes gibi o da asla ve asla düşünememişti.Ya söylenildiği gibi başbakan gerçekten olay yerinde idiyse. Aman Allah’ım! Sonra birden Sultan Abdülhamit Han’ı hatırladı. O muhteşem insan gözlerinin önündeydi sanki. Otuz küsur yıl ülkeyi çakallara karşı nasıl da ayakta tutmayı başardığını, bunu yaparken izlediği o müthiş politikayı hatırladı. Fakat ne acıdır ki aydınlar tarafından bile anlaşılamadığını düşündüğü sırada yüzünde acı bir gülümseme peyda oldu.
- Hey gidi koca sultan!
Ona da suikast düzenlememişler miydi? Gerçi o son anda kurtulmuştu. Başbakan onun kadar şanslı değildi maalesef…
Başbakanla tanışmış oldukları o gün ne kadar da heyecanlıydı. Tokalaştıklarında yüzüne tebessümle uzun uzun baktığında bir gün bunların yaşanacağını bilseydi acaba yine de gülümser miydi?
İşte bunları ve daha bir çok olayı düşünürken San Francisco’da sabah olmak üzereydi. Güneş yeni güne bir başka doğmuştu sanki. Yine o gülümsemeyen yüzünü göstermişti güneş. Bazen öyle yapardı. Gülümsemezdi. Şimdi de öyle yapmıştı, gülümsememişti bugün. Türk milleti tarihinin en acı günlerinden birini yaşamıştı. Aklından “Şimdi ülkemde olmalı, beş yıldır özlemiyle yanıp tutuştuğum toprakları yalayıp yutmalıyım. Ve göz yaşlarımı aziz şehitlerimizin kanlarıyla sulanmış o kutsal topraklara akıtmalıyım.” Gibi düşünceler geçiyordu.
Ülkesinin değerli insanlarının, aydınlarının, bilim adamlarının, askerlerinin birer birer suikasta kurban gidişleri gözünün önünden bir film şeridi gibi geçmeğe başladı. Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu, Eşref Bitlis Paşa, hatta Özal suikastları…
Özal’da yapmak istediklerini başaramamışlardı. Ancak bu sefer öyle olmamıştı. “Eğer başbakan ordaysa mutlaka ölmüştür” diye düşündü. O patlamadan kurtulmak mucizeydi. İki yüze yakın ölü ne demekti.
-“Amaçlarına ulaşamayacaklar. Bu milleti bölmeyi asla başaramayacaklar” dedi. yumruğunu masaya öyle bir vurdu ki parmaklarından birisinin kırıldığını sandı. Buna müsaade edilmeyecekti. “Nihai hedeflerine asla ulaşamayacaklar, bu milletin direncini kıramayacaklar hainler.” Daha önce bu direnci kırmaya çalışmışlar, milletin nabzını da aralıklarla ölçmemişler miydi. Bilhassa Trabzon’da yapmış oldukları çok sayıda eylem boşa çıkmış, ellerinde kalmamış mıydı?
Bu düşünceler zihnini epey meşgul etti durdu. Ülkesi üzerinde yıllardan beri oynanan oyunları düşündü. Suikastler, cinayetler, kitlesel hareketler, sağ-sol davaları… “Yazık çok yazık. Bütün bunları hak etmiyor benim ülkem, hak etmiyor” diyerek başını duvara dayadı ve boş gözlerle tavanı seyretmeye başladı.
Trabzon’u avucunun içi gibi bilirdi. KTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde teşkilatın elemanı olarak bir yıl çalışmış, daha sonra tekrar Ankara’ya, eski mekanına dönmüştü. Trabzon halkının vatan sevgisini, devletine bağlılığını, karakter yapısını, olaylara karşı tepkilerini ondan iyi kim bilebilirdi ki? Kazandığı tecrübelerin hatırı sayılır bir kısmını da burada elde etmişti.
Her nedense aklına birden Trabzon’da görev yaptığı yıl haftalardır peşinde koştuğu turist rehberi Dursun geldi. Bu adam Sumela Turizm ve Rehberlik A.Ş. ‘nin bir çalışanıydı. Sık sık yurtdışına gider gelirdi. Görünüşte gayet normal olan bu durum bir zaman sonra dikkatini çekecek ve kendisini büyük bir kumpasa sürükleyecekti.
Dursun denilen adamı ilk olarak İstanbul Yeşilköy’de görmüştü. Bu kişi o an için sıradan bir insandan başkası değildi. Telefonda birileriyle konuşuyor ve İtalyanca “Tamam dostum, yarın Pizza Kulesinin altında buluşup o her zamanki pizzacıda karnımızı tıka basa doldururuz.” gibisinden laflar ediyordu.
Kendi kendine;
- Bak sen. İtalyanca’da biliyormuş, diye mırıldandı.
Kendisini asıl şaşırtan, Dursun’un İtalyanca bilmesi değil di elbet. Adam başka biriyle de Yunanca konuşmuştu. İşte o an bütün dikkatini toplayıp olaya odaklanmıştı. Çünkü o sıralar özel bir görev için Trabzon’da bulunuyordu ve Yunanca onu yakından ilgilendiren konuların başında geliyordu.
Eh! Ne de olsa o bir turist rehberiydi ve elbette ki yabancı dil bilecekti. Kendisi de birkaç dil bilmiyor muydu? Mesleki eğitim yıllarında her durumdan şüphe etmeleri gerektiği öğretilmişti onlara. Bu arada telefon görüşmesini bitiren ve elindeki pet şişeyi kafasına dikleyen Dursun’un yanına doğru ağır adımlarla ilerledi. Yanındaki boş koltuğa yöneldi. Başıyla ve hafif bir göz kırpmasıyla selam vererek:
- Pardon beyefendi boş galiba, dedi
- Evet buyurun.
- Bir sakıncası yoksa yolculuk nereye?
- Rica ederim ne sakıncası. İtalya…
- Ne tesadüf! Demek aynı uçakla gidiyoruz.
- Sizde mi?
- Evet?
Kısa süren bir sessizliğin ardından konuşan yine o oldu. Adamın İtalyanca konuşması anormal bir durum değildi ancak Yunanca onun kafasına takılmıştı bir kere. Sebebini kendisi de bilmiyordu. Bir ön seziydi belki. Her şeye rağmen adamdan şüphelenmişti. Konuya Yunanca’yı katmanın mantıklı olmayacağını biliyordu.
- İtalyanca’yı gayet iyi konuşuyorsunuz.
- Anladığınıza göre siz de iyisiniz.
- Fena sayılmaz.
- Bir dil bir insan demektir demiş atalarımız.
- Desene İtalya’da yakanı bırakmayacağım.
- Pardon?
- Latife yaptım kusura bakmayın.
Gülüştüler…
- Peki ne işle meşgulsünüz?
- Ben öğretim görevlisiyim.
- Hangi üniversitede?
- Karadeniz Teknik.
- Öyle miii?
- Evet.
- Branşınız nedir hocam?
- Siyaset Bilimciyim.
- Niçin gidiyorsunuz İtalya’ya.
- Degli Studi di Milano üniversitesinde düzenlenecek “Tarih Boyunca Medeniyetler İttifakı” adlı bir sempozyum için gidiyorum. Zaten doktora çalışmamı da orada yapmıştım. Anlayacağınız yabancısı değilim İtalya’nın. Peki sizin yolculuk amacınız nedir?
- Pardon hocam kusura bakmayın tanışmayı unuttuk. Ben Dursun. Söylemeği de unuttum. Bende Trabzon’a yabancı sayılmam. Mesleğim turizmcilik. Rehberlik yapıyorum. Ayda bir iki kez Trabzon’a gelirim. Her gelişimde en az bir hafta kalırım orada.
-Memnun oldum Dursun. Benim adım da Tahsin Haznedaroğlu.
- Çok memnun oldum hocam. İnşallah tekrar karşılaşırız.
- Umarım karşılaşırız.
Karşılaşacaklardı. Hem de öyle bir karşılaşma ki… Bunu ikisi de bilemezdi şimdiden. Zaman nelere gebedir…Ah! Şu zaman yok mu şu zaman…
-İtalya’da çok kalacak mısınız hocam?
-Sempozyum bir hafta kadar devam edecek. Oradan Almanya’ya geçeceğim. Doktoramızı beraber yaptığımız bir arkadaşım var. Onu ziyaret etmek istiyorum.
- Peki hocam şansınız açık olsun.
- Sağ ol Dursun. Seninde. Tanıştığımıza gerçekten memnun oldum sana da bol şans…
İtalya’ya uçacak yolcularının uçağa binmeleri anons ediliyordu. Bu yüzden daha fazla konuşma şansları olmadı.
Aradan belki yarım saat kadar geçmişti. Gözleri ağırlaşmış, kendilerine mola vermeye hazırlanırken telefonunun sesini duyar gibi oldu. Fakat bu hayal değil gerçekti. Yerinden fişek gibi fırlamış, hiç beklemeden yanıtlama düğmesine basmıştı. Uzun zamandır mesaj gelmemişti.
- Alberto! Maçı izlemişsindir. Maalesef kaybettik. Ama haftaya kendi sahamızda oynuyoruz biliyorsun. Kapalıdan iki bilet alıyorum. Sakın gelmemezlik etme…
Sustu. Ağzı yarım açık öylece kalakaldı. Bir şey diyemedi. Şaşkınlığı epey zaman sonra geçtiğinde:
- Bu kadar demek… diyebildi sadece. Ama gerçek buydu. Resmen geri çağrılıyordu. “Neden acaba.” diyesi geldi. Ama bunun ne önemi vardı. Sorgulamanın yersizliğini düşündü. Ülkesine dönüyordu. Gerçek olan şu ki dönüyordu.
Ayak basar basmaz yapacağı ilk iş eşi ve çocuklarının mezarlarını ziyaret etmek, onlardan kendisini affetmelerini istemek olacaktı. Cenazelerine bile katılamamış olmanın ezikliği içini bir kurt gibi kemirmiş durmuş, onu yiyip bitirmişti. Bütün bunlara değmiş miydi? Bir insan bu kadar sıkıntıya katlanabilir miydi? Ama katlanmıştı. Hiçbir zaman pişmanlık dahi duymamıştı. Birileri kendilerini feda etmeliydi. “ Neden ben?” sorusunu asla sormadı kendine. Arkasına bakmadı hiç. Kendine güvenen insanları ülkesi adına hayal kırıklığına uğratmamalıydı. Bunu başardı da.
3.BÖLÜM
ODTÜ Uluslararası İlişkilerden mezun olduğunda 22 yaşında gencecik bir delikanlıydı daha.Yabancı dil olarak İtalyanca’yı seçmiş ve mükemmel bir şekilde öğrenmişti.
Ankara Kızılay’da elleri cebinde dolaşırken aklından hiçbir şey geçmiyordu. Okulu başarılı bir şekilde bitirmiş olmanın mutluluğu kaplamıştı içini. Bakanlıklar caddesinden Kocatepe Camiine doğru yöneldiğinde Cuma vakti yaklaşmıştı. Camiye birkaç yüz metre vardı ki yanında siyah bir Toyoto Corollo durduğunu fark etti. Arabanın camı yarım inik halde başını dışarıya uzatan pala bıyıklı bir adam biraz tuhafına gitse de aldırış etmeden yürümeye devam etti. Araba da onunla birlikte hareket ederek yine yanına kadar gelip durdu. Camdan başını uzatan pala bıyıklı adam:
- Affedersin delikanlı! Biz Ötüken Yayınevini arıyoruz. Buralarda olduğunu söylediler. Tarif edebilir misin?
- İlerden ilk sola dönün beş yüz metre gidince sağ tarafa dar bir sokak var. Sokağın sonunda…
- Teşekkürler, çok sağ ol.
- Rica ederim siz sağ olun.
Arabada iki kişi vardı. Peşlerinden dikkatli bakınca dikiz aynasından kendisine bakan bir çift göz olduğunu fark etmesi zor olmadı. Cami avlusuna girip abdest almak için şadırvana yöneldi. Uzun zamandır ilk defa namaz kılacaktı.Yavaşça aldı abdestini.Vakit gelmişti. Ezan okunmaya başladığında babasıyla camiye ilk gittiği günü hatırladı. Kendisi gibi bir iki çocuk daha vardı camide. Cemaat namaza durunca bunlar arka tarafta haylazlık yapmaya başlamış, birbirlerinin ayaklarını gıdıklayarak gülüşmüşlerdi. Bunları hatırlayınca hafifçe tebessüm etti “Çocukluk işte” diye söylendi.
Namaz bitmiş dışarıya çıkmıştı. Karnı zil çalıyordu. Kızılay’da her zaman takıldıkları ucuz lahmacuncuya doğru yokuş aşağı inmeye başladığında peşinden onu takip eden iki kişinin olduğunu bu kez fark edememişti. Cebindeki para karnını doyuracak kadar lahmacun ve büyük bir ayran için yeterince fazlaydı. Karnını iyice doyurup hesabı ödemeye kalktığında içeriye yayınevini soran adamların girdiğini görünce bu kez biraz tuhafına gitti. Şaşırmışa benziyordu. Bir günde aynı kişilerle iki defa yolun kesişirse bu bir tesadüf olmaktan çıkardı. Adamlara çekingen gözlerle bakarken parasının üstünü yere düşürdü.
- Buldunuz mu yayınevini?
- Evet genç. Teşekkür ederiz, dedi sert görünümlü olanı. Ondan biraz tırstı sanki. Diğeri daha olgun ve ağırbaşlı görünüyordu.
- Size afiyet olsun, dedi ve çıktı.
Cadde boyunca yürümeye başladı. Adamlardan şüphelenmişti. “Belki sadece tesadüftür, sadece bir rastlantı olmalı. Ama onca yer varken neden orası” türünden düşünceler geçti aklından. Bu gün ikinci kez karşısına çıkmış olmaları ne anlama geliyordu acaba.
- Kesin benim peşimdeler! Ama benim gibi basit birisinden ne isteyebilirler ki? Okulu yeni bitirmiş bir öğrenciden başka bir şey değilim ben. Ne bir işim var ne para pulum. Kimsenin tavuğuna kışt demiş de değilim. Öyleyse… Hayır hayır saçmalıyorum. Sadece bir rastlantı bu. Çok fazla şüpheciyim. Adamlar yayınevine gitti. Burası da oraya en yakın atıştırma yeri. Karınlarını doyurmaya geldiler. Hepsi bu işte.
Kendi kendine bunları konuşurken dalmış olmalı ki ani bir fren sesinin arkasından, yaptığı küfürleri el kol hareketleriyle destekleyen yaşlı taksiciyi ancak fark edebildi.
- Önüne baksana be geri zekalı soytarı. Gebermek mi istiyorsun? Git kendini Atakule’den aşağı bırak. Oranın manzarası harikadır. Sokak ortasında gebermektense orasını tavsiye ederim.
-Atakule!
Yıllardır Ankara’da olmasına rağmen ancak bir kez gidebilmişti. Atakule’den Ankara’nın görünümü bambaşkaydı. Her yer ayakları altında kalırdı insanın. İhtiyar taksicinin söyledikleri hiç de fena sayılmazdı.
- Sağ ol amca! Kusura bakma. Frenlerinin durumu iyiymiş bak. Öğrenmiş oldun işte.
- Serseri! birde ukalalık yapıyor, dedi taksici. Bu zamanın gençleri neden böyle vurdumduymazlar, saygı kalmamış, yaşlıya hürmet yok, ukala ukala konuşurlar. Şunun haline bak. Görünüşü sokak serserisini andırıyor. Saçlara bak. Biz böyle saç uzatacaktık da babamızdan dayak yemeyecektik. Delikanlı adam böyle saç mı bırakırmış?
Sonra her nedense acımak geldi içinden.
- Hey delikanlı bakar mısın?
- Bana mı dedin amca.
- Yok! Yanındaki uzun saçlıya.
…?
- Uzun saçlıya mı?
- Yahu senden başka kimse mi var evladım? Tabi ki sana dedim. Sen gerçekten de tuhaf bir gençsin. Bu kadar dalgınlık neden evlat? Bu cadde üzerinde böyle dikkatsiz olunur mu?
- Haklısınız özür dilerim. Benim hatamdı.
Taksici gaza yüklenip uzaklaştığında peşinden öylece bakakaldı.
- Adamın başını da belaya sokacaktım nerdeyse…
Saatine baktı. Vakit ilerlemişti. Otobüsün kalkmasına daha üç dört saat vardı. Bu süre arkadaşlarıyla, hocalarıyla vedalaşması için yeterde artardı bile. Belediye otobüsüne binerek fakültenin yolunu tuttu.
En çok Galip Hocayı seviyordu. Galip hoca onunla özel olarak ilgilenir, diğer öğrencilerden farklı davranırdı. Galip Hoca’nın yakın ilgisinin sebebini anlamış değildi. Ama anlamasa da olurdu. Zira bu durumun hoşuna gitmediğini söylemesi doğru olmazdı. Fena mı işte. Adam insanlık yapıp da ilgileniyor. Bunun neresi tuhaftı ki? Fakültenin 4.katının merdivenlerini de çıkıp koridorun sonundaki odaya doğru yöneldi. Kapıyı çalmak için elini yumruk yaptığında içerde birilerinin olduğunu fark ederek bundan vazgeçti.
- Rahatsız etmesem mi acaba? Biraz bekleyeyim, belki misafirleri vardır. Zemin kattaki kantine inip bir iki bardak çay içeyim. Sonra tekrar gelirim.
Aradan yaklaşık yarım saat geçmişti ki geri döndü. İçerde hala birileri vardı. Bu kez kapıyı tıkladı ve içeri girdi.
- Özür dilerim ho…
- Gel Tahsin!
Gözleri fal taşı gibi açılmış. Şaşkın şaşkın adamların yüzüne bakakalmıştı. Öylece bakıyor, hiç kıpırdamıyordu. Hatta nefes bile almıyordu. Odaya bir sessizlik hakim olmuştu. Kısa süreli şokun ardından bu sessizliği bozan Galip Hoca oldu.
- Gel Tahsin otur şöyle. Bu beyler seninle görüşmek istiyorlar.
- Bee bee benimle mi?
- Evet seninle.
Adamlara bakıyor, bir şey söyleyecek gibi oluyor ama kelimeler dudaklarının arasında sıkışıp kalıyor, dışarıya çıkmıyordu. Gün içinde yaşadığı ikinci şoktu bu.
Görünümü sert olan adam konuştu ilk.
- Biz delikanlıyla tanışıyoruz Galip Hoca.
Sustu, cevap vermedi. Başını öne eğdi. Birkaç saniyelik daha sessizlik oldu odanın içerisinde. Sonra birden cesaretini toplayıp.
- Kim bu beyler hocam? Deyiverdi.
- Anlatacağım. Önce bir çay söyleyeyim sana. İç kendine gel.
- Teşekkürler hocam içmeyeceğim. Az önce kantindeydim.
- Olsun. Bizim çayımız farklıdır.
Galip Hoca aslında olaylardan haberdardı. Hey şeyi biliyordu. Biraz daha beklemeyi uygun gördü. Tahsin’in şaşkınlığının geçmesini bekliyordu. Tahsin’de önceki halini biraz kaybetmiş, çayı içtikten sonra epeyce rahatlamış kendine gelmişti.
- Çayını içtin afiyet olsun.
- Sağ olun hocam.
- Bak Tahsin! Bu beyler teşkilattan. Seninle görüşmek istiyorlar.
- Teşkilat mı? Koskoca teşkilatın benim gibi biriyle ne işi olabilir ki hocam, niçin görüşmek istiyorlar benimle?
- Merak etme ve aklından sakın kötü şeyler geçirme. Arkadaşları tanırım. Seninle konuşacakları var. Senin için ben nasıl biriysem onları da öyle kabul et. İçin rahat olsun.
Adamlarla üçüncü karşılaşmasıydı bu. Ve düğüm çözülmek üzereydi. Hep birlikte çıktılar. İçinde üç kişi bulunan Toyota Corollo, Ankara’nın kuzeyinde bir çiftliğe doğru yol alırken Tahsin derin düşünceler içerinde kulaç atmakla meşguldü.
Aradan birkaç gün geçmişti. Memlekete gitmemiş, evine kapanmış hiç dışarıya çıkmamıştı. Bir türlü kabullenemiyordu. Kendi kendine söylenmeye başladı.
- Beni nasıl bir işe bulaştırdın böyle Galip Hoca. Benim ne işim olur bu adamlarla…
Adamların Galip Hoca’nın odasına ziyarete gelmelerinin üzerinden tam bir hafta geçmişti. Tahsin’i ikna edememiş çareyi Galip Hoca’yı aramakta bulmuşlardı.
- Hocam vermiş olduğunuz kaynakta aradığımızı bulmakta zorlanıyoruz. Bize yardımcı olmanızı rica edecektik.
Galip Hoca 1984 model eski kasa sarımtırak emektarına atladığı gibi çiftliğin yolunu tuttu. Mercedes marka arabanın sileceklerini değişmeyeli uzun zaman olmuştu. Sağa sola giderken insanın dişlerini kamaştıran ve sinirini bozan bir ses çıkarmalarına aldırmadan yağmurlu havada ilerlemeye devam etti. Belli ki onun zihni de meşguldü. Kendi kendine söylenmeye başladığında sanki karşısında biri varmış gibi yüksek sesle konuşur, sonra bunu fark edip ağzını kapardı.
- İnatçı çocuk.
İnatçı olmasına inatçıydı Tahsin. Kolay lokma olmayacağını biliyordu elbette. Ama o farklıydı. Çok farklıydı ve mutlaka inadının kırılması gerekiyordu. Geçte olsa ulaşmıştı çiftliğe. Kapıyı açan ajanın ilk sözü şu oldu:
- Hayatımda bunun gibi birini görmedim hocam.
- Size söylemiştim. Kolay olmayacak demiştim. O ötekilere benzemiyor demiştim değil mi?
- Demiştiniz de Galip Bey, bu kadarını da beklemiyorduk.
Tahsin’in üzerine daha fazla gitmenin şu an için uygun olmadığını düşündü.
- Ben konuşacağım onunla. Merak etmeyin beni dinleyecektir…
Yaklaşık bir hafta sonra Galip Hoca ile Eskişehir yolu üzerinde sarımtırak emektarın içinde buluştuklarında vakit epey ilerlemiş, nerdeyse gece yarısını bulmuştu. Uzun süre tartıştılar. Galip Hoca onun bu işi kabul edeceğini biliyordu. Ama bu kadar zorlayacağını da tahmin edememişti.
- Bak evlat! Senin ciğerini bilirim ben. Ülkene hizmet aşkıyla yanıp tutuşuyordun. Al sana fırsat. Adamlar teşkilatın ileri gelenlerinden. Onlarla zaman zaman görüşürüz. Fikir alışverişinde bulunuruz. Bizlerden yardım isterler. Biz de onlara yardımcı oluruz.
- Hocam ben çocuk değilim. Açık konuşun benimle siz de onlardansınız.
…?
- Her vatandaş üzerine düşeni yapmalıdır. Bu durumda hepimiz teşkilatçı olmuyor muyuz zaten?
- Ne demek istediğimi gayet iyi anladınız hocam. Bana kelime oyunu yapmayın.
- Ne olmuş onlardansam?
- Hiç.
- Öyleyse?
- Yok bir şey hocam.
Galip Hoca: “Nasılsa bir gün öğrenecekti. Bunu şimdiden öğrenmesi iyi oldu” diye düşündü.
- Evet bende teşkilattanım, ne buyuruyorsun bakalım inatçı keçi?
- Ama hocam! Ben farklı bir alanda hizmet etmeyi düşünüyorum. Dört yıl boyunca teşkilata girmek için gecemi gündüzüme katmadım herhalde…
- Biliyorum Tahsin biliyorum. Elbette bunun için yapmadın.
- Öyleyse?
- Bak evladım! Sende biliyorsun ki teşkilat sıradan insanları bünyesinde barındıramaz. Kuruluşundan itibaren bu her zaman böyleydi. Yani Teşkilat-ı Mahsusa’dan itibaren hep bu şekilde olmuştur.
- Anlıyorum hocam da benimle ne ilgisi var ki bunun?
- Çok ilgisi var Tahsin çok…
- Sizi ne kadar sevdiğimi biliyorsunuz hocam. Benden hiçbir şey esirgemediniz. Bütün birikiminizi aktardınız. Her konuda yardımcı oldunuz. Fakat bu konuda lütfen beni zorlamayın, ne olur.
- Bu ülkeye en fazla hizmet edenlerin başında istihbaratçılar gelir oğlum. Bunu sakın unutma. Nice teşkilat çalışanları vardır ki yaptıkları hizmetler sayesinde bu ülke çok şey kazanmıştır. Onlar popüler insan olma, makama kavuşma, şan şöhret sevdasında değillerdi. O yüce insanlar tarihe mal olmuşlardır. Belki bir dikili taşları dahi kalmamıştır çoğunun. Fakat bu millet onları asla unutmayacaktır.
Fakülte yıllarında istihbarat ile ilgili onlarca kitap okumuştu. Uluslar arası her türlü ilişkiden haberi olmalıydı elbette. Galip hoca ona bir takım kitaplar verirdi. “ Bunları iyi oku evlat. Yoksa benden sınıf geçemezsin. Hiç acımam ona göre” diye takılırdı. Özellikle Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgili bir kitapta okudukları onu derinden etkilemişti. O insanların kısıtlı imkanlara rağmen neleri değiştirebildiklerini hatırladı.
“Hind ihtilalini hazırlamak için Hindistan’a giden altı kişilik ekibin başında Kuşcubaşı Eşref vardır. Ekibin elemanları Hacı Selim Sami, Emrullah Barkan, Adil Hikmet, İbrahim Haklıer ve Tatar Hüseyin ’di. Ekip Bombay’a giderken savaş patlak verdi. Enver Paşa, Eşref Beyi geri çağırdı. İngilizler, ekibin peşine düştüler. Yol haritası değişmişti. Eşref Bey, dostu Maskat Emirine uğrayıp İstanbul’a döner. Diğerleri ise Orta Asya’ya geçeceklerdir. Hacı Sami ve arkadaşları Keşmir üzerinden Pamir dağlarını aşarak Doğu Türkistan’a sızarlar. 1916’daki, Ruslara büyük kayıplar verdiren Yedi-Su İsyanları’nda önemli rol oynarlar.
Çok defa yırtık bir potini dahi rüyalarında bile görmemişti bu insanlar. Çok defa boş midelerinin şikayetini durdurmak üzere yumruklarını karınlarına bastırmışlardı. Pamir’den Taklamakan çöllerinden ve her türlü vasıtaları bulunan kimselerin dahi geçmeye cesaret edemedikleri yerlerden yalnız başlarına yürüyerek geçmişlerdi. Kırgızları ayaklandırmışlar, meşhur Rus General Kuropatkin ile muntazaman muharebeler yapmışlardı. Bu muharebelerde gah mağlup olup, gah galip gelmişlerdi. Rus çarının yanında önemli bir mevkie kavuşmuş bulunan bu meşhur generalin araya koyduğu Çinli bir general ile bir devlet gibi mütareke yapmışlardı. Rus gazeteleri sütunlarını onlar hakkındaki havadislerle doldurmuş, Japon basını manşetten resimlerini basmıştı.”(1)
Galip Hoca kendisini iknaya çalışırken o hatırlamaya devam etti.
“Osmanlı İmparatorluğu’nun son on yılına damgasını vuran örgütlerden biriydi Teşkilat-ı Mahsusa. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en seçkin fedai ve eylemcileri tarafından kurulan bu gizli örgüt, Meşrutiyet’in ilanında önemli bir rol oynamakla kalmamış, aynı zamanda İtalyanlar tarafından işgal edilen Libya’da, Balkanlarda ve Birinci Dünya Savaşı’nda inanılmaz bir direniş ve kahramanlık örneği sergilemişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yer altı faaliyetlerinde pişmiş olan eylemcilerden kurulan "Özel Teşkilat" 1913’deki Babıali Baskını’nda da önemli rol oynamıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidar olmasıyla resmileşen ve uluslar arası nitelik de kazanan Teşkilat, Hind kıtasından Afrika’ya, Orta Doğu’dan Balkanlara, Arap Yarımadası’ndan Orta Asya’ya uzanan İslam dünyasını Osmanlı etrafında birleştirmeyi amaçlamıştı. Teşkilat-ı Mahsusa’cılara göre teşkilat, tanıdık bildik bir gizli servis, bir ajanlar topluluğu değildi. Onlar bir dava etrafında bir araya gelen, güçlerini ve yeteneklerini bu çerçevede birleştiren idealistlerdi. Onların tek gayesi imparatorluğu ayakta tutmaktı. Hangi etnik kökene ve dine mensup olursa olsun, imparatorluk sınırları içinde herkese yer vardı. Sömürge altında yaşayan Müslüman halklar kendi istiklallerini kazanmalı ve kardeş ülkelerle dayanışma içinde olmalıydı.
Gizli Teşkilat’ın giderleri Harbiye Nezareti’nden ve örtülü ödenekten karşılanıyordu. Teşkilat’ın adı resmi olarak Umur-ı Şarkiye Dairesi’ydi. Merkezi, Nuri Osmaniye Caddesi, Şeref Sokak’ta, Tasvir-i Efkar gazetesinin karşısındaki bir binadaydı. Harbiye Nezareti’ne bağlı olarak kurulan teşkilat, İttihat ve Terakki’nin Meşrutiyet öncesi yer altı çalışmalarının bir ürünü, hatta devamıydı. Kara Kemal’den Yenibahçeli Nail’e, Kuşçubaşı Eşref’ten Süleyman Askeri’ye, Yakup Cemil’den Ömer Naci’ye kadar, teşkilatın pek çok ünlü fedaisi vardı.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın efsanevi şeflerinden Eşref Bey, işin en başından beri içinde olan birisiydi. Teşkilat zaten büyük ölçüde Eşref Bey’in deneyimlerinden yararlanmıştı. Kendisi Teşkilat-ı Mahsusacı’ların ruh yapısını şu sözlerle dile getirmişti. "Birer eski tüfekti bu adamlar. Kendilerini vazifeye, vatan hizmetine adamış, ucuz kahramanlıklara, süslü lakırdılara ve sahte tavırlara yüz vermeyen samimi, gerçek vatanseverlerdi. Onların vatanseverliği derin ve içten yaşanan bir duyguydu. Kaybedecek hiçbir şeyimiz yoktu. Davamızın haklı bir dava olduğuna inanmıştık. Sonunda kazanamayacak oluşumuzu göz ardı etmek gayreti içindeydik. Etrafımızdaki dünya yıkılıp gitmeden hiç olmazsa birkaç tane daha küçük zafer elde edebiliriz diye düşünüyorduk." (2)
İttihat ve Terakki’yi İslam Birliği projesine teşvik eden Trablusgarp’ın İtalyanlar tarafından işgal edilmesiydi. İttihat ve Terakki, iktidarın dizginlerini ele geçirdiklerinde bu projeye bel bağladı. İttihatçı eylemciler Libya’da kazandıkları tecrübeden Balkan ve Birinci Dünya savaşlarında da yararlanacaklardı. Enver Paşa’nın liderliğindeki Özel Teşkilat, Libya’da silah, cephane ve profesyonel asker kıtlığına rağmen, mükemmel bir gerilla harbini örgütleyerek, 200 bin kadar İtalyan askerini sahil şeridine kilitlemeyi başarmıştı. Trablusgarp’ta, sonradan çoğu Teşkilat-ı Mahsusa’cı olan ünlü isimler gerillacılık yaptı. Bunların başında Mustafa Kemal Atatürk, Nuri ve Halil Paşalar, Ali Fethi Okyar, Kuşçubaşı Eşref ve Hacı Selim Sami, Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya, ilk tayyareci şehitlerden Sadık Bey, Çerkez Reşit Bey, Süleyman Askeri, Fuat Bulca, Yakup Cemil, Nuri Conker, Rauf Orbay gibi isimler yer alıyordu.
Mısır’ın liman kenti İskenderiye, Trablusgarp’a geçişin kilidi idi. Özel Teşkilat’ın subayları İskenderiye’den sınıra, oradan da Trablusgarp’a geçeceklerdi. Teşkilat mensupları subay olduklarını gizlemek zorunda olduklarından sahte kimliklerle yolculuğa çıkmışlardı. Mustafa Kemal halı tüccarı, Süleyman Askeri genç bir molla kılığına bürünmüştü. 1915’te Teşkilat’ın Osmancık Gönüllü Taburu’nun başında Irak’ta şehit düşen Kısıklılı Yüzbaşı Cemil, hoca kılığındaydı. Teşkilat yola çıkmaya hazırlanırken içinde bulunduğu zor durumdan dolayı İstanbul’dan hiçbir yardım göremeyeceklerinin farkındaydılar.
Enver Bey’in evinde yapılan gizli toplantıda Mustafa Kemal, Ali Fethi Okyar, Kuşcubaşı Eşref, Mümtaz Bey, Süleyman Askeri, Fuat Bulca ve birkaç subay vardı. Toplantıda büyük bir harita başında çalışılıyordu. Teşkilat, Mısır üzerinden Libya’ya sızacaktı. İngiliz kontrolü altındaki Mısır’dan geçişler tehlikeliydi. Başka bir çare de yoktu. Mısır’da Eşref Bey’in çevresi işe dahil edilecekti. Teşkilat, Trablusgarp’a karadan ve denizden bağlanan yollar üzerindeki merkezlerde güvenilir elemanlar görevlendirecekti. Özel Teşkilat herkese açık olmayacaktı. Profesyonel çeteciler ve idare etme niteliğine sahip güvenilir subaylar yer alacaktı. Enver Paşa, hazırlık için Eşref Bey’in önceden gitmesini istedi. Enver Paşa’nın son sözleri şöyleydi: "Hepimiz yekdiğerini tebrike layığız. Nizam ve disiplini muhafaza etmek için sahip olduğumuz şuura azami riayet içinde, tam bir kardeşlik ve bağlılık havasını temsil edeceğiz. Allah bizimle beraberdir." (3)
Bin bir zorlukla da olsa Trablusgarp’a ulaşmışlar ve orada halkı İtalyanlara karşı örgütlemeyi başarmışlardı. İtalyanlar bu beklenmedik direniş karşısında uzun zaman kendilerini toparlayamamış ve hatırı sayılır kayıplar vermişlerdi.”
Galip Hoca Tahsin’in dalıp gittiğini fark etti.
- Sen beni dinlemiyor musun?
- Dinliyorum hocam.
Dinlemiyordu elbet. Dalıp gitmişti. Aklına takılan bir şeyler vardı besbelli. Düşüncelerini kontrol edemiyordu. Sanki gizli bir güç onu yavaş yavaş etkisi altına almaya başlamıştı. Kimdi, neden buradaydı? Niye bu ihtiyarın söylediklerini dinlemek zorunda kalmıştı. Şimdi memleketinde olmalı, köyün yakınlarındaki ormanın içerisinde bulunan buz gibi suyun başında arkadaşlarıyla taş üzerinde köfte kızartmalı, sonra da çatlayana kadar yemeliydi. İçine buz gibi su doldurduğu çaydanlığı arkasında saklayarak arkadaşlarından herhangi birisinin kafasına aşağı döküp sonrada arkadaşlarıyla birlikte karnının etleri çatlayana kadar gülmeliydi. Ya da billur gibi akan derenin önünü kapayarak yapmış oldukları o küçük gölette, kendini tertemiz bozkır sularına bırakmalı, doğal jakuzi dedikleri şelalenin altında omuzlarına sertçe vuran suya aldırmadan beklemeliydi. Kaçkarlar’ın zirvesinde, üç bin metre yükseklikte krallıklarını ilan etmiş bulunan, insanı çelik gibi yapan o kar sularının oluşturduğu göllerin en büyüğünde alabalıklara eşlik etmeliydi beklide. Galip Hoca ona sesleninceye kadar bir çırpıda dolaşıvermişti oraları.
- Bu nasıl dinlemek evlat. Gözlerin sanki çok uzakları görüyormuş gibi bir hal var sende.
- Haklısınız hocam özür dilerim. Bana vermiş olduğunuz kitaplardan birinde yazılı olanları hatırladım da.
- Hangi kitap?
- Hani şu Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgili olanı.
- Evet! Çok güzel bir kitaptır o.
- Evet! Öyle hocam.
Galip hoca Tahsin’in ikna moduna girdiğini, biraz daha gayret ederse bu işin söküleceğini sezmişti. Yılların kurdu değil miydi o. Teşkilata sayısız eleman kazandırmış, bu elemanlar onu hiçbir zaman utandırmamışlardı.
Galip Hoca, teşkilatta uzatmalara oynayan bir ajandı. Görevi; zeki, cesur, kabiliyetli ve hepsinden önemlisi vatan sevgisi sınırsız limitte olan Türk gençlerinin teşkilata girmelerini sağlamaktı. Bu amaçla yetiştirilmiş ve Uluslararası İlişkiler Fakültesine sokulmuştu. Tahsin odasına girdiğinde, yanında bulunan iki kişi de onun yetiştirip teşkilata soktuğu ajanlardı. Yaş dala ayak basmaz, işe yaramayacak olanlarla zaman kaybetmez, ama kancayı taktığı gençlerin de gartlarını mutlaka düşürürdü. Bu sefer de öyle olacaktı. Bu güne kadar aksi görülmüş değildi. Yüklenmeye devam etti.
- Biliyorsun Tahsin. Eski bir söz vardır. “Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir yiğidi, bir yiğit bir orduyu, bir ordu bir savaşı ve bir savaş bir milleti kurtarırmış.” Bu yolda bir mıh olmanın ne demek olduğunu biliyor musun? Bizler birer mıhtan başka bir şey değiliz evlat. Anlıyor musun? Değiliz.
…
Tahsin susmuştu. Cevap vermiyordu. Aklına Çöl Kaplanı Ömer Muhtar ve Stuart Smallwood geldi. Bunları da o kitaptan okumuştu, hatta Ömer Muhtar’ın filmini izlemişti
“Birinci Cihan Harbi’nden sonra Libya’da direnişin simgesi olan Şeyh Ömer Muhtar Teşkilat-ı Mahsusa’nın komutasında savaşan Sunusi gönüllüleri arasındaydı. İtalyan işgali sırasında Kasur Zaviyesi imamı olan Ömer Muhtar, 1931’de İtalyanlara esir düşerek idam edilmişti. 20 yıl savaştıktan sonra şehit olan Ömer Muhtar’ın cesareti Teşkilat-ı Mahsusa subaylarının dikkatini çekmişti. Sunusi şeyhleri, bir gönüllü müfrezesine kumanda eden Ömer Muhtar hakkında subaylara, "Böyle on tane Ömer Muhtar olsa bize yeter" diyorlardı. Teşkilat-ı Mahsusa’dan gerillacılığı öğrenen Ömer Muhtar, Cumhuriyet döneminde, eski silah arkadaşı Atatürk’e mektup yazarak destek istemişti. Bu mektuplar cevapsız kalmıştı. Libya Kralı İdris Sunusi’nin başbakanlığını yapan Sadullah Efendi’nin naklettiğine göre, mektuplar Atatürk’e ulaşmamıştı. Libyalılar Türkiye’ye uzun süre kırılmışlardı. İşin gerçeğini bir İngiliz ajanı, Sadullah Bey’e açıklamış. Söylediğine göre İtalyan işgal kuvvetleri komutanı faşist Mareşal Rodolfo Graziani, bu mektupları ele geçirerek saklamıştı.
Trablusgarp’a gelen gönüllülerden biri de eski İngiliz istihbaratçı ’İngiliz Osman’dı. Enver Paşa, bir hanım arkadaşına yazdığı mektupta, şehit düşen İngiliz Osman için şöyle diyordu:
"Kampımızda buraya gelmeden önce siyasi nedenlerle Müslüman olan İngiliz bir asker vardı. Hayatımda hiç karşılaşmadığım bir gözü pekliğe sahip, hakikaten çok iyi çocuktu. İtalyan dikenli tellerinin altından kayıp onların kalelerine girmek onun için spordu. Geçen gün Derne Vadisi’nde adamlarımla birlikte öldürüldüler, yaralandılar ve İtalyanlar tarafından götürüldüler. Hepimiz nasıl seviyorduk onu. Bu akşam yine, asıl adı Stuart Smallwood olan Osman adlı bu zavallı İngiliz kahramanı deforme olmuş ve antipatik suratıyla düşündüm. Onu yine de çok seviyor ve olağanüstü yiğitliğine hayrandım. Heyhat. Şimdi öldü ve cesedi İtalyanların ellerinde. İsmini yaşatmak için her şeyi yapacağım. Ailesinin altın imtiyaz madalyasını alması için Harbiye Nezareti’ne yazdım, annesi Şefkat Madalyası alacak ve ismi Harbiye Nezareti’nin altın defterine kazınacak. Ona gelince, o herhalde mutlu, huzurlu ve memnundur." (4)
Sonra Casus Lawrence’ı aklına getirdi. Arapları Osmanlı’ya karşı kışkırtan o adamı düşündü. Şu an yanında olma imkanı bulunsaydı onu elleriyle boğardı. Bir insan kitleler üzerinde bu kadar etkili olabilir miydi? Koca bir milleti isyana sürükleyebilir miydi? Evet sürükleyebilirdi. Lawrence bunu başarmıştı ne yazık ki. Tek başına olan Lawrence neler yapmıştı ülkesi için. O kendisine verilen görevi reddetmemiş, ülkesinin çıkarları uğruna başarılması mümkün görülmeyen bir maceraya atılmış fakat bu macerayı hakikate dönüştürmeği başarmıştı.
Bugünkü Suud-i Arabistan sınırları içinde başlayan Şerif Hüseyin İsyanı’nı hazırlayan İngiliz casusu idi Edward Thomas Lawrence. Lawrence Teşkilat-ı Mahsusa’nın dikkatini Yemen’de görevli bir nüfus memuru olan Ahmet Hamdi Bey vasıtasıyla çekmişti.. Hamdi Bey Teşkilat-ı Mahsusa ajanıydı. Teşkilat, Yemen’de Müslüman kisvesine bürünmüş iki İngiliz ajanı tespit etmişti. Ahmet Bey’in görevi bu iki ajanın ilişki kurduğu kişileri belirlemekti. Ahmet Hamdi, Hacı Ali ve Abdullah Mansur adındaki bu iki ajanın ziyaretçileri arasında ilginç bir kişiyi tespit etti. Şeyh kılığı içinde, Arapça konuşan, çelimsiz biri olan bu İngiliz, civardaki bazı aşiret reislerini ziyaret etmişti. Eşref Bey, Ahmet Hamdi’den bu kişiyi takibe almasını istedi. Şam’da görevli teşkilat ajanı Eczacı Nejat Bey de İngiliz’le bizzat temas edecekti. Çok iyi İngilizce ve Fransızca konuşan Nejat Bey, İngiliz’in adını tespit etti. Arkeolog kisvesinde dolaşan bu adam Lawrence idi.
Lawrence’nin Balebek’te olduğunu öğrenen Nejat Bey, Balebek harabelerinde araştırma yapan Müze-i Hümayun görevlisi kimliğine girdi. Lawrence ’in dikkatini çekmek için annesi Türk Yahudisi olan Alman ajanı Hans Gürzoch’la dostluk kurdu. Gürzoch’tan bilgi sızdırmak için Lawrence, Nejat Bey’e yanaştı. Nejat Bey, Lawrence’e zararsız bilgiler verdi. Lawrence ’in birlikte çalışma teklifini geri çevirmeyerek onunla birlikte bazı gezilere katıldı. Bu arada Lawrence ’in resminin de içinde olduğu dosyayı İstanbul’a göndermişti. Lawrence ’in Nejat Bey’den öğrenmek istediği en önemli konu, hilafetin Türk milleti üzerindeki tesiri idi. Nejat Bey İstanbul’a geldiğinde Lawrence ’in şeceresini bile çıkarmıştı. 1914 başlarıydı. Lawrence adı henüz duyulmamıştı.
Eşref Bey, Lawrence ’in ileride oynayacağı rolü yeterince anlayamamıştı. Kahire’deki Hizb-ül Vatani örgütüne mensup bir Teşkilatı Mahsusa elemanından Lawrence ’in Mareşal Lord Kitchener ile görüştüğünü ve Atina’ya hareket edeceğini öğrenmişti. Lawrence İskenderiye’de bir gemiye bindi. Yandaki kamaraya bir teşkilat ajanı yerleşmişti. Lawrence ’in ilk durağı, Atina’daki İngiliz Elçiliği idi. Elçi, Lawrence ’in şerefine bir akşam yemeği verdi. Eşref Bey, silik bir İngiliz’in, elçiden gördüğü ilgiyi merak etti. Atina’daki bir gayr-i Müslim dostunu devreye soktu. Gelen bilgilere göre Lawrence, Arabistan bölgesindeki Rum-Yunan şirketleriyle yakın mesaiye girmek istiyordu. Bu yüzden İngiliz sefirini devreye sokmuştu.
Lawrence ’in Balebek’te olduğunu öğrenen Eşref bey, bir bedevi şeyhi kılığına girdi. Önce Balebek harabeleri çevresindeki Yahudiler dikkatini çekti. Balebek 7 sene öncesine göre tanınmaz haldeydi. Harabelerin etrafında bir çok Yahudi müstameresi peyda olmuştu. Bunlar, çoğu casus olan topluluğun sadece parasını mı almak için gelmişlerdi? Teşkilat-ı Mahsusa tarafından, Rum, Ermeni, Arap ayrılıkçı hareketleri içinde Yahudiliğin de nasıl gizli çalışmalar yaptığı biliniyordu. Nitekim Filistin cephesinin sükutu ile bu gizli hazırlık, diğerleri gibi arkamızdan vurmuştu.
Eşref Bey, Balebek’te Musa El Atraş adında çok taraflı bir muhbiri sıkıştırdı. Atraş’ı Merzifon Amerikan Koleji’nden bir muallimle görüşürken yakalamıştı. Atraş, Eşref Bey’e çeşitli fotoğraflar gösterdi. Resimlerden birine gözü takıldı. "Bu kimdir?" dedi. Atraş, "Aradığınız adamın bu olduğunu bilmiyor muyum? Ya Bek, itimadınız yoksa, neden istihza ediyorsunuz?" dedi. Eşref Bey, dikkatlice baktı, Nejat Bey’in gönderdiği resimdeki adamdı. Atraş, Lawrence ’in Araplar arasında dostça karşılandığını ve Çereş’e geleceğini söyledi. Eşref Bey ve ajanları Çereş’teki casus kaynayan Britanya Şark Enstitüsü’nün Müsteşrikler Toplantısı’na katıldı. Atraş, Lawrence ’in yanına gidecek, böylece Eşref Bey de onu tanıyacaktı.
Çereş harabeleri civarında Atraş, kıyafeti Yukarı Hicazlı bedevilerinkine benzeyen, çelimsiz, soluk renkli, zayıf birisine doğru ilerledi. Lawrence ’ti bu çelimsiz. Eşref Bey, Lawrence ’i öldürmediği için pişman olmamıştı. Şöyle diyordu bir konuşmasında: "Öldürmeyi düşünmüyordum: Daima en sona bıraktığım bu çözümü, Lawrence için o anda düşünmeğe sebep de yoktu. Hadiseler, benim hata ettiğimi gösterdi ama, o gün kolaylıkla yapabileceğim bu işi, kanlı bir şekilde bitirmediğime pişman değilim. Bu, yarı şarlatan bir adamı kahraman yapmak olurdu”. Eşref Bey,1917’de Hayber’deki cenkte esir düştüğünde Lawrence onu ziyaret etti. Bedeviler arasında adı efsane gibi dolaşan Eşref Bey’i merak etmişti. Karşısındaki kişi, yıllar önce Çereş’te sohbet ettiği bedevi idi.
Lavrens’in nüfuz edemediği iki bölge, Trablusgarp ve Sudan’dı. Lawrence anılarında şöyle diyordu: "Türklerin buralardaki nüfuz ve itibarının asıl sebeplerini anlayabilmek için bir ömrün bu çöller içinde gömülmüş olması kafi gelmez. Şeyh Sünnusi’nin dini nüfuz mıntıkası içinde olan bu yerlerde Osmanlı Türklerine ait anlatılan hikayeler hakikatle ilgisi olmasa bile, asırlardır nesillerin birbirlerine söylediklerini hafızalardan silebilmek mümkün değildir. Tarihin kendilerine ’Sizin sonunuz geldi’ diye haykırmasına rağmen direnen bu bir avuç mecnun, Trablusgarp’ı elde etmek isteyen İtalyanları nasıl durdurmuşlar ve ancak, Balkan Hıristiyanlığının el birliği ile üzerlerine atılarak onları Konstantinopol kapılarına kadar kovalamasından sonra buralardan ayrılmışlarsa, ilk fırsatta gizlice ve çoğu Alman denizaltılarıyla sahillere çıktılar, harbin sonuna kadar da hiçbir yabancı kuvveti sokmadılar"
Lawrence Kuşçubaşı Eşref hakkında “Çöllerin eşine rastlamadığı müthiş bir haydut” demekten kendini alamamıştı. Vaktiyle Hicaz Valisi ve Sultan Hamid’in en sevgili paşasının oğlunu, iki tabur asker arasından alıp dağa kaldıran bu haydudun en cüretkar hareketi, Hicaz kuvvetlerinin içinden sıyrılıp çölün en zor yerinden aşıp Yemen’e gitmek teşebbüsü idi. Eşref Bey, kendisi için aksi bir tesadüfle ve bizim haberimiz üzerine Şerif Abdullah’la çarpıştı. Türkler, teslim olmayı adetleri üzerine reddettiler ve bir sıcak su gölüne atılmış şeker parçaları gibi eridiler. Eşref’in planı Hicaz’da, Filistin zaferimize imkan veren bu isyanı bastıracak son Osmanlı teşebbüsü idi. Bu çok cesur ve bedeviler arasında ’Uçan Şeyh’ unvanıyla tanınan korkunç adam, İbn-i Reşid’in ve İmam Yahya’nın dostu idi. O sırada İbn-i Suud bize düşmanca vaziyet aldığında, Eşref’in telkinleri ile Mekke ve Medine’yi isyancı Hicaz kuvvetlerine bırakmamak isteyebilir, bu durum neticede Türk planının zaferi olurdu. Bu tehlikeli adamın yaralı olarak Hayber’de ele geçmesi, neticelere doğrudan doğruya tesir etti.
Kuşçubaşı Eşref ise Lawrence hakkında “Kurnaz, riyakar ve bir o kadar da aşağılık biriydi”. diyordu Lawrence cesur muydu? Hayır. Pervasızdı. Zeki mi idi? Hayır. Kurnazdı. Atak, utanmaz, sırasına göre riyakar ve iki büklüm, fakat başarılarının ana sebebi olarak sabit fikri olan, çalışkan bir insandı. Bazen kendisini , mücadeleye layık olmayan ve karşılaşmaya değmeyen biçare, zavallı, manyak bir hüviyete bürünürdü. Ne için, kimin için çalışıyordu? Buna sarih olarak cevap vermek güçtür. Peygamberimizden 1285 sene sonra, yine O’nun yolundan, O’ndan oldukları iddiası içinde , O’ndan ayrılmış olanların da katıldığı düşman bir dünya safına karşı yapılan Hayber şahlanışını takip eden devrede Lawrence , en kesif faaliyetini gösterdi. Türk esirlerine zulme vesile olması, Hayber cenginden sonradır. Eline geçen her fırsatta Lawrence, ne kadar gaddar olduğunu ispat etti. Sadece Türklere karşı değil, bütün insanlara karşı nefret beslerdi. Kendisinin bir piç ve cinsi sapık olmasında zulüm duygusunun büyük tesiri olduğunu kim inkar edebilirdi.(5)
Bir İngiliz casusu olan Lawrence bile koca bir imparatorluğun çöküşünde etkin rol oynayabilmişti maalesef. Şimdi kendisinden de benzer bir şey isteniyor, teşkilata dahil olması gerektiği anlatılmaya çalışılıyordu. Daha fazla düşünmenin gereksizliğini o da fark etmiş olmalıydı ki birden:
- Peki kabul ediyorum. Daha fazla uzatmaya gerek yok. Ne yapacaksanız yapın…
Galip Hoca oturduğu yerden kalkıp Tahsin’in yüzüne gözlerinin içi parıldar bir vaziyette birkaç saniye baktı. Yanılmamıştı. Zor olmuştu ama yanılmamıştı işte. Sonra gidip Tahsin’in gözlerinden öptü.
- Pişman olmayacaksın oğlum. Bu vatanın sizin gibi evlatlara ihtiyacı var. Herkes ülkesine olan borcunu bir şekilde ödemek zorundadır. Bizlerin payına da böylesine şerefli bir sorumluluk düşmüşse buna sevinmeli, hatta mendil alıp oynamalıyız.
Konuşamıyordu Tahsin. Sustu sustu…
4.BÖLÜM
Aradan iki yıl geçmişti. Galip Hoca on günlük kısa tatilini müteakip fakültedeki odasına ayak bastığında kapının altından atıldığı anlaşılan bir mektupla karşılaştı. Üzerinde isim ve adres olmayan mektubu açtığında gözleri gülümsüyordu. Bu bir mektup değil düğün davetiyesiydi.
“ Bu mutlu günümüzde sizleri de aramızda görmekten büyük onur duyarız. ”
Düğünlerine çağırıyorlardı onu Tahsin ve Hatice. Düğün İstanbul’da olacaktı. Sonra davetiyenin alt kısmındaki tarihe göz atıverdi.
16 Nisan Pazar…
Bu onun en mutlu günüydü. Göreve başlayalı henüz iki yıl olmamıştı. Hatice ile birlikte karar almışlardı. Evlilik tarihini beraber tayin etmişlerdi. Bu en mutlu günlerinde Tahsin biraz heyecanlıydı. Ama bu heyecanı evleniyor olmasından değil, beklediği bir konuğun henüz gelmemiş olmasındandı.
- Sağlık olsun. Galiba gelemeyecek. Mutlaka bir işi çıkmıştır. Yoksa gelmez olur muydu. En azından telefonla haber verirdi.
Tam düğün pastasını kesmek için bıçağı Hatice ile beraber ellerine aldıkları sırada Galip Hoca’yı tebessüm eder vaziyette karşılarında bulmuşlardı.
- Hocam hiç gelmeyeceksiniz sandım.
Galip hoca birden ciddileşti. Az önceki babacan tavrından, yüzündeki o tebessümden eser kalmamıştı.
- Aslında gelmeyecektim ama korktuğum için geldim.
- Korku mu? Neden, kimden korktunuz hocam?
- Senden.
- Benden mi?
- Evet senden.
- Benim neyimden korktunuz hocam?
- Dilinden tabi ki. Bizi yedi düvele reklam yapardın.
Kahkahalar salonu bir anda doldurdu. Pastalar yenildi, dans edildi, oyunlar oynandı. Herkes neşe içindeydi. Vakit geç olmuştu. Konuklar birer ikişer ayrılıyordu salondan. Galip Hoca damadın kulağına eğilerek:
-Hayırlı olsun evlat! Dedi.
-Sağ olun hocam. Bu mutlu günümde beni yalnız bırakmadınız.
-Vazifemiz evlat.
-Yine de çok memnun olduğumu söylemeliyim Galip Hoca.
-Allah mutluluklar versin sizlere. Daima beraber olursunuz inşallah.
Sonra Hatice’ye dönerek:
- Bak kızım! Demedi deme. Kocan olacak bu adam kadar hayatta inatçı bir kimse görmedim. Sakın yüz vereyim deme. Elinden merdaneyi hiç eksik etme ki, bu keçi meşrepli herifi yola getirebilesin.
- Yapmayın hocam. İkiniz bir olup kuyumu kazmayın.
- Sen sus bakalım damat. Ben kızıma taktik veriyorum. Ne yani yalan mı? İnatçı olmadığını mı söylemeye çalışıyorsun.
- Vallahi pes hocam… Sen ona bakma Hatice. Bana bakınca kendini görüyor aslında.
- Neyse neyse uzatmayalım fazla. Sizi bekletmeyeyim ben çocuklar. Artık ikinci hayırlı haberi ulaştırırsınız bana değil mi?
Hatice utancından kızarmıştı. Tahsin için de durum farklı değildi. Galip Hoca onların bu hallerine aldırış etmeden kapıya doğru yönelirken arkasına bakmadan bu sefer yüksek sesle:
- Yoksa gelir kulaklarınızı çekerim bilmiş olasınız…
5.BÖLÜM
Ankara’da güpegündüz patlayan bomba Türkiye’yi şok etmişti. Olayda bazı bakanlar ağır yaralanmış, iki bakan da hayatını kaybetmişti. Başbakan ise patlamadan birkaç dakika önce alanı terk ettiği için kurtulmuştu. Yeni yapılan kültür merkezinin açılışına çok sayıda davetli ve vatandaş katılmıştı. Tabi ki hükümet yetkilileri de oradaydılar. Görgü tanıkları gazeteci kılığındaki bir teröristin bombayı patlattığını söylüyorlardı. Bu canlı bomba tam olarak atmış beş insanın hayatını yitirmesine, yaklaşık bir o kadarının da yaralanmasına sebep olmuştu. Ölenlerin içinde Turizm Bakanı ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı da vardı. Başbakan hafif bir rahatsızlık nedeniyle olaydan birkaç dakika önce açılıştan ayrılmıştı. Eğer orada olsaydı belki de o da hayatını kaybedenler arasında olacaktı. Hayatını kaybedenler arasında çok sayıda bürokrat da mevcuttu. Gazeteciler, televizyoncular, bürokratlar, vatandaşlar. Toplam atmış beş insan bu saldırı sonucu hayatlarını kaybetmişlerdi.
Yıllardan beri bu hainlerle mücadele eden Tahsin işte bu haberlerin ardından adeta deliye dönmüş, o anda önüne ne çıksa vurup indirecek hale gelmişti. Zaten görevi tam olarak yerine getirememiş olmanın kendisine vermiş olduğu manevi eziyet onu bir mengene gibi sıkmış bu olay da onun üzerine tuz biber olmuştu.
Odanın içerisinde farkında olmadan dönüp duruyordu. Arada bir başını kaşıyor, elini çenesine götürüyor ve oturup düşünüyordu. Geri çağrılması hoşuna gitmemişti aslında. Kalan görevi de bitirmeden gitmeyi asla düşünmüyordu. Bunu yapamazdı. Bunu gururuna yediremezdi. O iş mutlaka bitmeliydi. Aslında bitirmek istediği işi ona verenler amirleri değildi. O kendisi böyle bir işe kalkışmıştı. Hedefleri arasında bulunanlardan sadece ikisi yok edilmemişti. Onların da biri hapisteydi diğeri ise trafik kazasında ölmüştü. Amerika’ya asıl gelmelerine sebep olan Ziya Gümüş, İnterpol tarafından yakalanmış ve Türkiye’ye iade edilmişti. Ama asıl iş, asıl yapmak istediği fakat bir türlü yapamadığı iş duruyordu henüz. Hiç kimsenin haberi olmayan sadece Necati ile kendisinin bildiği o iş. Bu yüzden emri dinlemeyecek, bu işi bitirecek, gerekirse ölecekti. Daha fazla beklemenin, gecikmenin bir anlamı yoktu artık. Yarından başlayarak en kısa sürede sonlandırılmalıydı. Necati’ yi arayıp gelmesini söyledi. Beraber plan yapacaklar ve bu planı uygulayacaklardı. “Necati gelene kadar biraz dinlenmeliyim” diye düşündü. “Yoksa öleceğim” dedi ve kanepesinin üzerine uzanıp kendini uykunun dayanılmaz cazibesine bıraktı. Kendisini bıraktığı bu ağır uykudan onu uyandıran kapı zilinin, belli bir ritme göre çalmasıydı. Bu gelen Necati’ydi.
-Hayırdır dostum dayak mı yedin?
-Sabah sabah canımı sıkma Necati.
-Sabah sabah?
-Evet sabah sabah.
-Dur bakalım. Hele bir İstanbul’u arayayım.
-Ya ne saçmalıyorsun sen. Ne İstanbul’u Necati?
-Kızma hemen beyim. Üsküdar’da sabah olmuş mu onu soracaktım.
-Çatlatma adamı Necati.
-Kardeşim ne sabahından bahsediyorsun sen, birazdan akşam kararacak nerdeyse.
-Yapma ya.O kadar oldu mu?
-Ohoo! Sen uçmuşsun şefim. Çok mu uyudun?
-Uyudum galiba, bilmiyorum. Olanları duymuşsundur herhalde.
-Duydum maalesef. Seni biraz rahatlatmak için şarlatanlık yapmaya çalışıyorum bende. Yapacak bir şey yok, olan oldu. Önemli olan bundan sonra ne olacağı.
- Bu işi bitireceğiz Necati. Ya bu iş bitecek ya da biz biteceğiz. Hem başarmamız lazım Necati. Başarmak zorundayız. Asıl görev duruyor daha.
- Ne görevi anlamadım?
- Merak etme sen, hele şu iş bir bitsin.
- Yahu ne görevi Tahsin? Nerden çıktı şimdi bu görev. Neyin nesidir söylemeyecek misin?
- Zamanı gelince söylerim elbet. Hayatta en çok yapmak istediğim, kendi kendime vermiş olduğum bir görev Necati.
- İyi de senin kendi kendine verdiğin görevler çoğalmaya başladı farkındaysan. Bu adam hiç hesapta yoktu mesela. Şimdi de daha başka bir şey icat ettin. Ve bunu benden saklıyorsun.
- Senden sakladığım falan yok, sıkma canımı. Sadece şu işi bir halledelim ondan sonra. Neyse şimdilik bunu düşünmeyelim, işimize bakalım.
- Söylemeyeceksin yani. Eh öyle olsun bakalım çok bilmiş beyefendi. Kendini beğenmiş ukala. Söyle bakalım, bu adi herif için bir planın var mı?
- Beraber yapacağız planı. Çok zor olacak ama bitecek bu iş.Ya hep ya hiç anlıyor musun?
İkisi de işin kolay olmadığının farkındaydı. Bir bakıma intiharlarının planı olacaktı bu. İkisi de ölümden korkmuyordu. Onları korkutan başaramamaktı. Ölseler de önemli değildi. “Yeter ki bu pis herif cehenneme gitsin. Onu bitiremezsek asıl o zaman ölmüş oluruz” diyorlardı birbirlerine. Saatlerce düşündüler ama bir türlü çözüm üretemeyip nasıl bir strateji izlemeleri gerektiği konusunda bir karara varamadılar. Kendilerini ele vermeden bu işi yapmanın neredeyse imkansız olduğunu ikisi de kabul etmek istemiyordu. Ama bunu kabullenmekten başka bir yol olmadığı da belliydi. Her şeyi göze aldılar ve bu işi bitireceklerine dair yemin ettiler. Adam çok iyi korunuyordu. Son zamanlarda kendisine tehdit mesajları geliyor, faaliyetlerini durdurması isteniyordu. Sadece Türkiye değil bir çok ülke bu sermaye patronu yüzünden telafi edilmesi çok güç sorunlar yaşamıştı. Son zamanlarda Türkiye’de göstermiş oldukları gizli faaliyetler, görünürde demokrasinin gelişmesi, kendini yenilemesi adına yapılmıştı ancak kazın ayağı öğle değildi. Bir çok sivil toplum örgütüne destek veren bu vakıf, kullanıldıklarının farkına varamama acziyeti içinde olan bu örgütler vasıtasıyla Türkiye’nin iç işlerine üstü kapalı müdahalelerde bulunmaya, devletle halkı karşı karşıya getirme çabası içine düşmeye başlamıştı. Artan terör olaylarının yegane sebebi de bu vakıftı. Terör yakınlarını, mağdur vatandaşlar olarak gösterip onlara her türlü yardımı yapıyor ve çirkin emellerine ulaşmak amacıyla onları Türkiye aleyhine provake ediyor, çeşitli kutlamalar adı altında meydanlara döküyor ve askere, polise, sivil vatandaşa, işyerlerine saldırtarak ülkede huzursuzluk çıkarmaya, kaos ortamı yaratmaya gayret gösteriyordu. İşte bu nedenledir ki çıban başı olan bu demokrasi vakfının başında bulunan alçak herif artık hak ettiği yere gönderilmeliydi. Türk cumhuriyetlerindeki karışıklıkları Türkiye’de de çıkarmayı amaçlayan bu tertipler, vatanlarına canı gönülden bağlı, vatan sevgisini bütün sevgilerden üstün tutan Türk insanı tarafından bertaraf edilmiş, boşa çıkartılmıştı. Fakat bu kez daha da sinsi planlarla işe koyulmuşlar ve amaçladıklarına ulaşmak için ellerinden geleni yapmaya kalkışmışlardı. Buna müsaade edilemezdi. Kendilerine böyle bir görev verilmediği halde bu iki cesur Anadolu delikanlısı durumdan vazife çıkartıp, gerekirse amaçları uğruna ölümü dahi göze almışlardı.
Vakfın yakın bir tarihte San Francisco’da Pasifik okyanusuna sıfır, merkez binasında bir toplantısı vardı. Bu toplantıya ne yapıp edip katılacaklar ve işi bitireceklerdi. Güvenliğin hat safhada olacağı binaya nasıl gireceklerdi, bu mümkün müydü? Çok iyi bir plan gerekiyordu. Aksi halde her şey alt üst olurdu. Yakalanmak akıllarına bile gelmiyordu, çünkü öyle bir şey olmayacaktı. Ya sağ olarak oradan çıkacaklar ya da kendilerini ölü teslim edeceklerdi. Saatlerce düşündüler, tartıştılar, ne yapmaları gerektiği konusunda zor da olsa nihayet bir karara vardılar. Kusursuz gibi görünen bu planın ne kadar uygulanır olduğu iki hafta sonra Pasifik kıyısındaki malikanede belli olacaktı. Bu iki hafta onlara hazırlanma fırsatı tanıyacaktı. Zaman kaybetmeden hemen işe koyuldular…
6.BÖLÜM
5 yıl önce…
Yağmurun hafifçe çiselediği bir günde teşkilatın Eskimahalle’deki karargahının kapısından içeri süzülen Mercedes marka otomobilin içerisinden biri uzun boylu, diğeri hafif göbekli ama her halinden güçlü kaslara sahip olduğu anlaşılan iki kişi indiğinde takvim yaprakları 10 Eylül 2002’ yi gösteriyordu. Gözlerinde güneş gözlükleri ellerinde birer bond çanta olan bu adamlar ağır adımlarla karargahın kapısından içeriye girerken yüz ifadelerinden çok ciddi birer insan olduklarını anlamak hiçte zor değildi. İkinci katın merdivenlerinden yukarı çıkarlarken orada kendilerini nelerin beklediğini elbette bilemezlerdi. Uzun bir koridoru geçerek sağa döndüklerinde karşılarına eskitme tipi geniş bir kapı çıktı. Kendilerine eşlik eden beyefendi, sekretere dönerek:
- Müsteşara haber verin lütfen. Beklediğimiz arkadaşlar geldiler.
- Peki efendim. Dedikten sonra yerinden kalkıp kapıyı iki kez tıkladı ve hafifçe araladı. İçeriye bir adım attı…
- Efendim beklediğiniz beyefendiler gelmişler. İçeri almamı ister misiniz?
- Hemen al kızım.
- Peki efendim.
Kapıyı açıp dışarıda bekleyen siyah elbiseli iki adamı içeriye davet etti.
- Buyurun efendim.
İki adam içeriye girdiler. Müsteşar sekretere kapıyı çekmesini, içeri hiç kimseyi almamasını ve asla telefon bağlamamasını, kendilerine hemen birer kahve getirmesini emretti.
- Buyurun arkadaşlar geçin oturun lütfen. Sizleri buraya çağırmamın nedenini anlatmadan önce şu görüntülere bir göz atmanızı istiyorum.
Uzun boylu olanı boğazını temizler vaziyette bir iki öksürüp ayakta dikilen asık suratlıya göz işaretiyle oturmasını söyledi. Zira müsteşarın masası üzerindeki fotoğrafa gözlerini dikmişti. Bunu çoğunlukla yapardı. Bir fotoğraf görse hep böyle yapardı…
Müsteşar atmış yaşını henüz bitirmişti. Saçları kırlaşmış olmasına rağmen halen dimdikti ve o duruşundan hiçbir şey kaybetmemişti. Adamlardan biri onu iyi tanıyordu. Bir çok kez karşılaşmışlar, hatta bir operasyonda beraber bulunmuşlardı. O zamanlar kendisi henüz 30, müsteşar ise 46 yaşlarında idi. Çok başarılı bir geçmişi vardı müsteşarın. Bu nedenledir ki şu an oturduğu koltuğu bileğinin hakkıyla doldurmuştu. Kendisine hep delikanlı diye hitap ederdi. Bu seferde aynını yaptı.
- Evet delikanlı görüşmeyeli nasılsın bakalım?
- Sağ olun efendim teşekkür ederim. Çok iyiyim.
- Epey oldu görüşmeyeli değil mi?
- Evet sanırım oldu.
Kahvelerini içerken müsteşar söze başladı.
- Bak Tahsin seni ne kadar sevdiğimi, görevine ne kadar bağlı olduğunu, bu güne kadar üstlendiğin tüm görevleri yüzünün akıyla yerine getirdiğini biliyorum. Hatta verilen hiçbir göreve itirazının olmadığını da biliyorum. Zaten bulunduğumuz konum bunu gerektirir. Sorgulama yok, niçin yok, neden yok. Sen bunların hiçbirisini sormadın biliyorum.
- Sağ olun.Teveccühünüz. Ben sadece görevimi yaptım efendim.Hepsi bu.
- Elbette görevini yaptın ama bu görevler herkesin üstesinden gelebileceği türden değildi. Seni her defasında takdir ettiğimi saklamamın bir anlamı yok. Arkandan hep övmüş, takdir etmişimdir seni. Şimdi de yüzüne söylüyorum. Yapmış olduğun görevler basit birer görev değildi.Ve sen bunları kusursuz yerine getirdin.
Tahsin müsteşarın bir şeyler söylemeye çalıştığını fakat bunları söylemeye cesaret edemediğini sezmekte zorlanmadı. Kendisine yeni bir görev vereceğini anlamıştı. Yıllardan beri teşkilatın içerisindeydi. Kendisine defalarca görev verilmiş ve o bunların her birini layıkıyla yerine getirmişti. Müsteşarı da yakından tanıyordu. Çağrılmalarının bir sebebi olmalıydı. “Durup dururken müsteşar bizi ne diye çağırsın” diye düşündü.
- Yoksa yeni bir görev mi efendim?
- Bak! Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Bu farklı, çok farklı.
- Efendim yaptıklarımızın hangisi aynıydı ki?
- Yok, öyle değil bu tamamen değişik.
- ?
- Ne gibi değişik efendim, biraz ayrıntılı konuşsanız.
- Önce şunları bir izlemenizi istiyorum. Daha sonra konuşalım.
Elindeki kumandanın düğmesine dokunarak karşılarında duran plazma ekran televizyonu çalıştırdı. Görüntüler inanılacak türden değildi.
- Ama bu nasıl olur?
- Evet inanması zor değil mi? İlk başta bende çok şaşırmıştım. Sen asıl şunları izle…
Görüntüler Tahsin’in kafasını allak bullak etmişti. Yerinde sağa sola dönmeye başladı. Sanki oturduğu koltuk onu sıkıyormuşçasına sürekli hareket halindeydi. Asık surat hiç istifini bozmadan, gözlerini ekrana dikmiş öylece bakıyordu. Ne kadar rahattı. Keşke kendisi de böyle olabilseydi. Onunla ilk karşılaşmalarında birbirlerine karşı bir antipati oluşmuş, aradan geçen zaman zarfında bu durum sempatiye dönüşmüş, ilk gördüklerinde haklarında neler düşündüklerini birbirlerine söyledikleri zaman her ikisi de karınları çatlayana kadar gülmüştü. Tahsin onun için “ Karısı nasıl tahammül ediyor bu suratsıza. Adamdaki surata bak. Son kullanım tarihi geçmiş konserve kutusuna benziyor.” diye düşünmüştü. Fakat yanılmıştı. O suratsız adam hiçbir zaman evlenmemişti çünkü. Bunun nedenini sorduğunda “Benim gibi birini hangi kız alır dostum. Tipimi gören iki metre uzağımdan kaçıyor. Boş ver neme lazım evlenmek. Benim işim değil evlilik…” cevabını almıştı.
Fiziki görünümüne bakanlar aldanırdı. Necati altın gibi bir kalbe sahipti. Bunu en iyi bilen de kendisiydi.
Kendisi hakkında da asık yüzlünün görüşleri pek farklı sayılmazdı. “Adamdaki boya bak be. Fasulye sırığı gibi. Bahçeye diksen bir işe yarar belki… Olmadı sahilde yalı kazığı olarak ta görev yapabilir.”
Zaman geçtikçe sıkı birer dost olmuşlar, yedikleri içtikleri ayrı gitmemişti. Asık suratı güldürmeyi başaran sadece oğlu Serdar’dı. Sık sık eve davet eder, yemek yerler, kahve içerler, siyaset, futbol ve teşkilattan bahsederlerdi. Onlar konuşurken Serdar yanlarına gelir “ Babacım! Konserve amca neden hep bize geliyor” dediğinde ikisi de kahkahayı patlatırdı.
Küçük yaştayken ailesini bir trafik kazasında kaybetmiş, kimsesi olmadığı için de yuvaya verilmiş ve devlet tarafından yetiştirilmişti. Onu teşkilata sokan da Galip Hoca’ydı. Başta epeyce ayak diremiş, tüm ısrarlara rağmen yanaşmamıştı. Ancak Galip Hoca’daki inat daha da kuvvetli çıkmış ve sonunda yelkenleri suya indirmek zorunda kalmıştı Necati.
Tahsin ve Hatice’nin onca ısrarına, uğraşına ve çabalamasına rağmen evlenmeye yanaşmamış, tek tabanca olarak kalmayı yeğlemişti. Hani hiçbir şeye aldırmayan, umursamayan insanlar için “Dünya yansa bir tutam otu yanmaz” sözü kullanılır ya. İşte tam Necati için söylenmişti sanki. Tabi bu umursamazlığı sadece kendineydi. Görevine ise o kadar titizdi ki, bu konu tüm amirlerinin dikkatini çekmiş, sırf bu yüzden teşkilatta çok sevilen bir adam olmuştu. Onu Tahsin’de takdir eder “ Ulan oğlum sen ne biçim adamsın? Görevine dikkat ettiğinin çeyreği kadar da kendine baksan geberir misin sanki? İnsan biraz üstüne başına bakar. Şu halini görenler ikinci dünya savaşından mağlup çıkmış Nazi askerleri zanneder seni” diye takılırdı. O da Tahsin’den geri durmaz “Konuş bakalım konuş. Hatice yengem gibi bir melek bulmuşsun ya, sana ne diyim oğlum. Yoksa senin gibi kendini artist zanneden bir hıyardan ne çıkar. Dua et yengeme seni adam etmiş. Yoksa sen benden de beter olurdun.” diye karşılık verirdi.
Birbirlerine zaman zaman böyle takılsalar da söyledikleri sadece dilde kalıyordu. Onlar bir ağacın dalları gibiydiler. Karşılıklı saygı ve sevgilerini asla kaybetmemişlerdi Uzun yıllardan beri beraberdiler. Nerdeyse on beş yıl olmuştu. Trabzon’da ki Pontus ve misyonerlik faaliyetleri hariç her görevde beraber yer almışlar, birinin olmadığı bir görevi diğeri de istememişti. Şimdi yine beraberdiler ve müsteşarın karşısındaydılar.
- Evet Tahsin ne düşünüyorsun?
- Efendim uzun zamandır bu tür haberler duyuyorduk ama bunlar sadece iddiadan ibaretti. Görüntüler beni çok şaşırttı. Ne diyeceğimi bilemiyorum.
- Sen ne düşünüyorsun Necati?
- Bizi buraya neden çağırdığınızı efendim.
- Acele etmeyin söyleyeceğim.
Masasının üzerindeki telefonun düğmelerinden birisine bastı.
- Kızım bize birer kahve daha söyle.
Tahsin müsteşarın ne demek istediğini anlamıştı. Kendilerinden çok zor bir görev isteyeceği kesindi. Her zamankilerden farklı, hem de çok farklı bir görev. Derin düşüncelere daldı. Ailesinden ilk kez uzun bir süre ayrı kalacağı kesindi. Onu korkutan, görevin zor olup olmadığı değil ailesinin durumuydu. Zira karısı hamileydi ve hamileliği oldukça zor geçiyordu. İlk çocuğa hamileyken de hep böyle olur, sürekli kusar, baygınlık geçirir gibi olurdu. Karısının bu zor zamanlarını beraber göğüslemişlerdi.Yemek yapar, evi süpürür, çamaşırları yıkar, ütüler, sofrayı kurar kaldırırdı. Peki şimdi ne olacaktı. Müsteşar ağzındaki baklayı çıkardığında “ Olmaz, yapamam. Benim karım hamile. Çocuğumuz olacak bizim. Bu görevi kabul edemem” mi diyecekti. Görev denildiğinde ne anlaşılması gerektiği çok iyi bir şekilde öğretilmişti kendisine.
- Hayırdır Tahsin! Bir şey mi oldu. Durgunlaştın birden.
- Yo yo hayır efendim. Sadece biraz yorgunum.
Müsteşar Tahsin’i çok iyi tanıyordu. Ve söyleyecekleri hakkında onun bir tahmin yürüttüğünü anlamıştı. Karısı hamileydi. Onu düşündüren tek şey buydu. Evet Tahsin sadece bunu düşünüyordu. Ondan başkasına veremezdi bu görevi. Zekası, becerisi, birikimi, tecrübesi ve hepsinden önemlisi İtalyanca’yı ana dili gibi konuşuyor olması onu alternatifsiz kılmıştı. Daha fazla uzatmanın yersiz olduğuna kanaat getirdi ve bir bir anlatmaya başladı. Tahsin ve Necati pür dikkat amirlerini dinlerken bir taraftan da zihinlerini meşgul eden hususları düşünmekle meşguldüler. İkisi de olayın boyutlarının farkına varmış, ülkeleri için böyle bir görevin ne kadar önemli olduğunu sezinlemişlerdi. En az üç dört yıl süreceği düşünülen bu zor mesuliyetin altında ezilmemek mümkün değildi. Belki de bütün Avrupa’yı dolaşacaklar, Amerika ve Avrupa arasında mekik dokuyacaklardı. Her şey önceden planlanmıştı. Sadece uygulamak kalmıştı geriye. Müsteşarın konuşması nihayet sona ermiş ve:
- Bakın arkadaşlar. Emir çok yukardan geldi. Bu operasyondan haberi olan çok az kişi var. Devletimizin en üst kademelerindeki büyükler, ben ve teknik birkaç kişi daha. Çok gizli kalacak. Başarıya ulaşsanız da ulaşmasanız da kimsenin haberi olmayacak olaydan. Ülkemizin adı hiçbir suretle hiçbir biçimde geçmeyecektir. Her şey ona göre planlandı hazırlandı. Sizlere sadece senaryoyu iyi okumak ve rolünüzün hakkını vermek düşüyor. Dışarıda kaldığınız süre içerisinde sizinle sadece zaruri durumlarda ve şifreli haberleşme sağlanacak. Açılan gizli bir hesaba, operasyonlarda kullanmanız maksadıyla yeteri miktarda para yatırılacak. Gerekli durumlarda ilave de yapılacaktır. Kimlikleriniz hazır. İtalyan vatandaşı olarak giriş yapacaksınız. Özellikle sizleri tercih etmemizin en büyük nedenlerinden birisi de İtalyanca’yı ana diliniz gibi konuşmanızdır. İngilizce’yi de yeteri kadar bildiğinize göre sorun yok demektir.
Tahsin’de Necati’de İtalyanca bilmeleriyle bu görev arasında ne gibi bir bağlantı olduğunu kavrayamamışlardı. Tahsin Necati’ye bir göz atıp daha fazla beklemedi.
- Efendim özür dilerim. İtalyanca bilmemizin konuyla alakasını kavrayamadım henüz. Ne demek istiyorsunuz, biraz daha ayrıntılı konuşsanız.
- Haklısınız. Sizi şaşırttığımın farkındayım. Merak etmeyin öğreneceksiniz.
7.BÖLÜM
Güneş kocaman bir tepsi büyüklüğünde, ufukta son dansını oynarken karargah binasındaki eskitme kapının açıldığı odada üç kişi halen konuşmalarına devam ediyorlardı.
- Biliyorsunuz! Örgüt son zamanlarda eylemlerini sıklaştırdı. Artık bu iş zıvanadan çıkmış bulunuyor. Bunca yıl tüm çabalarımıza rağmen, müttefik dediğimiz ülkeler, maalesef vermiş oldukları sözleri tutmadılar. Örgüt, Avrupa’da kurulduğu günden itibaren hiçbir zaman yeteri kadar baskı altına alınmadı. Faaliyetlerine hep müsamaha gösterildi, göstermelik bir iki uygulama dışında dişe gelir bir yaptırım uygulanmadı. Hatta bazı politikacıların üstü kapalı da olsa bu hainlere destek verdiğini biliyoruz. Kuzey Irak’ta ki kamplarda teröristlerle son derece samimi çekilen fotoğrafların varlığını hepimiz biliyoruz. Kısacası bir yandan bize sevecen görünmeye çalışanlar diğer yandan altımızı oymaya çalışıyorlar. Görüntülerden de anlıyoruz ki at izi it izine karışmış. Ama biz bu izleri ayırdık arkadaşlar. Kimlerin bu hainleri beslediğini biliyoruz. Örgüte silah sağlayanlar, lojistik destek verenler, psikolojik destek verenler apaçık ortada.
- Görüntülerdeki patronlara ait silah şirketleri de buna dahil tabi ki.
- Aynen öyle. Adamlar işlerini öylesine rayına oturtmuşlar ki silahları görünürde Kuzey Irak’ a satıyorlar.
- Barzani taşeronluk yapıyor yani.
- Evet.
- O köpeği gebertmeği ne kadar çok isterdim bilemezsiniz. Böyle olunca da hiç kimse sesini çıkaramıyor değil mi?
- İşlerine geliyor tabii.
- Peki bizden tam olarak ne istiyorsunuz efendim.
- Bu çakallar aşırı iş temposu nedeniyle çok yoruluyorlar. Dinlenmek için hiç ama hiç zamanları olmuyor. Siz bunlara beş yıldızlı tatil imkanı sağlayacaksınız.
- Bu mümkün değil.
- Neden?
- Bizim yaptığımızı anlamazlar mı? Uluslar arası platformda zor durumda kalmaz mıyız? Evet gayri resmi olacak ama yine de sıkıştıracaklardır bizi.
- Anlayamayacaklar.
- Böyle emin konuştuğunuza göre mutlaka bir planınız vardır efendim!
- Var elbette. İşiniz sadece bu iki kan emiciyle bitmiyor tabi ki. Örgütün Avrupa’nın çeşitli yerlerinde finansman işlerini yürüten sorumlularını da yok edeceksiniz çocuklar. Almanya, Belçika, Fransa, İngiltere, Yunanistan, Romanya ve Hollanda. Bu ülkelerde örgütün büroları var ve faaliyetlerini rahatlıkla yerine getiriyorlar. Zaman zaman kapatılsalar da bu sadece geçici bir süreliğine oluyor. Son zamanlarda ciddi girişimlerde de bulunmaya başladıklarını da kabul etmek lazım ama. Her neyse, özellikle Belçika bizi çok uğraştırıyor. En iyi orada yapılanmışlar. Çok rahat hareket ediyorlar. Hatta Türk vatandaşlarından dahi zorla haraç topladıkları rapor ediliyor. Örgüte sadece maddi destek sağlamıyorlar. Aynı zamanda eleman da kazandırıyorlar. Güneydoğu’da ölü ve sağ olarak ele geçirilen onlarca teröristin Avrupa‘da yaşadığı ortaya çıktı. Anlayacağınız zavallı Kürt kökenli vatandaşlarımızı orda da rahat bırakmıyorlar. Öncelikli hedefleriniz silah tüccarları. Onların işini bitirdikten sonra diğerlerine geçersiniz. Yada işinize karışmayalım biz, nasıl isterseniz öyle hareket edin. Yeter ki bu işi bitirin. Haklarında çok kapsamlı araştırmalar yaptık. İnterpol’den de yardım aldık. Kendi ajanlarımız da tam iki yıldır bunları takip altında tutuyor Avrupa’da. Ne yerler ne içerler, nerede yatar kalkarlar, bağlantıları kimlerledir hepsini biliyoruz. Siz sadece ipi çekeceksiniz. İşinizin kolay olduğunu söyleyemem elbette, ancak önünüzde açık duran bir kitap misali bu iş. Sadece okuyacaksınız. Özel hesaba tam beş milyon Avro yatırılacak. Sizden bu parayı gerekirse son kuruşuna kadar harcamanızı istiyorum. Gerekli hallerde hesaba tekrar ilave yapılacaktır. Tamamen örtülü ödenekten karşılanacak operasyon masrafları.
Müsteşar bunları anlattıktan sonra masasının üzerindeki bir zarfın içinden birkaç tane fotoğraf çıkardı ve uzattı.
-İşte elemanlarınız. Fotoğrafların bir kısmı yeni, bazıları da eskiye ait. Şunlar üç hafta önce çekildi.
-Şu, Ziya Gümüş değil mi efendim? Şu da Handan.
-Evet, ta kendileri. Diğerleri de mali finansör Naci Karayün, örgütün kasası Nesim Deren, üst düzey sorumlu Nazım Ergin, kurye Kemal Kaplan ve şu da Cahit Bakır. O da üst düzey sorumlulardan. Haklarında söyleyebileceklerim şunlar arkadaşlar.
-Nesim Deren, örgütün Fransa’daki kasası. Fransız bankalarındaki tüm gizli hesapları yönetiyor. Murat Karayılan’ın çok güvendiği bir isim. Fransa’nın operasyon kararını duyunca 2 Eylül’de kayıplara karıştı. Ancak ajanlarımız izini buldular. Şu an Amerika’da. Onu en sona bırakırsınız. Çünkü örgütle aralarında sorun çıkmış olabileceğini düşünüyoruz. Hatta onu öldürmenizi bile istemiyorum. Bu adam örgüt için çok önemli. Örgütün bütün hesapları onun adına kayıtlı. Hesapları o yönetiyor. Yani kolay kolay ondan vazgeçemeyeceklerdir. Fakat son gelen raporlar aralarında bir takım pürüzlerin çıktığı yönünde... Ne gibi bir sorun çıktığını bilemiyoruz ancak örgütün Avrupa’da bir takım sorunlar yaşadığı da muhakkak. Bu adam bize çok bilgi verebilir. Onu Türkiye’ye getirmeyi başarırsanız örgütün Fransa’daki tüm hesaplarını ele geçirebiliriz. Bunu yapabilir misiniz bilemiyorum ama eğer yapabilirseniz büyük bir iş çıkarmış olursunuz haberiniz olsun.
- Yapabiliriz. Neden olmasın ki? Mossad yapmıştı. Biz de yapabiliriz. Hatırlayın, Vanunu’yu nasıl paketlemişlerdi değil mi? Üstelik o adam bir teröristte değildi. Sadece barışa hizmet etmek amacıyla İsrail’in bütün nükleer faaliyetlerini ifşa etmişti. Mossad ajanları onu İtalya’da kıskıvrak yakalayıp bir gemiyle İsrail’e kaçırmışlardı. Bunu biz de pekala yapabiliriz.
Yahudi bir teknisyen olan Mordechai Vanunu İsrail’in, Necef çölünde kurmuş olduğu Dimona nükleer santralinde çalışan bir görevliydi. Kendi ülkesi dahi olsa nükleer silahlanmaya karşı olan bu adam son derece gelişmiş silahların üretildiği bu santrale ait gizli bilgileri ve belgeleri dünya kamuoyuna sızdırmayı başarmıştı. İsrail’den kaçarak bir İngiliz gazetecisiyle görüşmüş ve tesise ait fotoğrafların gazetede yayınlanmasını sağlamıştı. Görüntülerin basına yansıması İsrail’i zor durumda bırakmış, bunun üzerine İsrail, Vanunu’nun peşine düşmüştü. Aylar süren çok gizli bir operasyon sonunda Mossad tarafından İtalya’da yakalanmış ve İsrail’e götürülmüştü.
- Haklısın evet. Hatırlıyorum o olayı. Dünyada geniş yankı uyandırmıştı olay. İsrail her ne kadar inkar etse de nükleer faaliyetleri deşifre olmuştu Vanunu sayesinde. 18 yıla mahkum ettiler adamı. Bu günlerde çıkacak sanırım. Neyse her şey olacağına varır. Umarım Nesim’i paketlemeyi başarırsınız. Biz diğerlerine devam edelim.
-Naci Karayün, örgütün Avrupa finansörlüğünü yapıyor bu adam. Birimlerimiz yakından izliyorlar. Köln’de PKK kontrolünde bulunan Kürt işadamları derneğine milyonlarca Avro aktardığını biliyoruz.
-Nazım Ergin, örgütün Avrupa’daki üst düzey sorumlularından ve istihbaratın yakın takibinde. Birçok cinayet ve eylemden sorumlu. Fransız makamlarına verdiği Türkiye aleyhtarı sert ifadelerle tanıyoruz onu.
-Kemal Kaplan, Paris’te 300 bin Avro bozdururken yakalandı. Fakat daha sonra salıverildi. Terör örgütünün kuryesi. Örgüt, Avrupa’da çeşitli ülkelerde toplanan paraları, Kemal Kaplan yoluyla dağ kadrosuna yolluyor.
-Cahit Bakır, Öcalan Türkiye’ye getirildiğinde Sydney’de kendini yakmaya kalkışmıştı. Avustralya vatandaşı. Burada Renas Lenikan ismini kullanıyor. Hollanda’da istihbarat birimlerimiz tarafından yakalattırıldı. Fransa’ya iade edilmesi bekleniyor. Bu zaten yakalanmış durumda. Ama hiç belli olmaz. Bunlara ne kadar güvenilebileceği malum. Salıverilirse bir daha yakalanma şansı tanımayacaksınız ona.
-Ziya Gümüş, PKK’nın Avrupa sorumlusuydu. Lükse düşkünlüğünü biliyoruz. Fransa’da Mercedes’le gezdiği ve dünyaca ünlü purolardan içtiğini de biliyoruz. Murat Karayılan’la sorunlar yaşıyor. Fransa’dan kaçtıktan sonra yerine Handan Yularcı getirildi. Bize gelen raporlarda bir telefon konuşmasında, Handan Yularcı’yı kastederek “O kadından nefret ediyorum. O...’ya haddini bildireceğim” dediği belirtiliyor. Nerede olduğunu bilmiyoruz.
-Ve gelelim şu andaki Avrupa sorumlusuna.
-Handan Yularcı yani.
-Evet. Ziya Gümüş kaçtıktan sonra Avrupa sorumlusu oldu. Bir kadın olmasına rağmen işi o yürütüyor. Acımayacaksınız.
Bu kişiler hakkında uzun uzun konuştular. Örgütün Avrupa kadrosunun çökertilmesi onlara büyük bir darbe vurulması anlamına geliyordu. Çünkü PKK’nın en fazla beslendiği yer Avrupa’ydı. Kuzey Irak’ta konuşlanmış olmasına rağmen her türlü desteğin büyük çoğunluğunu Avrupa’dan sağlıyordu.
Müsteşar, sekreteri tekrar içeri çağırdığında Ankara ışıl ışıldı. Atakule, yıldızlı bir gecede okyanusa düşen ay ışığının oluşturduğu, parlayan yakamozlar gibiydi. Fransa için bir Eyfel, Amerika için bir Özgürlük Anıtı neyse Atakule’de oydu Ankara için.
- Kızım bize atıştıracağımız bir şeyler gönderin.
- Hiç aklınıza gelmeyecek sandım efendim!
- Kusura bakma Necati! Senin dayanamadığın tek şeyin miden olduğunu unutmuştum.
İçerde bir kahkaha tufanı kopmuştu. Gelen yiyecekleri atıştırdıktan sonra kaldıkları yerden devam ettiler.
- Bizim yaptığımızı asla bilemeyecekler. Bu şirketler sadece örgüte silah satmıyor. Avrupa’da faaliyet gösteren bir çok örgüt bunlardan temin ediyor silahlarını. Biliyorsunuz son zamanlarda Kızıl Tugaylar bir takım eylemler gerçekleştirerek tekrar sahne aldılar. Fakat 1980’li yılların başında ağır darbe vurulan bu örgüt günümüzde her ne kadar faaliyetlerini sürdürse de eski gücünde değil. Şu son eylemler gösteriyor ki yeraltından çıkmaya karar verdiler. Aldığımız raporlara bakarsak silah tedariki konusunda sıkıntı yaşıyorlar. Dünyanın en acımasız örgütlerinden biri olduğunu söylememe gerek yok sanırım. 1978 de Başbakan Aldo Moro’yu kaçırıp öldürmüşlerdi. ABD görünürde hiçbir zaman desteklemedi bu örgütü. Hatta İtalya’ya en fazla yardım yapan ülke görünümü çizmişti. Neden diğer örgütlere verdiği desteği Kızıl Tugaylardan esirgedi dersiniz. Çünkü bu kanlı örgüt İtalya’yı batıdan ayırarak devrimci bir devlet kurmak istiyordu. En büyük desteği de Ruslardan görüyordu. İmanla küfür hesabı yani. Yan yana gelmeleri mümkün değil. Ruslar destek verdikleri için yardım etmedi Kızıl Tugaylara. Nerede komünist bir yapılanma ABD orada. Nerede ABD karşıtı bir hareket Rusya orada. Bu hep böyle devam ede geldi. ABD, Kızıl Tugayların içerisine kendi elemanlarını yerleştirerek Aldo Moro’yu öldürtmeği ve kendi çıkarlarını korumayı başarmıştı. İşin garibi ne biliyor musunuz? PKK’ya destek verenler arasında hem Ruslar hem de ABD var. Kadere bakın ki, birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalışan bu iki devlet, Türkiye söz konusu olunca aynı amaca hizmet etmekten geri durmuyorlar.
- Peki Efendim! Kızıl Tugaylar eylemlerine neden başlamış olabilir ki? Üstelik eski gücünden çok yoksun. Neyi amaçlıyorlar sizce?
- Kaos. Başka ne sebebi olabilir? Tıpkı bizdeki birkaç örgüt gibi. Amaçlarına ulaşamayacaklarını bilmelerine rağmen yine de alçakça eylemlerinden vazgeçiyorlar mı? Hayır. Maksat varlıklarını hissettirmek. Halk arasında huzursuzluk yaratmak. Terörün amacı budur. Kızıl Tugaylar da bu sebeplerden dolayı kendini göstermek istiyor. İRA ve ETA gibi örgütler eylemlerini durdurma kararı almalarına rağmen Kızıl Tugaylar tam aksine ortaya çıkıyorlar. Şaşırtıcı değil mi?
- Mutlaka birileri kulaklarına bir şeyler fısıldamıştır efendim.
- Haklısın Tahsin! Tahmin etmek zor değil.
- Ortadoğu yüzünden ABD ile araları açıldı Rusların. Ruslar bölgede yalnız kaldı. Kontrolü tamamen Washington’a bırakmak istemiyorlar. Yanılıyor muyum?
- Hayır Tahsin yanılmıyorsun. İtalya’da daha doğrusu Avrupa’da kendilerine en yakın Kızıl Tugaylardır. Kullanmak isteyeceklerdir. Avrupa’da ki huzursuzluk ABD’nin huzursuzluğu anlamına geliyor. Ortadoğu’da çıkmazda olan ABD, Avrupa’da da kendini rahatsız edecek işlere bulaştı mı hepten güç duruma düşebilir. Bakın son zamanlarda İran’la nasıl sıkı fıkı oldular. İran’ın kurmak istediği nükleer santrallerin inşasını Ruslar üstlendiler. Putin apaçık meydan okudu Washington’a. Kremlin, Ortadoğu’dan iyice uzaklaşmak istemiyor. Irak’ın ardından İran’ı da kaybetmeleri halinde artık ABD’nin önünü almaları mümkün değil. Ruslar bunun çok iyi farkında. Bu yüzden bütün kozlarını oynayacaklardır. Bu durumu göz ardı etmemiz mümkün değil. Kendi çıkarlarımızı düşünmek zorundayız. Buraya çağrılışınızın nedeni de budur arkadaşlar.
Tahsin’in kafasında olaylar netlik kazanmaya, yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştı. Üstlenecekleri görevin ne olacağını tahmin etmesi güç değildi artık. Müsteşarı şaşırtan sözü salıverdi ağzından.
- Kızıl Tugaylara sızmamızı istiyorsunuz ama bu çok riskli olmaz mı?
Müsteşarın yüzü şaşkınlık ve tebessümü aynı anda yaşıyordu.
- İşte bu! İşte bu! Şimdi daha iyi anlıyorum ne kadar isabetli bir karar verdiğimizi. Zekana hayran olduğumu söylememe gerek yok sanırım.
- Rica ederim efendim. Başka ne olabilirdi ki. Şimdi anlıyorum neden İtalyanca…
- Evet delikanlı! Kızıl Tugaylara sızacak ve eylemleri o örgüt adına yapacaksınız. Böylece hiç kimse bunları bizim yaptığımızı düşünmeyecek. İhale onlara kalacak. Risk konusuna gelince, bizim hangi işimiz risksiz ki? Kolay olmayacağını biliyorum tabi ki. Zor olacak ama bunu başarabilirsiniz.
Uzun zamandır konuşmayan Necati daha fazla dayanamadı
- Ne zaman çıkıyoruz tatile?
- Henüz rezervasyon yaptırmadık Necati. Hem bu acelen ne? Bırak adamlar biraz daha nefes alsınlar. Nasıl olsa aldıkları nefesler artık tükenmek üzere.
- Çok bile yaşamışlar. Bu zamana kadar beklenildiği hata.
- Daha önce dışişleri bu konuyu diplomatik yollardan şirketlerin bağlı oldukları ülkelerle çözmeye çalıştı. Fakat yasal olarak silah satışını engellememiz mümkün olmadı. Zira adamlar silahları tamamen uluslar arası anlaşmalara uygun olarak üretip satıyorlar. Silahlar örgütün eline Kuzey Irak’ta geçiyor.
- Buna rağmen ABD bekleyin diyor. Bir gün gerçekten sabrımız taşacak. O zaman neler olacak kim bilir?
Gece yarısına yakındı.Uzun bir gün olmuştu. Oturmaktan ayakları şişmiş, çorapları kaval kemiğini bürümüş olan etini epeyse sıkmıştı. Yarın tekrar bir araya gelecek ve ayrıntıları görüşeceklerdi. Karargahın kapısından çıkarken ciğerlerini serin havayla doldurdu. Çankaya yakınlarındaki mütevazı fakat mutluluk kaynağı olan evinde onu bekleyen üç kişi vardı. Üç kişiden biri bu günlerde onun mutluluk kaynaklarından en popüler olanıydı. “Adını ne koysak” diye uzun uzun düşünürlerdi Hatice’yle. Kız olursa Zehra erkek olursa… “Hele o zaman bir gelsin de hayırlısı bakalım” derlerdi. Ama bu mutluluğun mecburi olarak biteceğini biliyordu Tahsin. Hemen olmasa da birkaç ay içerisinde mutlaka gönderileceklerdi. “Bari doğumdan sonra olsa” diyordu kendi kendine ama bu onun elinde olmayan bir durumdu. Duygularını asla işe karıştırmaması, aksi halde başarının söz konusu olamayacağı çok iyi bir şekilde öğretilmişti ona. Zaten o da bunun farkındaydı. Ama yinede düşünmeden edemiyordu işte. Hatice’ye evlenmeden önce hey şeyi anlatmış, yaşayabilecekleri olumsuzluklardan bahsetmişti. Fakat Hatice sıradan bir kız değildi ve “Sen ülkemiz için çalışacaksın da ben bunu istemeyecek miyim? Aşk olsun Tahsin! O ne biçim laf öyle? Yeter ki aklında hep olalım. Düşüncelerinde, hayallerinde hep biz olalım. Gerisi önemli değil” demiş ve defteri o gün kapatmıştı. Bu güne kadar çok uzun zaman birbirlerinden ayrı kalmalarını gerektirecek bir durumla karşılaşmamışlardı. Fakat bu kez öyle değildi. Üstlenecekleri görev kızarmış bir tavuğu birkaç dakika içinde mideye indirmeye benzemiyordu. En az üç dört yıl gerekebilirdi. Bu süre zarfında eşi ve çocuklarını görmesi mümkün olmayabilirdi ve öyle de olacaktı. Daha önce de buna benzer hadiseler yaşanmamış mıydı? Bu sefer sıra kendisine gelmişse elden ne gelirdi. “Kaderimiz nasıl yazılmışsa öyle olur. Onu değiştirmek ne haddimize “ diye aklından geçirmiş, yüce yaratıcıya sığınmıştı o serin ve ıssız gecede. Uyku tutmamıştı. Eşi ve çocuğu uyuyorlardı. Oturma odasının balkonundan boş gözlerle Ankara’yı seyrederken sigarasının dumanını boşluğa salıveriyordu.
- Ya dönemezsem? Dedi kendi kendine. Ve eskiden dedesinden dinlemiş olduğu bir hikayeyi hatırladı. Babası gurbette çalıştığı yıllarda hep dedesiyle vakit geçirir, onun yanından pek ayrılmazdı. Dedesine bu kadar bağlı olmasının nedenleri yok değildi. Çok becerikli bir yaşlı olan Muzaffer dede, torununa ağaçtan adamlar yapar kukla gibi oynatırdı onları. Maharetleri sadece bununla sınırlı değildi. İlkbaharın gelmesiyle ağaçların dallarına su düşer, iki parmak kalınlığındaki ince dallar ile kabukları birazcık uğraş verilirse birbirinden kolayca ayrılırdı. Özellikle söğüt ağacı bu iş için biçilmiş kaftandı. Muzaffer dede babası uzaklarda olan torununun mutluluğu için elinden geleni yapar, ondan hiçbir şeyi esirgemezdi. Kaval kalınlığında düzgün söğüt dallarını bir metre boyunda keser, bıçağının sapıyla, kestiği bu dalı iyice ve nazik darbelerle yumuşatarak kabuğundan çıkarıp alırdı. Sonra tulum halindeki kabuğa delikler açar, içinden çıkarttığı çubuğun yarım karışlık kısmını keser atar, bir o kadarlık kısmını daha keserek orayı flütün üfleme yeri gibi yapardı. Sonra bunları tekrar kabuğun içine yerleştirir, böylece kavala benzer bir çalgı aleti ortaya çıkartırdı. Torunu bu çalgı aletini her ne kadar istediği şekilde çalamasa da mutluluğu gözlerinden okunurdu. En büyük mutluluğu ise akşam köylerine döndüklerinde yaşardı. Bunun sebebi köye dönmeleri değildi. Sabah erkenden bütün arkadaşlarına hava atmak, onlara çalgısını göstermek içindi bu mutluluk. Aradan birkaç gün geçer ve hevesini aldıktan sonra tekrar mızmızlanmaya başlar, “Dede! Babam ne zaman gelecek? Yoksa gelmeyecek mi? Ya bizleri unutursa. Niye gelmiyor babam?” diye sızlanırdı. İşte bu sızlamaların arttığı günlerden birinde dedesi ona çok güzel bir hikaye anlatmıştı. Dedesinden dinlediği ve çok hoşuna giden bu hikayeyi hiç unutmadı. Bir gün gelir kendi çocuklarına anlatırdı belki. Dedesinden bu hikayeyi dinledikten sonra sızlandığını gören olmamıştı. Babası dönecekti, ona yeni elbiseler, ayakkabılar getirecekti. Hepsinden önemlisi bisikletine kavuşacaktı. Babası gittiğinde henüz altı yaşında bir çocuktu. Ve babasının gideceğini anlamış, velveleyi basmış, ortalığı ayağa kaldırmıştı. Gelirken bisiklet getireceğine dair söz vererek ikna etmişti onu babası. Evet babalar dediklerini yaparlardı. Bir gün çıkıp gelecekti. Hem de kırmızı bir bisikletle…
“Hun İmparatoru Attila’nın Boran adında sadık bir savaşçısı varmış. Attila ona ayrı bir özen gösterir, diğer subaylarından farklı davranır, adeta üzerine titrermiş. Çünkü bir can borcu varmış ona. Attila, henüz han olmadan birkaç sene önce düşmanlarıyla girişmiş olduğu çetin bir cenk esnasında yaralanarak geri çekilmek zorunda kalmış, atına iki ok isabet etmiş ve hayvancağız olduğu yere yığılıp kalmıştı. O zamanlar yirmi yirmibeş yaşlarında yağız bir delikanlıydı Attila. Onu takip eden düşman atlıları iyice yaklaşmakta, Attila için ölüm kaçınılmaz bir hal almaktaydı. Düşman iyice yaklaşmıştı. Fakat aniden ortaya çıkan heybetli bir savaşçı tek başına yedi sekiz düşman süvarisini koyun doğrar gibi doğramıştı. Kan kaybeden Attila bayılmış kendini bozkırı kaplayan yemyeşil otların üzerine bırakmıştı. Cengaver onu atının terkisine almış ve dört nala oradan uzaklaştırmıştı. Gözlerini açtığında bir çadırın içinde göğsü sarılı vaziyette bulmuştu kendini. Buraya nasıl gelmişti, neresiydi burası bilmiyordu ama doğru bir yer olduğundan da emindi. Zira vurulduğunu, atının da devrildiğini hatırlıyordu. Ama gerisini aklına getiremiyordu. “Yoksa düşman elinde miyim?” demekten de kendini alamadı. Çadırda tek başınaydı. Ayağa kalkmaya çalıştı fakat bir adım atamadan olduğu yere yığıldı. Az sonra içeriye heybetli bir görünüme sahip, geniş omuzlu, dik başlı, çatık kaşlı, her halinden babayiğit olduğu anlaşılan bir cengaver girdi.
- Ne o ayaklandın mı Han oğlu?
Cevap vermedi. Bu adam da kimdi ve kendisini nereden tanıyordu. Han oğlu olduğunu nerden biliyordu. Kendi adamlarına benzemediği kesindi. Daha fazla beklemedi.
- Canımı kurtaran bu yiğidin namını öğrenmek isterim.
- Bana Boran derler han oğlu.
- Benim için canını tehlikeye attın yiğidim.
- Kurtardığım bir han oğludur. Buna değmez miydi?
Attila’nın hoşuna gitmişti bu cevap ve gururu okşanmıştı. Kendisine bu kadar iltifat eden yiğide karşı içinde derin bir sevgi peydah oldu. Zira bu adam kendi hayatını tehlikeye atarak onun canını kurtarmıştı.
- Hangi kavimdensin Boran?
- Şaragur Türk’üyüm.
- Demek Şaragur’lardansın. Şaragur’lar için çok cesur kavim derlerdi. Doğruymuş.
- Cesaret ölümden korkmamaktır han oğlu. Biz ölümden korkmayız. Aksine onu kovalarız. Bizden kaçamayacağını anlar ve bize teslim olur ölüm.
Attila bu cengavere hayran kalmıştı. Kendi savaşçıları da çok cesur ve korku nedir bilmez cinstendi ama bu Boran başkaydı. Bunun gibi elinde bin cengaver olsa dünyayı dize getirirdi. Onu hiç unutmamıştı. Han olduğunda aratıp buldurmuş ve yanına almıştı. Üstelik onu baş muhafızı yapmış çeşitli hediyeler ve nişanlarla onurlandırmıştı.
Attila Roma’yı fethe hazırlık aşamasında bilgi toplamak amacıyla Roma’ya bir casus gönderme fikrini kafasına takmış fakat bu iş için kimi görevlendireceğine bir türlü karar verememişti. Göndereceği kişi Roma’nın bütün sırlarını kendisine bildirecek, kendisi de her türlü tedbiri ona göre alacak ve tepelerine binecekti. Yıllar önce ölümden kurtardığı gibi düştüğü bu zor durumdan onu kurtaran yine baş muhafızı Boran oldu.
Attila kurmaylarını toplamış bu konuyu tartışıyorlardı. Bu iş için çok ehil biri lazımdı. Çok güvenilir, zeki ve cesaretli olmalıydı.
- Han’ım müsaade ederlerse bu şerefli göreve talibim, dedi Boran.
Hem Attila hem de oradakiler şaşırmıştı. Herkes yüzünü Boran’dan yana dönmüş şaşkın ver hayranlık duyan yüz ifadeleriyle ona bakıyorlardı.
- Benim için bir defa tehlikeye atıldın Boran. Bunu ikinci bir kez yapmana izin veremem.
- Biz Ulu Han’ımıza hizmet etmek için varız. Bir defa değil gerekirse bin defa canımızı feda etmekten geri durmayız. Atalarımız bize niçin ölünür niçin yaşanılır hepsini öğrettiler. Soyumuzun devamı, milletimizin geleceği için her türlü tehlikeye atılmaktan geri durmayız. Hem ben Romalıların dilini de bilirim, dedi Boran.
Attila yıllar önce tanıdığı bu yiğide bir kere daha hayran olmuştu. Yaklaştı ve iki eliyle iki omuz yanlarından sıkıca tutup silkeledi Boran’ı.
- Gök Tanrı’ya bir kere daha şükranlarımı sunarım ki bana senin gibi bir cengaver nasip etti. Sana bir can borcum var. Sakın dönmemezlik yapmayasın.
Karısı ve çocuklarıyla vedalaşırken içinde bir gariplik vardı Boran’ın. Bunun sebebini kendisi de bilmiyordu. Belki onları bir daha göremeyeceğini düşünüyordu. Belki de sadece boş bir gariplikti bu. Belinden kılıcını çıkartıp oğlunun boynuna, ok sadağını da sırtına bağladı, ve:
- Düşmanlarını işte bu kılıçla haklayacaksın oğul. Bozkırda bu oklarla avlayacaksın avını. At üzerinde uçan kuşu gözünden vuracaksın. Döndüğümde bana kaç av vurduğunu anlatacaksın. Sakın unutma emi. Vurduğun avların sayısını sakın unutma…
Karısını da teselli etmeye çalıştı. O, tek çocuğunun anası cesur bir kadındı. Ona üzüntü yakışmazdı. İki kaşının arasından öptü karısını. “Merak etme döneceğim. Sen oğlumuzu büyütmeye bak. Onu bir şahin gibi yetiştir. Babasına yakışır bir cengaver olacak o. Aybike’m. Tanrının armağanı ulu hatunum benim. Üzülme döneceğim…
Atının toynaklarından çıkan toz bulutu arasında kaybolup gittiğinde güneşin ışınları bozkırı kıpkızıl bir renge bürümüştü. Oğlu Batuhan babasının ardından öylece bakakalmıştı. Belki birkaç yıl göremeyecekti babasını. Belki de hiç…
Aradan üç dört yıl geçmişti ki Ren nehri kenarından yıldırım gibi gelen bir atlının haberi ulaştı Attila’ya. Üstlendiği görevi layıkıyla yerine getiren ve dönen Boran’dan başkası değildi bu atlı. Onun döndüğüne Batuhan kadar sevinen olamazdı. Babasına doğru koşarken elindeki kılıcı daha bir sağlam tutuyordu… Geldi geldi. İşte babam… Babam…”
Dedesinin bu hikayeyi neden anlatmış olduğunu biliyordu. O küçükken de çok zeki bir çocuktu. Başkalarının babası en zor şartlarda bile dönüyorsa onun babası da döner gelirdi. Çünkü en güçlü baba onun babasıydı. Kocaman elleri vardı babasının. Hiç kimse ona bir şey yapamazdı. Batuhan’ın babası gibiydi yani. Ve Batuhan’ın babası döndüğüne göre onun babası da bir gün çıkıp gelecekti…
Şimdi aynı durum kendilerinin başındaydı. Serdar, arkasından aynen öyle bakacaktı. Ama bu o kadar önemli değildi. Çünkü dönüp gelecekti. Hikayede böyle anlatılıyordu. Dönmeliydi. Yoksa Serdar, Batuhan gibi kendisine doğru koşamayacak, “babam” diye haykıramayacaktı. Hem Adil Hikmet’te dönmemiş miydi. Aradan yıllar geçmişti ama yinede dönmüştü işte.
Teşkilat-ı Mahsusa’dan Adil Hikmet, çıkmış olduğu mühim bir vazifeden 1921’de İstanbul’a dönmüştü. Başkent o yıllarda işgal altındaydı. 1914’de yola çıkarken altı aylık evliydi. Bir çocuğu dünyaya gelmişti. İstanbul sularına girdiğinde hisleri şöyleydi: "Henüz duvağıyla bıraktığım hayat ortağım ne halde? Kızım bana sarılacak mı? Ben bu heyecanı şimdi daha şiddetli hissediyorum.” İçeriye adım attığı dakikada velvele kopmuştu. Herkes birbirini kucaklıyordu. Bir köşede altı buçuk seneden beri hayalinde yaşattığı kadın gözlerine mendil tutmuş, hıçkırıyor, diğer tarafta ufacık bir yavru simsiyah gözlerini dikmiş, çekingen tavırlarla daha önce hiç görmediği bu adama bakıyordu. Eliyle çenesini okşayarak bir ayağını ileri geri oynatıyordu. Kayınpederi torununu kucaklayıp kendisine doğru gelerek: “İşte baban kızım, dedi. Artık öksüz değilsin…"
Kızıl Tugaylar hakkında hatırı sayılır bir bilgiye sahip olsa da bu yeterli değildi. Daha fazlasını bilmek, öğrenmek zorundaydılar. Kuruluşundan bu güne her yönüyle didik didik etmeliydiler. Zamanları vardı bunun için. Bir taraftan bunları düşünürken diğer yandan da gece boyunca düşündüğü başka bir konu daha vardı. Neden girmeleri gerekiyordu ki Kızıl Tugayların içerisine. Buna gerek var mıydı? Gerçekleştirdikleri operasyonları pekala onlara mal edebilirlerdi. Hatta mal etmelerine bile gerek yoktu. Bu şirketlerin tek düşmanı Kızıl Tugaylar değildi. Başka bir çok örgüt vardı bunlara düşman olan. Bunu amirlerine aktaracak ve gereksizliğini anlatmaya çalışacaktı. Hem böylesi daha akıllıca ve kolay olurdu. Bir planı vardı kafasında. Bu plana göre hareket ettikleri takdirde görevlerini başaracaklarından emindi. Uyku artık dayanılmayacak derecede sıkıştırmıştı kendisini. Ertesi gün yine karargahta buluşacaklar ve kaldıkları yerden devam edeceklerdi. Eşini uyandırmak istemedi. Salondaki kanepenin üzerine kendini bıraktığı zaman ufku loş bir aydınlık sarıyordu.
Uyandığında saat 10:25 ti. “ Eyvah geciktim” diyerek fırladı yerinden. Karısı geç geldiğini anlamış, erkenden uyandırmak istememişti. Karısına seslendi.
- Hatice! Hatice! Balım nerdesin. Karısına hep balım diye hitap ederdi. Ses çıkmayınca evin bölümlerini kolaçan etmeye başladı. Ama Hatice ve Serdar yoktular. Meraklandı ve sonra “Hay aksi unutmuşum. Bugün kontrole gidecekti. Tabi ya randevusu bardı bugün. Üstelik ben bırakacaktım. İşe bak. Uyuduk kaldık iyi mi” Kahvaltı yapmadan çıkıp karargaha doğru yola koyuldu. Müsteşar ve Necati geleli epeyce olmuştu. Günlük gazetelere dalmış, kendisinin içeriye girdiğini bile fark etmemişlerdi. Uzun bir gün daha önlerinde onları bekliyordu. İlk konuşan kendisi oldu.
- Efendim önemli bir hususu belirtmek istiyorum.
- Neymiş bu önemli husus? Neden geç kaldığını belirtmene gerek yok dedi müsteşar. Necati’de alttan alttan kıs kıs gülüyordu. Tahsin aldırmadı ve devam etti.
- Herhangi bir örgüte sızmamıza gerek yok. Bu çok tehlikeli. İtalya’da kendimizi çok kolay kamufle edebiliriz. Dillerini çok güzel bir şekilde konuşuyoruz. Önemli olan da bu değil mi? Yalnız İtalya’ya hangi sıfatla gideceğiz. Orada ne tür bir işle meşgul olacağız. Bunları belirtmediniz.
- Önemli olan operasyonun başarıya ulaşmasıdır. Bunun hangi yolla yapıldığının hiçbir önemi yok. Tecrübenize diyeceğim de yok. Madem o şekilde daha rahat olacağını düşünüyorsunuz bu sizin bileceğiniz iş. Bize ancak desteklemek düşer Tahsin.
- Teşekkür ederim efendim. Kabul edeceğinizi biliyordum. İnanın böylesi daha mantıklı. Benim bir planım var. Uygun görürseniz onu uygulamak isteriz.
- Anlat öyleyse ne duruyorsun.
Necati bir köşede oturmuş gazeteleri ezberlemeye devam ediyordu. Gerektiği yerde konuşan gerektiği yerde susan tavrından bu güne kadar taviz verdiği görülmüş değildi. “Kim bilir yine hangi köşe yazarına taktı kafayı” diye düşündü Tahsin. Köşe yazılarını didik didik eder, kendince önemli kabul ettiği satırların altını çizer, sonra da açardı ağzını yumardı gözünü. Demediğini bırakmazdı. “Yine bayrak diyor ya.Yine bayrak diyor. Ulan şerefsiz bari vasiyet et de geberdiğinde o bayrak dediğin paçavraya sarsınlar seni” diye gürledi birden. Tahsin de müsteşar da şaşırdı. “Şuna bakın şuna. Bu köpeğe ne zamandan beri “Sayın” diye hitap ediliyor? Ya delireceğim. Bide örgüt bayrağı açmışlarmış. Biz niye gidiyoruz ki yurtdışı operasyonuna. Bu şerefsizleri temizleyelim olsun bitsin. İçimizde barındırıyoruz bu hainleri. Kardeşim bunlar adamı delirtir. Nasıl müsaade ediliyor bu tür sözlere anlamış değilim…” Sonra Tahsin ve müsteşarın kendisine baktığı fark etti. “Özür dilerim efendim kendimi tutamıyorum işte”
- Evet Tahsin sen devam et.
- Ne diyordum? Ha evet. Bir planım var efendim. Dört kişilik bir ekip olacağız. Ben, Necati, bir bomba uzmanı ve bir de elektro işlem uzmanı. Ben ve Necati aynı evi paylaşacağız. Diğer iki arkadaş bizden ayrı bir evde kalacaklar. Necati ile birlikte spor malzemeleri satan bir mağaza açacağız. Diğer iki arkadaşımız bize çalışan elemanlarımız olacaklar. Bunun için epeyce bir para gerekiyor. Sağlayabilir misiniz?
- Bunu hallederiz. Olmazsa örtülü ödenekten çıkarttırırız. Planını beğendim. Daha iyisi olamazdı. Ancak unuttuğun bir şey daha var Tahsin?
- Nedir efendim?
- Sizi bu halinizle gönderemeyiz. Bunu göze alamayız. Estetik operasyon yapılacak size. Bu sizin güvenliğiniz için gerekli. Anlıyorsun değil mi?
Tahsin bir an duraksadı. Müsteşarın sözleri çok doğruydu ve bunu daha önceden de düşünmüştü aslında. Ayrı bir yüze sahip olmak… Fakat tıp o kadar ilerlemişti ki, görevi tamamlar da dönerlerse eski haline dönmesi için sadece ikinci bir operasyon geçirecekti hepsi bu kadardı.
-Haklısınız. Bunu düşünmemiş değildim. Ne zaman?
-Hemen. Vakit kaybetmenin bir anlamı yok. Bir an önce başlamalı bu iş. En az iki ay sürer yüzünüzdeki izlerin tamamen kaybolması. Sonra da…
Bu uygulama yıllardan beri var olan bir durumdu. Gizli görevle görevlendirilen ajanlar bazen estetik ameliyatla yüzlerini değiştirirlerdi. Çoğu istihbarat örgütü yapardı bu işi. Bu sadece ajanlar için geçerli olan bir husus da değildi elbet. Devlet çıkarları için tanıklık yapan ve koruma altına alınan kişilere de uygulanırdı. Bazı ülkeler “Tanık Koruma Yasası” adı altında yaparlardı bu işi. Tanıklık yapan kişinin bütün resmi bilgileri değiştirilirdi. Nüfus kayıtları yok edilir, yeni bir kimlik, yeni bir iş sağlanırdı.
Artık her şey şekillenmiş, yerli yerine oturmuştu. Ülkelerinde ki son haftalarıydı bunlar. Uzun bir yolculuğa çıkıyorlardı ülkeleri adına. Belki dönüşü de olmayacaktı bu yolculuğun. Fakat bunu hiç düşünmüyorlardı. Daha doğrusu Necati düşünmüyordu. Onun umurunda değildi. Yeter ki görevi hakkıyla bitirsinlerdi. Tahsin için de ölüm bir hiç sayılırdı. Onun düşündüğü de ölüm değildi zaten. Karısını, çocuğunu düşünüyordu. Doğacak bebeğini düşünüyordu. Onların yetim büyüme riskini düşünüyordu. Ama Hatice vardı. Onlara babalarının yokluğunu hissettirmemek adına elinden geleni yapacağından emindi. İşte bu onu biraz rahatlatıyor, içindeki sıkıntıyı atmasına yardım ediyordu. Vatan sevgisi her şeyden önce gelirdi. Vatan yoksa ötekilerin bir anlamı olur muydu? Boşuna mı demişti şair “İlle vatan İlle vatan” Vatansızlık en büyük ölüm değil miydi? Ondan daha büyük bir ölüm yoktu. İşte o yüzden görev kutsaldı ve hiç tereddütsüz kabul edilmeli ve yerine getirilmeliydi.
8.BÖLÜM
13 ay sonra
Roma’nın Via Del Corso adlı lüks caddesinde bulunan lüks bir spor mağazasından içeriye biri bayan iki kişi girdi. Bunlar mağaza çalışanlarından Julia ve Francesco’ydu. İçerde müşteriler de vardı. Julia mağaza patronu Alberto’nun kulağına hafiften bir şeyler fısıldadı. Alberto’nun yüz hatları birden gerildi ve hemen üst kattaki ofisine çıktı. Julia ve Francesco müşterilerle ilgilenmeye başladılar.
Üst kattaki ofiste Alberto ve ortağı Carlo tartışıyorlardı.
-Sana söyledim Carlo. Bunun gereği yok dedim.
-Yapma dostum. Böyle olacağını nerden bilebilirdim.
-Bana bak turşu suratlı! Bir daha böyle bir işe kalkışma tamam mı?
-Özür dilerim ortak. Ne desen haklısın. Hata yaptım.
-Hataya yer yok Cassetti, bunu kafana iyice sok. Neyse yapacak bir şey yok. Oldu bi kere. Bundan böyle çok daha dikkatli olmamız lazım. Anlıyorsun değil mi?
- Elbette. Bir daha olmayacak. Emin olabilirsin.
Sinirleri biraz yatışan Alberto koltuğuna oturdu ve arkasına yaslandı. Bir yandan hafifçe sallanıyor bir yandan da gözlerini hafifçe büzerek bir şeyler düşünüyordu. Carlo’nun yaptığı iş aslında sıradan gibi görünen fakat yapılmaması gereken bir şeydi. Türkiye’den bir firmayla bağlantı kurarak forma ticareti yapmak istemişti. Oysa onlara Türkiye ile ilgili her şeyi unutmaları ve ne suretle olursa olsun hiçbir bağlantı kurmamaları istenmiş ve bunun nedenleri de iyice izah edilmişti. Fakat her nasılsa Carlo Türkiye’den birileriyle irtibat kurmak istemiş fakat bunu neden yaptığını da tam olarak idrak edememişti. Yapacakları en ufak bir hata koskoca operasyonu mahvedebilirdi.
Sinirleri iyice yatışan Alberto gözünü tekrar Carlo’ya dikti ve:
- Bak Carlo! Julia’ya bir daha asla böyle bir hata istemediklerini söylemişler. Müsteşar deliye dönmüş.
-Tamam ortak tamam. Bir daha olmayacağını biliyorsun.
-Artık işe koyulmamız lazım. Elimizde yeterince bilgi ve belge var. Bu işi daha fazla uzatmanın yersiz olduğunu düşünüyorum. Buraya geleli 13 ay oldu. Bu hainlerin beslendikleri muslukları bir an önce kısmaya başlamamız lazım. Türkiye’yle asla ve asla ne suretle olursa olsun irtibata geçmeyeceğiz. Gerekli durumlarda onlar bizimle zaten malum yöntemle bağlantı kuruyorlar. İlk olarak Taranto ile başlayacağız. Biliyorsun buradaki şirket en fazla silah gönderenlerin başını çekiyor. Limandan gemilerle İsrail’e, oradan da Kuzey Irak’a gidiyor silahlar. Müttefik bildiğimiz İsrail ve ABD yıllarca bizi oyalayıp durdular. Resmi olarak elimizden geleni yaptığımız söylenemez tabi ki, ama şunu da iyice anlamak lazım. Bu devletlerle iyi ilişkilerimizi devam ettirmek zorundayız. Buna şimdilik mecburuz. Resmi yollardan netice alamadığımız için böyle bir işe girişildi zaten. Bazen mecburiyetler meşruluğu ikinci plana itiyor. Sonuçta bu bir yaşam savaşı, var olma mücadelesi. ABD ve İsrail kendi çıkarları için nasıl ki gayri resmi yollardan işlerini hallediyorlar, bunu biz neden yapmayalım değil mi?
-Haklısın ortak. Bu en çok bizim hakkımız zaten.
Bu iki kişi Tahsin ve Necati’den başkası değildi. 13 ay önce geldikleri İtalya’da lüks bir spor mağazası açmışlar ve operasyon için alt yapıyı oluşturmuşlardı. Örgüte silah satışı yapan şirketler hakkında en ince ayrıntısına kadar bilgi sahibi olmuşlardı. Bu şirketlerin birisi İtalya, öteki de Fransa’daydı. İki şirket de mayın üretiyordu. Bu mayınlar yüzünden çok sayıda Türk askeri ölmüş ya da sakat kalmıştı. Bunun intikamı alınmalıydı. İlk önce Taranto’daki iş bitirilecekti. Her şey hazırdı.
İtalya’ya girişleri çok kolay olmuştu. Hazırlanan sahte pasaportlar ile ülkeye girmişlerdi. Her şey resmiyetine uydurulmuştu. Türkiye’ye tatile gidip dönen turistlerdi onlar. Ülkeye geldiklerinde önceden kiralanmış olan bir eve yerleşmişlerdi. İtalyanca’yı anadilleri gibi konuşmaları sayesinde hiçbir olumsuzlukla karşılaşmamışlardı. İlk olarak Milano’ya yerleşmişler üç ay sonra da Roma’daki mağazayı açmışlardı. Evi de Roma’ya taşımışlardı. Her şeyleri hazırdı. Kimlikleri, pasaportları vs… Kısacası tam bir İtalyan’dılar. Resmiyette iki ortaktılar. Yanlarında çalışan Julia ve Francesco iyi eğitilmiş birer Türk ajanlarıydılar. Biri bomba konusunda son derece uzman olan Cevat, diğeri de elektro işlem uzmanı Serpil’di. Tahsin, Alberto Sercio, Necati ise Carlo Cassetti ismini almıştı. Cevat ve Serpil ise Julia ve Francesco isimlerini tercih etmişlerdi. Cevat ve Serpil karı kocaydı. Bu operasyon için özellikle tercih edilmişlerdi.
Ekip on ay boyunca yapacakları operasyonların planını yapmış, en ince ayrıntısına kadar her şeyi düşünmüştü. Fransa ve Almanya’da yapacakları operasyonlar için de birkaç defa bu ülkelere gidip gelmişlerdi. İtalya’ya gelmelerinin üzerinden bir yıl geçmişti ve artık icraat zamanıydı. Geri sayım başlamıştı…
-Yarın Taranto’ya gidiyorum. Diğer arkadaşlar bir haftadan beri orda bekliyorlar. Gerekli bağlantıları kurmuşlar. Randevu saati belli. Bir aksaklık olmazsa yarın bu iş bitecek. Senin iş ne oldu. Bir sorun var mı Necati?
-Hayır. Yarın çok gürültülü bir gün olacak sanırım.
Ertesi gün Taranto. Saat 22:45
Limandan yaklaşık 4 mil açıkta bulunan bir gemi içerisinde sıkı bir pazarlık yapılıyordu. Taraflar birbirlerini ikna etmek için olanca güçlerini ve hünerlerini sergiliyorlardı. Malın fiyatı konusunda anlaşmaya varılamamıştı. Malı alacak olan kişiler adeta işi bozmak için gayret sarf ediyor gibiydiler.
-Bakın, sinyor Gucci. Bu iş çok riskli biliyorsunuz. Hem buna yetkili de değilim. Üstelik anlaşmamız böyle değildi.
- Evet bay Mateo biliyorum ancak size son teklifimiz bu. Üzgünüm.
- İlgili birimlerle görüşmeden size bir şey söyleyemem. Bunun için birkaç gün daha beklemeniz gerekecek.
-Bizim kaybedecek zamanımız yok bayım. Mallar bu gün teslim edilecek.
-Bakın sinyor. Mallar hazır ama bu şartlarda olmayacağını anlamanız lazım.
-Peki bay Mateo. Ne yapalım öyle olsun. Teklifimiz aslında hiçte azımsanacak bir teklif değil. Ama siz bilirsiniz. Para kazanmak istemiyorsanız buna saygı duyarız.
Gemide binlerce patlayıcı madde ve mayın vardı. Bu mallar anlaşma gereği teslim edilecekti. Ancak çıkan pürüz nedeniyle teslimat gerçekleşemedi. Sayıları üç veya dört olan bir grup insan gemiden ayrılıp bir yatla uzaklaştıktan yaklaşık on beş dakika sonra Adriyatik açıklarında müthiş bir patlama meydana geldi. Az önce sıkı bir pazarlığın yapıldığı gemi denizin dibine doğru ağır ağır gömülmeye başladığında aynı saatlerde Roma yakınlarında seyir halinde olan lüks bir otomobil de havaya uçmuştu.
Ertesi gün gazete manşetleri aynı saatlerde yaşanan patlamalardan söz ediyorlardı. Olaylar İtalya gündemine damgasını vurmuştu. Televizyonlar, radyolar hep bu olaylardan bahsediyordu. Yorumlar bunun bir terör saldırısı olduğu yönündeydi. Bir TV kanalının haber spikerinin ağzından şu cümleler dökülüyordu.
-Ülkemizin saygın iş adamlarından Carlo Mancini, aracına konulan patlayıcının infilak etmesi sonucu hayatını kaybetti. Uzmanlar saldırının son zamanlarda kıpırdanmakta olan Kızıl Tugaylar adlı terör örgütü tarafından gerçekleştirildiği konusunda birleşiyorlar. Zira bu örgüt geçmişte de bu tür kanlı eylemler gerçekleştirmişti. Aynı saatlerde Adriyatik açıklarında bulunan bir gemide de patlama meydana geldi ve gemi battı. Batan bu geminin öldürülen işadamı Carlo Mancini’ye ait bir şirketin malı olduğu iddia ediliyor. Söylentiler gemide patlayıcı madde bulunduğu yönünde. Polis yetkilileri bu iki patlama arasında bir bağlantı olup olmadığını araştırdıklarını, soruşturmayı çok yönlü olarak yürüttüklerini belirtiyorlar.
Olayı yakından takip edenler arasında Tahsin ve Necati’de bulunuyordu. İlk icraatlarının bir aksilik çıkmadan başarıyla sonuçlanmış olması onlara büyük bir moral kaynağı olmuştu. Tahsin Necati’ye dönerek spikerin sözlerini tekrarladı.
-Saygın işadamı ha… Alçak köpek öbür tarafta da silah satsın bakalım.
Yıllardan beri nice ocakların sönmesine, yüzlerce askerin sakat kalmasına vesile olan kan emici bir patron artık kimseye zarar veremeyecekti. İki gün önce arabasına yerleştirilen bomba onu paramparça etmişti. Necati, işini çok büyük bir ustalıkla halletmiş olmanın gururunu yaşıyordu. Trafikte Carlo Mancini’nin aracını takip ederken kırmızı ışıkta duran araca arkadan iyice yaklaşmış, kendi arabasına kurmuş olduğu özel bir düzenek sayesinde bombayı öndeki aracın altına hiç kimsenin farkına varmasına fırsat vermeden yerleştirmeyi başarmıştı. Bu aslında riskli gibi görünse de en mantıklı çözümdü. Çünkü kalabalık trafikte böylesine bir durum asla şüphe çekmezdi. Diğer yandan gemiyi havaya uçuranlar da işlerini tam planlandığı gibi halletmişlerdi. Yatla, gemiye çıkan dört kişinin haricinde patlayıcıları geminin altına yerleştiren su altı ekibinden kimsenin haberi olmamıştı Bunlardan biri Tahsin’di. Patlayıcıları geminin birkaç yerine yerleştirmişler ve patlamadan kısa bir süre sonra batmasını sağlamışlardı. Tahmin edildiği gibi olayı Kızıl Tugaylar üslendiler. Oysa bu örgütün olaylardan haberi dahi yoktu. Fakat yeniden yapılanma içerisine giren örgüt için bu bir nimetti. Daha sonraları gerçekleşecek olan bir iki olay da yine Kızıl Tugaylara mal edilecekti. Kızıl Tugayların bu durumdan rahatsız olduğu söylenemezdi tabi ki. Bilakis işlerine geliyordu. Popüleritesi artıyordu ne de olsa…!
Gerçek olan bir şey vardı ki, o da örgütün musluklarından birinin kapatılmış olmasıydı. Carlo Mancini’ye ait olan silah şirketi bu olaydan sonra Kuzey Irak’a silah satışını durdurma kararı aldı. Belli ki olayın vehametini anlamışlardı. Saldırının nereden geldiğini de anlamış olmaları muhtemeldi. Fakat bunu bilmeleri hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Sonuçta bu bir varolma savaşıydı ve olayı gerçekleştirenler haksız değillerdi. İhale her ne kadar Kızıl Tugaylara kalsa da rüzgarın nereden estiği belliydi. Fakat bunu ispat etmenin imkansız olduğunu biliyorlardı. Tıpkı Ege’deki olayın ispat edilemeyişi gibi bir şeydi bu.
Ege Denizinde yapılan NATO tatbikatına katılan TCG Muavenet gemisinin ABD’ye ait Saratoga uçak gemisinden atılan iki füze ile vurulması sonucu beş asker şehit olmuştu. ABD bunun teknik bir hata sonucu meydana geldiğini söyleyerek tazminat ödeyip olayı kapatmayı tercih ederken, o dönemde Türkiye’de yaşanan siyasi kavgalar nedeniyle yöneticiler bu korkunç olayın üzerine gitmemişti. Bu korkunç gerçek çok sonra ortaya çıkmış, ancak resmiyet kazanamamıştı. O günlerde Türkiye gündemi, Güneydoğu’da görev süresi dolan Çekiç Gücün görevinin uzatılıp uzatılmaması tartışmalarına gebeydi. Meclisin bu süreyi uzatmayacağı belirtiliyordu. ABD ise sürenin uzatılmasını istiyordu. İşte bu sıralarda Ege’deki olay gerçekleşti. Bu olayın ardından Çekiç Gücün görev süresi uzatılmıştı. Yani ABD istediğini almıştı. Olay kayıtlara bir kaza olarak geçtiyse de nerden geldiği apaçık belliydi. Ama hiçbir zaman ispat edilemedi. Türkiye her şeyin apaçık ortada olduğu bir olayı ispat edemezken hiçbir kanıtı olmayan İtalya bu olayı nasıl ispat edebilirdi ki.
İlk operasyonlarını başarıyla gerçekleştiren Tahsin ve Necati’nin keyfine diyecek yoktu. İkisi de görevlerini kusursuz yerine getirmişlerdi. Tabi onlara yardımcı olan diğer ekibin de hakkını yememek lazımdı. İlk ve son defa kalabalık bir ekiple operasyon yapılmış oluyordu. Bundan sonra yapılacak olan her operasyon bizzat Tahsinler tarafından gerçekleştirilecekti. Özel olarak eğitilmiş Su altı taarruz komandoları Türkiye’den iki gün önce hareket eden ve uluslar arası sularda rutin olarak gezinen bir kruvazör aracılığıyla olayın gerçekleşeceği bölgeye gelmişler, Tahsin’le beraber dört kişi olan ekip denize dalarak daha önceden planlandığı gibi Mancini’ye ait olan mühimmat yüklü geminin altına bombaları yerleştirmişlerdi
9.BÖLÜM
Sabah saatleriydi ve mağaza kapısını ilk açan kişi Necati olmuştu. Gemi olayının üzerinden yaklaşık iki hafta kadar geçmişti. Gelen bir haberle Tahsin’in ciğerlerinin dağlandığı o kara günün unutulması mümkün değildi. Haberi Serpil getirmişti ve bunu Tahsin’e nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Durumu önce Necati’ye anlatmış ve ne yapmaları gerektiği konusunda fikir sormuştu. Necati, beklenmedik bu olay karşısında tam anlamıyla şok oldu. Dili düğümlendi sanki ve olduğu yere çömelip kaldı. Gözlerinden süzülen damlalara engel olamıyordu. Serdar’ın kendisine “Konserve amca” diye hitap ettiğini ve bu hitap karşısında Tahsin, Hatice ve kendisinin nasıl kahkahalarla güldüklerini hatırlayınca da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Aslında çok katı bir yüreği olan Necati, birinin ölüm haberini aldığında tam bir çocuk oluyor ve gözyaşlarına boğuluyordu. Mağazaya henüz gelmemiş olan Tahsin’e bu acı haberi nasıl vereceklerini kara kara düşünüyor, akıllarına hiçbir şey getiremiyorlardı.
“Bunu ona nasıl söylerim. Buna nasıl dayanır. Allah’ım ne zor bir iş bu. Yardım et bize” diyerek gözyaşlarını silmeye çalışırken mağazanın kapısından içeriye Tahsin’in girdiğini görüp biraz toparlanmaya çalıştı. Üçü de çok üzgün bir halde idiler.
“Ne oldu size? Adriyatik’te geminiz mi battı?” diyerek bir kahkaha patlattı Tahsin. “Görende havaya uçan geminin size ait olduğunu zanneder yani.”
Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Birbirlerine baktılar. Tahsin onlara aldırmadan devam etti. Çok neşeliydi. Üç gün önce kızının bir yaşına girdiğini, telefonda sesini duyduğunu ve kendisine bebek diliyle “baba baba” diye seslendiğini, bundan hem çok mutlu olduğunu hem de hüzünlendiğini söyledi. Necati, Tahsin’in bu sözlerini duyunca beynine kaynamış su dökülmüş gibi oldu. “Ben şimdi nasıl söylerim. Bu mutlu anında hem de. Hayır bunu yapamayacağım. Aradan birkaç gün geçsin öyle söylerim” diye geçirdi aklından. “Nice yıllara” diyecekti ki bunun artık bir anlamı olmadığını, durumu öğrendiğinde Tahsin’in daha çok acı çekeceğini hissetti. Kızının yaşını doldurması nedeniyle tebrik bekleyen Tahsin arkadaşlarından hiçbir tepki alamayınca şaşırdı.
-Ne oldu size ya. Süt dökmüş kuzu gibisiniz. Bir tebrik de mi yok. Ne bu haliniz?
Birbirlerine baktılar ama kimse cesaret edip anlatamıyordu olayı. Tahsin kötü bir şeyler olduğunu hissetti.
- Konuşsanıza be. Deli etmeyin adamı. Ne oldu. Nedir sizin derdiniz?
Serpil daha fazla dayanamadı ve:
- Bak Tahsin. Şey… Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Yani…
- Serpil deli etme adamı. Ne oldu çabuk söyle.
- Kaza… kaza olmuş.
- Ne kazası.
- Otobüs çarpmış.
- Kime , nerede?
Tahsin’in vücuduna bir titreme girdi. Nefesi sıklaşmaya, kalbi daha hızlı çarpmaya başladı.
-Çankaya yokuşunda. Aşağı doğru inen bir otobüsün frenleri patlamış.
Tahsin’in dizlerinin bağı çözülmüştü. Olduğu yere yığılıp kaldı. Gözlerini belli bir noktaya doğru dikmiş hiç nefes almadan öylece duruyordu. Kimsenin çıtı çıkmıyordu. Herkes donakalmıştı ve ne yapmaları gerektiği hakkında hiçbirinin en ufak bir bilgisi yoktu. Tahsin bir iki dakika dalıp gitti. Sonra başını önüne eğip uzun süre öylece hareketsiz kaldı. Necati bir köşede duvara yaslanmış Tahsin’den farksız halde hareketsiz duruyordu. Cevat, karısı Serpil’in bir elini sıkıca kavramış diğer eliyle omzunu ovuşturuyordu. Sessiz geçen dakikaların ardından başını kaldırmadan kısık ve titrek bir sesle konuştu Tahsin.
- Üçü de mi?
- Serdar. Sadece Serdar kurtulmuş. Çok üzgünüm Tahsin, dedi Serpil.
-Nasıl olmuş?
-Kırmızı ışıkta durmuşlar. Önlerinde bir minibüs varmış. Frenleri patlayan bir otobüs arkadan süratle çarpmış. Öndeki araçla otobüsün arasına sıkışmışlar…
Serpil daha fazla devam edemedi ve ellerini yüzüne kapatarak hıçkırmaya başladı. Necati bir köşede dili tutulmuş vaziyette bekliyordu. Ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu. Fakat ani bir refleksle Tahsin’in omzuna dokundu.
Başımız sağ olsun Tahsin. Hepimizin içi yanıyor. Ne edeceğimizi ne söyleyeceğimizi inan bilmiyoruz. Bizler de şok olduk. Dayanması çok zor biliyorum ama kendini bırakmamalısın. Hadi kalk yukarıya çıkalım, biraz uzan, kendine gel, hadi kardeşim benim.
Tahsin duygularını kontrol etmede son derce usta bir insan olmasına rağmen dayanılması çok zor olan bu durum karşısında o kadar acizleşmişti ki, kendini kaybetmişti. Dünyanın bütün dağları üzerine devrilmişti sanki. Sanki bütün dağlar söz birliği etmiş de onu ezmek için bir araya gelmişlerdi. Kendi öleceğini düşünüyor, karısını ve çocuklarını yalnız bırakacağından korkuyorken uzaklardan karısı ve çocuğunun ölüm haberi geliyordu. Bu ne dayanılmaz bir acıydı böyle. İnsan buna katlanabilir miydi?
Onu kucaklayıp üst kattaki ofise çıkardılar. Koltuğun üzerine yatırdılar ve yüzünü kolonyayla ovalamaya başladılar. Biraz sonra kendine geldiğinde bu sefer başka bir ruh haline bürünmüş gibiydi. Kendini daha fazla tutamadı. Gözyaşları soğuktu Tahsin’in, çok soğuktu…
Serdar yaralı olarak kurtulmuştu bu korkunç kazadan. Hastanede tedavi altına alınmıştı. Doktorlar hayati tehlikesi olmadığını söylemişlerdi. Hatice ve Zehra ise olay yerinde hayatlarını kaybetmişlerdi. Teşkilat ve bilhassa müsteşar üzerlerine düşeni fazlasıyla yapmışlar Hatice ve Zehra’nın definlerini büyük bir özveriyle gerçekleştirmişlerdi. Tahsin dünyada çok az kişinin başına gelebilecek bir olayı, eşi ve çocuğunun cenazesine katılamama talihsizliğini acı bir şekilde yaşamıştı. Görevi ve ülkesi uğruna bağrına taş basmıştı. Bir an Türkiye’ye gidip cenaze törenine katılmayı düşünmüş ancak üstlenmiş olduğu sorumluluğu hatırlayarak bundan istemeyerek de olsa vazgeçmek zorunda kalmıştı.
Yaşanan bu acı olay Tahsin’i çok derinden sarsmıştı. Bir kaç gün hiç konuşmadı. Sık sık dalıp gidiyordu. Yaşadığı acı tamamen yüzüne aksediyor ve gözleri buğulanıyordu. En acısı ise galiba onlara karşı son görevini yapamamış olmanın verdiği dayanılmaz vicdan ezikliğiydi. Bunu düşünmesi onu yiyip bitiriyordu sanki. Bir gün ofiste öğlen için bir şeyler atıştırırlarken aniden sessizliğini bozdu.
-Ben gidiyorum
Şaşırmışlardı. Necati ağzında lokmayla öylece dondu kaldı. Cevat ve Serpil birbirlerine baktılar. Bu da ne demekti şimdi.
-Nereye gidiyorsun? dedi Necati, ağzındaki lokmayla.
Cevat ise yutkunmakta zorlandı bir an. İçlerinde en sakin Serpil görünüyordu. O herhangi bir tepki vermemiş Tahsin’in ne söyleyeceğini sabırla bekliyordu.
-Fransa’ya geçeceğim, deyince biraz rahatladılar.
-Tek başına mı?
-Evet, biraz kafamı dağıtırım belki.
-Bende gelsem daha iyi olmaz mı ?
-Hayır Necati gerek yok. Sen burayla ilgilen. Son bir defa daha gözlem yapar dönerim. Sıra onlarda. Beni merak etmeyin.
-Hakkında yeteri kadar bilgiye sahibiz zaten. Ne gereği var gitmenin?
Necati, Tahsin’in münferit bir hareket yapmasından korkuyordu. Gerçi böyle bir ihtimal mümkün değildi ancak yinede korkuyordu işte. Onun sorumluluğunun bilincinde bir insan olduğunu kendisinden daha iyi bilen olamazdı. Ama eşi ve çocuğunu kaybetmesi Tahsin’i çok sarsmıştı ve bir hata yapabileceğinden korkuyordu. Buna rağmen ısrar etmedi ve:
-Haklısın, belki böylesi daha iyi olacak. Git biraz toparlan…
10.BÖLÜM
Galip Hoca Serdar’ı sık sık ziyarete gidip onu içinde bulunduğu zor durumdan kurtarmaya çalışıyordu. Serdar’ın hayatta kalan tek yakını anneannesiydi. Neriman hanım çok iyi bir kadındı ve torununun başından bir an olsun ayrılmıyordu. Bir keresinde Galip Hoca’yla aralarında şöyle bir konuşma geçmişti.
-Neriman Hanım acınız çok büyük biliyorum. Bizler de çok üzgünüz ancak elimizden bir şey gelmiyor. Serdar çok küçük daha. Zor olacak ama unutacak bu olayı.
- Galip Bey! Benim torunum güçlüdür. Bunu atlatacaktır eminim. O da babası gibi bir arslan. Korkmuyorum. Elbet Tahsin dönüp gelecektir. Bu zor günler geride kalacak. Her şey iyi olacak, her şey düzelecek.
Kızı ve bir torununu kaybetmiş, dayanılması zor acılar yaşamış olan bir kadının ağzından çıkan bu sözler Galip Hoca’yı çok duygulandırmıştı. “İşte abide bir Türk kadını…” demekten kendini alamadı.
Ankara’da bunlar yaşanırken Eyfel kulesi yakınlarında bir restoranda iki kişi karşılıklı yemek yiyorlardı. Birbirlerini iyi tanıdıkları aralarında geçen konuşmalardan rahatlıkla anlaşılabiliyordu. Sıkı bir pazarlık yapmışlar, birbirlerini ikna etmek için epeyce uğraşmışlardı. Birisi cebinden çıkarttığı fotoğrafı diğerine uzatarak bakmasını istedi.
- Adam bu resimdeki kişi Dominic. Uzamasını istemediğimi biliyorsun sanırım. Benim için çok önemli. Ne kadar erken halledersen o kadar fazla alırsın haberin olsun.
- Mösyö Lorent merak etmeyin siz, en kısa sürede buluruz. Yeter ki ücret dolgun olsun. Gerisini merak etmenize gerek yok.
- Anlaştığımız gibi üç yüz bin. Yarısı peşin yarısı iş bitince. Dediğim gibi Dominic, eğer çok kısa sürede bu işi halledersen fazladan elli bin daha veririm. Hiç de fena sayılmaz değil mi?
- Tamam mösyö. No problem. Beni biliyorsun, benden kaçmaz. Marsa gitmiş olsa da, lağım çukuruna saklansa da bulurum onu. Bir mahsuru yoksa kim olduğunu sorabilir miyim?
- Soru sormak için para almıyorsun Dominic.
- Haklısın mösyö unut gitsin. Zaten öylesine sormuştum bende. Paradan başkası beni ilgilendirmiyor biliyorsun.
-Bu güne kadar seninle iyi ilişkilerimiz oldu. Aldığın her işi hakkıyla yerine getirdin. Bu sonuncusu olacak Dominic.
-En kısa sürede halletmeye çalışırım mösyö Lorent
Tahsin işi fazla uzatmak istemiyordu. Listelerindeki siparişleri bir an önce tamamlayıp ülkesine dönmek istiyordu. Ona çok ihtiyacı olan bir oğlu vardı ve onu aşırı derecede özlemişti. Eşi ve kızı için tarifi imkansız bir acı vardı içerisinde. Hayatının bir parçası ayrılmış, vücudundan bir parça koparılmıştı sanki. Buna katlanmak her ne kadar olağanüstü bir gayret ve metanet gerektirse de bütün bunları göğüsleyecek güce sahipti halâ…
Son olarak örgütün Fransa’daki kasası durumunda olan fakat Fransızların sıkıştırması sonucu ABD ye kaçan Nesim’in ipini de çekmeye kararlıydı. Aldıkları bilgilere göre bu adam tekrar Fransa’ya dönmüştü. Ancak çok iyi korunduğu ve saklandığına dair bilgiler ulaşmıştı kendilerine. Dominic’le son bir kere daha anlaşmaya varmıştı. Nesim, listedeki son kişiydi.
Dominic görevden atılmış eski bir polisti. Mafyayla olan ilişkisinden dolayı her deliğe girer çıkardı ve işinin uzmanı sayılırdı. Paradan başka bir şey düşünmeyen bu adam çirkin suratlı, orta boylu hafifçe şişman bir görünüme sahipti. Yüzünde derin bir yara izi vardı. Aslında pek de güvenilir bir tip değildi ancak işinin ehli olması Tahsin’i ona yönlendirmişti. Tahsin onu tesadüfen bulmamıştı. Çalıştığı yıllarda kaçak göçmenler şubesinde görev yapan bu adam Türkiye’den iltica eden Kürtlerle sıklıkla karşılaşmıştı. Görevleri ülkeye kaçak girenleri yakalamak olan bir ekibin elemanıydı. Bir keresinde aldıkları bir istihbaratı değerlendirmek için Marsilya’ya gitmişlerdi. Bir tekne içerisinde ülkeye kaçak olarak girmeye çalışan bir grup insandan bahsediliyordu. Aldıkları bilgi, kaçakların Marsilya’ya on beş kilometre uzaklıkta küçük bir koya çıkacakları yönündeydi. Bir gün önceden belirtilen yere gelip tertibat almışlardı. İki gün beklemelerine rağmen ortalıkta ses seda yoktu. Üstleriyle görüşüp bahse konu olan mahalden ayrılmayı düşünüyorlardı ki gece saat 02:30 sularında teknenin sahile yanaşmakta olduğunu fark ettiler. Teknenin motor sesi bir süre sonra kesildi. Belli ki tekne sahipleri kimseyi uyandırmak istemiyordu.Tekne koya tam yanaşmıştı ki polisler projektörleri yakar yakmaz ortalık birden aydınlanıverdi. Kabak gibi ortada kalan teknede çok sayıda insan vardı. Korku ve şaşkınlık ifadesini yüzlerinden okumak zor olmuyordu bu insanların. Yapacakları bir şey yoktu. Ellerini havaya kaldırıp teslim oldular. Kaçakların sayısı hakkında kendilerine sağlam bilgi ulaşmış olmalı ki büyük bir polis otobüsü kaçaklar için oraya gönderilmişti. Hepsini otobüse doldurdular. Bu esnada beklenmedik bir olay gerçekleşti. Kaçaklardan biri fırsatını bularak kaçmaya kalkıştı. Peşinden koşan Dominic ve iki arkadaşı on beş yirmi dakika sonra yüzü gözü kan revan içinde kalan kaçakla geri döndüler. Dominic için de durum farklı değildi. Onun da yüzünden aşağı doğru kanlar süzülüyordu. Her halinden köpürdüğü anlaşılan Dominic, rakibi karşısında gözleri ateş saçan çıldırmış bir boğa gibiydi. Adamın peşine takıldıklarında karanlık olduğu için önünü iyi görememiş ve bir kayaya takılarak yuvarlanmış, yerdeki taşlara çarparak alnını feci şekilde yarmıştı. Diğer polisler adamı yakalamışlar, Dominic öfkeden deliye döndüğü için olanca gücüyle kaçak göçmeni hırpalamaya başlamış, arkadaşları mani olmaya kalkışmışlarsa da muvaffak olamamışlardı. Adam o kadar ciddi dövülmüştü ki nerdeyse komalık olmuştu. Burnu ve iki kaburga kemiği kırılmış, kulağının birisi yarıya kadar yırtılmıştı. Kaçak göçmen bir aya yakın hastanede yatmış sonra da sınır dışı edilmişti. Fakat olan Dominic’e olmuştu. Hakkında soruşturma başlatılmış, savunmasız birine karşı aşırı kaba kuvvet uyguladığı ve görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle açığa alınmış, daha sonra mahkeme kararıyla görevden uzaklaştırılmıştı. Başına gelen bütün bu olaylardan Kürtleri sorumlu tuttuğundan dolayı onlara karşı aşırı kin beslemişti. Fransa’da çalışan bu insanlardan haraç alır, fırsatını buldukça da eline geçirdiğini iyice bir benzetirdi.
Tahsin, Dominic’in bu durumunu bildiği için onunla irtibata geçmiş ve listelerinde bulunan hainleri tek tek buldurmuş, vatanlarına ihanet etmelerinin cezasını vermişti. Son olarak da Nesim’i bulmasını istemişti. Tabii, Nesim hakkında da onu iyice doldurmuştu.
-Bak Dominic. Bu adam tam üç Fransız vatandaşını öldürdü. Haraç topluyor ve uyuşturucu işiyle ilgileniyor. Ülkeye kaçak yollardan göçmen sokuyor. Yüzündeki izin acısını sonsuza kadar dindirmek istiyorsan al sana fırsat…
Yemeği yedikten sonra birer de kahve içtiler. Tahsin hesabı ödedi ve kalktı. Çıkarken:
-En kısa zamanda haber bekliyorum. Elini çabuk tut.
-Elimden gelenin çok çok fazlasını yapacağımdan emin olabilirsin mösyö.
Dominic bu işi de zevkle yapacaktı. Mesleğinden atılmasına ve yüzünde kalıcı bir yara izi meydana gelmesine sebep olan o göçmene kafayı takmış, gördüğü her Kürt’ü onun yerine koymuştu. Şimdi kendisinden bir adamı daha bulması isteniyordu ve bunun için tam üç yüz bin Avro kazanacaktı. Gerçi bu miktar onun için fazla bir anlam ifade etmiyordu ancak bu işi sırf para için kabul ettiği de söylenemezdi. Onun asıl istediği başkaydı ve o bu işten büyük bir zevk alıyordu…
Dominic ile yaptığı görüşmenin ardından bir taksiye atlayarak Paris havaalanının yolunu tuttu. Giderken taksinin içerisinde oldukça düşünceli bir hali vardı. PKK’ya silah satan şirketlerden biri olan “Grand De Mecanice” şirketine ait silah fabrikasının bulunduğu Le Havre şehrine gidecek, daha önce hakkında bir sürü bilgi topladıkları ve rapor düzenledikleri şirket hakkında son incelemelerini yapacaktı. Havaalanına geldiğinde uçağın kalkmış olduğunu öğrenince biraz sinirlendi. Kimseye kızmaya hakkı yoktu çünkü uçağı kaçıran kendisiydi. “Yapacak bir şey yok” diyerek, bir sonraki uçakla gitmeye karar verdi. Uçağın kalkışına beş saat gibi uzun bir süre vardı. Paris’te yaşayan Türklerin kalabalık olarak bulundukları semtlerden olan St. Luis’e gidip yıllardır tatmamış olduğu Türk yemekleriyle karnını bir güzel doyurmak için yola çıktı. Burada çok ünlü bir lokanta vardı ve sahipleri Boluluydu. Türk mutfağının enfes yemeklerinden hemen her çeşidini bulmak mümkündü bu lokantada.Yarım saat sonra lokantaya ulaşmıştı. İçeriye girip boş masalardan birine oturdu ve beklemeye başladı. İçeride yoğun bir kalabalık vardı ve çoğunluğunu Türk’lerin oluşturduğu belliydi. Lokanta sahibi, Ömer Berber adında, ellili yaşlarda, fazla kilolu olmayan fakat biraz göbekli sempatik bir adamdı. Tahsin içeriye girerken onu dikkatlice süzmüş, daha önce hiç görmediği bu şahsın yabancı biri olduğunu hemen anlamıştı. Lokantasına gelip giden müşterilerinin hepsini iyi tanırdı. Zaten buradaki şartlar insanları birbirlerini iyi tanımaya ve iyi ilişkiler kurmaya mecbur etmişti. Terör örgütü Türk’lere baskılar yapıyor, onlardan haraç istiyor, huzursuz olmalarına neden oluyordu. Zaman zaman örgüt elemanları ve sempatizanlarıyla başları belaya girer fakat asla ödün vermezlerdi hain dedikleri bu adamlara. Kurmuş oldukları “ Büyük Türkiye Derneği” sayesinde sık sık bir araya geliyorlar, derneğin lokalinde birbirlerinin dertlerine, sıkıntılarına çare bulmaya çalışıyorlardı. Lokantanın müşterileri arasında Fransızlarda hatırı sayılır bir çoğunluğa sahipti. Lokanta sahibi Ömer bey uzaktan seyrettiği Tahsin’den gözlerini ayıramamıştı. Daha önce hiç görmediği bu adamın bir Fransız olmadığı her halinden belliydi. Çünkü kendini beğenmiş, konuşurken kibarlıktan nerdeyse kırılacak olan Fransızlara hiç benzemiyordu. Türk olmalıydı bu adam. Çünkü tam bir Türk delikanlısına benziyordu. Merak edip yanına gitti ve Fransızca sordu.
-Hoş geldiniz mösyö. Ne arzu ederdiniz?
Başını kaldırıp bakan Tahsin, karşısında iri yapılı, hilal bıyıklı sempatik bir adam görünce biraz şaşırdı. Çünkü yanına gelmesi gereken kişi garsondu. Fakat bu adamın garsona benzer bir tarafı yoktu. “Tipik bir Türk lokantası”, dedi içinden. Ömer beye Fransızca karşılık verdi.
-Döner istiyorum. Siz Türkler çok nefis döner yapıyorsunuz. Daha önce de yemiştim. Yaprak ekmekle birlikte getirin lütfen. Yanında ayran da olsun.
Ömer bey adamın aksanından Fransız olmadığını anlamıştı. İnsan sarrafıydı ne de olsa. Tam otuz beş yıldır Fransa’da yaşıyordu. Bolu’dan göç ettiklerinde on beş yaşında bir çocukmuş. Babası on yıl kadar inşaat işçiliği yapmış, sonunda halen sahibi olduğu bu lokantayı açmıştı. O da babasının yanında çalışmış, yılların verdiği tecrübeyle her türlü insanı gözünden tanır hale gelmişti. Lafı gevelemeyi sevmeyen bir adamdı. Direkt konuya girer, öğrenmek istediğini doğrudan öğrenmeye çalışırdı.
-Türk müsün hemşerim?
Tahsin afallamıştı. Ne diyeceğini bilemedi. Adamın yüzüne bir müddet baktı. Anlamadığını belirtmek için iki omzunu yukarı kaldırıp başıyla “Ne dediğinizi anlamıyorum” manasına gelen bir işaret yaptı.
-Türk müsün dedim?
Tahsin Fransızca karşılık verdi.
-Ne söylediğinizi anlamıyorum mösyö.
-Yok bir şey.
Tahsin’in görünümü bir Fransız’a hiç benzemiyordu. Pek ikna olmuş görünmeyen Ömer usta hoşnutsuz bir yüz ifadesiyle Tahsin’in yanından ayrıldı ve dönerin başında terden nerdeyse sırılsıklam olmuş olan Ali’ye seslendi.
-Keeees bir buçuk, üzerine tereyağı, dedikten sonra geçip kasanın başına oturdu. Ömer ustanın oturduğu masanın arkasında, duvarda büyük bir Atatürk portresi ve Türk bayrağı asılıydı. Hemen yanındaki küçük kitaplıkta ise Kur’an-ı Kerim ve birkaç değişik kitap göze çarpıyordu. Bunları görünce gözleri parladı, çok duygulandı ve içini sessiz bir burukluk kapladı. Yıllarca vatanından uzakta olmanın dayanılmaz işkencesi içerisinde kıvranıp durmuştu. Vatandan uzakta kalmak ne demekti, bunu ancak yaşayan bilebilirdi. İşte karşısında Türk bayrağı, Atatürk portresi ve hemen yanlarında Kur’an-ı Kerim. Elini uzatıp onlara dokunmak, bayrağına sarılıp koklamak, kutsal kitabını alıp okumak, Atayla konuşmak istemez miydi. “Ey büyük insan! Ne uğraşlarla bizlere emanet ettiğin mukaddes vatanın başındaki sıkıntıları bir bilsen, ah bir bilsen.” Ama yapamıyordu işte, elini uzatıp dokunamıyor, konuşamıyordu. Yıllardan beri ekip arkadaşları hariç bir Türk ile yan yana gelememişti. İnsanın içine bir kor gibi oturan vatan hasretini, ülkesinden ayrı yaşayan kişiden başkasının anlayabilmesine imkan yoktu.
Yemeği getiren garsona teşekkür edip önce ayranından bir yudum içtikten sonra kokusuyla bile doyulabilecek olan nefis dönerinden atıştırmaya başladığında göz ucuyla da Ömer ustayı süzüyordu. Ömer usta da gözünü ondan ayırmamağa kararlı gibi gözüküyordu. Ustanın bakışlarına aldırmadan yemeğini bir güzel midesine indirdi. Kendisini kısa bir süreliğine de olsa Türkiye’deymiş gibi hissetti. Bu bile ona yeter de artardı. Yemeğin üstüne fındıklı burma kadayıfa bayılırdı. Garsona işaret ederek yanına çağırdı.
- Afiyet olsun efendim. Tatlı almaz mıydınız?
- Neyiniz vardı?
- Sütlaç, baklava ve kadayıf.
- Kadayıf lütfen.
- Peki efendim.
Kadayıfı yemeğe başlamıştı ki lokantadan içeriye suratlarında meymenet olmayan iki kişi girdi. Doğruca Ömer ustanın yanına gidip oturdular. Ömer ustanın yüz ifadesinde ani bir değişiklik meydana geldi. Bu adamları tanıdığı ve onlardan hoşlanmadığı besbelliydi. Adamlarla bir şeyler konuşuyordu fakat uzaktan ne dediğini anlamak zordu. Onları tek takip eden müşteri Tahsin’di o anda. Herkes yemeğini yiyor, kahvesini içiyor ve yanındakiyle sohbet ediyordu. Ömer ustanın bu adamlara bir zarf uzattığını fark etti. Dikkatini iyice o noktaya topladı. Bu meymenetsizlerin kimler olduğunu merak ediyordu.
Ömer usta, yanında çalışma süresi dolmuş olan bir eleman çalıştırıyordu. Fransız kanunlarına göre böyle birini çalıştırmak suçtu ve maddi olarak büyük bir ceza gerektiriyordu. Memleketinden getirtmiş olduğu Ali adındaki döner ustasıydı bu kişi. Ali aslında kanunen çalışma hakkına sahipti fakat annesinin hastalığı sebebiyle Türkiye’ye gitmiş, annesinin hastanede uzun süre tedavi görmek zorunda kalmış olması nedeniyle dönmesi gerektiği süre içinde Fransa’ya dönememişti. Böyle olunca da kanunen çalışabilme hakkını kaybetmişti. Tüm resmi işlemlerin yeniden yapılması gerektiğinden ve bu da bir hayli zaman aldığından işleri zamanında halledememişlerdi. Ömer usta lokantada çalışabilecek eleman da bulamayınca mecburen Ali’yi çalıştırmıştı. İşlere resmiyet kazandırana kadar bir şey olmaz diye ümit etmişti. Ama bu durumu fark eden iki fırsat yoksulu medeni Fransız polisi Ömer ustayı anladığı dilden tehdit edince işler sarpa sarmıştı. Ya bu adamların istediği miktarı onlara ödeyecek ya da ağır bir yaptırıma maruz kalacaktı. Kanunlara göre işyeri belli bir süre kapatılacak ve yüklü miktarda da para cezası verilecekti. Ekmeğini buradan kazanan on iki insan vardı. Bunların mağdur olmasını istemeyen Ömer usta istemeyerek de olsa mecburen bu adamların talebini kabul etmişti. Gerekli çalışma izni alınana kadar bunlara dayı demek zorundaydı. Başka bir çaresi de yoktu zavallı adamın.
Adamlar zarfı alıp çıktıklarında peşlerinden “Allah belanızı versin Frenk domuzları” gibi bir laf etti. Tabii bunu oldukça sessiz söylemişti. Bir hayli sinirli olduğu fark ediliyordu. Oturduğu yerden kalkan Tahsin hesabı ödemek için garson çağırmayıp kasaya doğru ilerledi. Ömer usta ağzının içinde bir şeyler mırıldanmaya devam ediyordu.
- Bir sorun mu var mösyö, canınız sıkılmışa benziyor.
- Yok bi şey beyefendi.
- Peki öyle olsun. Hesabım ne kadardı acaba?
- 15 Avro.
Parayı uzatırken Ömer ustanın kulağına eğilip “Senin gibi bir insan bu Fransız bozuntularına neden rüşvet verir ki?” dedi.
Lokantaya girdiği andan itibaren dikkatli bir şekilde onu takip eden Ömer usta bu söz karşısında oldukça şaşırmıştı. Kendisine böylesine bir laf söyleyen bu adamın kim olduğunu daha da merak etmeye başladı. Tahsin çıkıp giderken arkasından öylece bakakaldı. Seslenmek istediyse de ağzını açamadı nedense. Zaten canı burnundaydı. Şimdi bununla uğraşacak zamanı yoktu. Kasanın başına oturup gazetesini okumaya başladı. Lokanta halen çok kalabalıktı…
11.BÖLÜM
Sabah kendisini uyandıran karısına biraz daha uyumak istediğini, yorgunluktan gözlerini açamadığını, zaten bu gün yapacak fazla bir şeyi olmadığını, sadece biriyle buluşup iş görüşmesi yapacağını söyleyen Pierre’in yanına bu defa iki sevimli çocuğu gelip yorganı başına çeken babalarının üzerinde tepinmeye başladıklarında binlerce kilometre uzaklarda bir evde ise aynı yaşta iki çocuğun gözyaşları yürekleri dağlıyordu. Terör örgütü Güneydoğuda pusuya düşürdüğü askerlerin üzerine otomatik silah ve roketatarlarla saldırmış, çıkan çatışmada sekiz Türk askeri hayatını kaybetmişti. Teröristler ise gecenin karanlığından faydalanarak kaçmayı başarmışlar ama arkalarında bir düzine de ölü bırakmışlardı. Ölen askerlerin cenazeleri memleketlerine gönderilmiş ve büyük bir katılımla kılınan namazların ardından toprağa verilmişti. İşte bu cenazelerden biri de Erzurum’dan Orhan Korkmaz adında bir askere aitti. Genç yaşta evlenmiş olan Orhan’ın iki çocuğu olmuştu. Askerliğinin bitmesine bir haftadan az bir süre kalmış olmasına ve komutanının “Sen gelme Orhan” demesine rağmen, “Biz üç beş çapulcudan korkacak adam mıyız komutanım? Öleceksek öleceğiz. Arkadaşlarım dağdayken ben burada oturamam. Şehitlikten daha büyük ne olabilir ki? Hem bende o şans ne gezer?” demiş onları yalnız bırakmamıştı. Çıktıkları operasyonun ikinci gününde yaşanan o çatışmada tam alnından vurularak kavuşmak istediği o mertebeye ulaşmıştı.
Haberi Tahsinler de duymuşlardı ve içleri parçalanmıştı. Necati’yle birlikte terör örgütüne lanetler yağdırdılar. Aralarında uzun ve duygusal bir konuşma geçti. Tahsin Necati’ye şunları söyledi
- Akif ne diyordu Necati?
- Ne diyordu?
- “Vurulmuş alnından tertemiz uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor.”
- Haklısın Tahsin. Bir hilal uğruna…
- İşte o güneşlerden biriydi Orhan ve Orhan’lar bitmez bu ülkede Necati. Hilal için nice Orhan’lar gözünü kırpmadan bu vatana feda olur da kalplerinde en ufak bir tereddüt emaresi görülmez.
Annesi yıllar önce rahmetli olmuştu. Babası da çiftçilikle uğraşmaktaydı Orhan’ın. Oğlunun şahadet haberini aldığında gözlerinden sadece bir iki damla yaş akmış “Vatan sağ olsun” demekle yetinmişti. İlerlemiş yaşına rağmen dimdik ayaktaydı şehit babası bu vakarlı adam. Lakin çocuklar farklıydı. Onların ağlamalarına can dayanabilir miydi? Masum, günahsız tek suçları çocuk olmak olan çocuklar… Babaları yoktu artık, hiç gelmeyecekti de. Biri henüz üç yaşındaydı ve belki de niçin ağladığını bile bilmiyordu. Babasının tabutu başında selam duran askerlerden görmüş olacak ki, o da elini alnına götürmüş ve ne anlama geldiğini dahi bilmediği bu hareketi yapmıştı.
Pierre, üzerinde zıplayıp duran çocuklarını yakalayıp onları hamur gibi yoğurdu, gıdıkları, okşadı. Karısının ısrarına da daha fazla dayanamadığı için istemeyerek de olsa kalkıp kahvaltı masasına oturdu. Bahçedeki havuzun başında kahvaltı yapmak oldukça keyif vericiydi. Hele iki gün önce yapılan anlaşmadan sonra bu keyif katlanarak artmıştı. Bin beş yüz metrekare alan üzerine kurulu villa tam bir saray yavrusunu andırıyordu. Pierre gibi birisine de ancak böylesine muhteşem bir binada oturmak yakışırdı. Şehrin en zenginlerinden birisiydi. Fransa’da ve yurt dışında güçlü bağlantıları vardı. Karısı Janet ile her zamanki kahvaltılarından birini daha yaptıktan sonra üzerini giyinmek için içeriye girdi. Birkaç gün izinli olmasına rağmen halletmesi gereken bir işi vardı. Yurtdışından gelen bazı kişilerle görüşmesi gerekiyordu. Hazırlanıp çıkarken Janet’ın yanağına bir öpücük kondurmayı da ihmal etmedi.
- Çocuklarla bugün alışverişe gideceğiz Pierre. Geç gelebiliriz.
- Tamam hayatım. Dikkatli olun. İşim uzarsa seni ararım. Hoşça kal.
Son model Porshe marka otomobiline atlayıp randevusuna yetişmek için gaza yüklendi. Önce şirkete uğramalı ve gerekli dokümanları almalıydı. Şirketin idari binası Le Havre’ın kalabalık caddelerinden biri olan Le Jarden üzerindeydi. Oldukça geniş olan Le Jarden genelde işyerlerinin bulunduğu yüksek katlı binaların çevrelediği işlek bir caddeydi. Pierre, şirketin bulunduğu Shamp Elyesse Center’ın on altıncı katına çıkmak için asansöre bindi. Kendisini önceden konuşup anlaştıkları yerde bekleyen misafirleri ile bir hafta önce telefonda görüşmüş, istenen randevu talebine ise olumlu cevap vermişti. Şirkette büyük yetkilere sahip olması onu ayrıcalıklı bir konumda bulunduruyordu. Bu özel konumundan dolayı koltuklarını kabartır, sanki patron oymuş gibi bir izlenim verirdi. Yurt dışı satışlarıyla da o ilgileniyordu. Belirli şartlarda anlaşmalara imza atma yetkisine de sahipti. Şirketin yönetim kurulu üyeleri arasında en güvenilir olanı ve patronun en sadık adamıydı. Aynı zamanda makine mühendisi olan Pierre, üretilen bir çok silahın tasarımını da yapmış ve bu silahların satışından büyük paralar kazanılmıştı. Bir çok devlete resmi yollardan silah satan Grand De Mecanice, el altından bazı örgütlere de silah satmayı ihmal etmiyordu. Saddam Hüseyin’in en çok silah aldığı şirket bu Fransız şirketiydi. Dünyanın sayılı silah üreticilerinden bir olan Grand De Mecanice, Türkiye için sicili bozuk kapitalist bir şirketten başka bir şey değildi.
Şirket her zamanki günlerinden birini yaşıyordu. Pierre’in ofisinden Le Havre şehri sanki ayaklar altındaymış gibi görünüyordu. İçeriye girdiğinde her zamanki gibi sekreteri tarafından güler yüzle karşılandı.
- Bonjour mösyö Pierre.
- Bonjour madam Claries. Bana bir kahve getirir misiniz lütfen. Gazeteleri de unutmayın.
- Gazeteler masanızın üzerinde efendim. Kahvenizi de hemen getiriyorum.
- Fazla kalmayacağım Claries. Biraz acele edersen sevinirim. Arayan olursa burada yokum. Sadece bay Mond ararsa bağlarsın.
Gelenler, İrlanda Kurtuluş Örgütü elemanlarından Stive Mc Carty ve Daniel Benicktem adlı örgüt yetkilileriydi. Bu iki kişi, Pierre ile görüşüp anlaşma yapmak üzere İrlanda’dan gönderilmişlerdi. Ceplerinde sahte Amerikan pasaportları bulunan bu şahısların asıl kimliklerini bilen sadece Pierre’di. Anlaşma yapıldıktan sonra silahlar Le Havre limanında kuru yük bandıralı bir gemiye yerleştirilir, oradan Dublin’e gönderilirdi. Grand De Mecanice şirketinin bu satışları yapabilmesi için kurmuş olduğu bir gıda şirketi vardı ve bu şirketler arasında resmiyette hiçbir bağlantı yoktu. Görünürde Dublin’e gıda maddesi satılıyordu. Gıda sandıkları içerisine gizlenen silahlar hiçbir engelle karşılaşmadan ilgili yerlere ulaştırılıyordu. IRA’ya çok sayıda silah satışı yapılmasında onun inkar edilemez bir payı vardı. Bu satışlar asla resmi belgelere yansıtılmaz, hep gayri resmi yollardan halledilirdi. Şirket sadece IRA’ya değil bir çok yasadışı örgüte de silah satıyordu. Bunlar arasında PKK’ da vardı. Fakat IRA’nın yeri ayrıydı. Pierre’in bu örgüte karşı özel bir ilgisi vardı ve bu ilgi sebepsiz değildi. Babası, İrlanda Kurtuluş Örgütü’nün geçmişte bir çok önemli görevler üstlenmiş elemanlarından birisiydi. İngilizler tarafından aranan bu adam yakalanacağını anlayınca yıllar önce Fransa’ya kaçmış ve burada yerleşmişti. Fransız bir kadınla evlenmiş, bu evlilik sonucunda dünyaya gelen çocuklarına Pierre adını vermişlerdi. Babası Pierre’i bir İngiliz düşmanı olarak yetiştirmiş ve ona hayatını, mücadelesini bütün çıplaklığıyla anlatmıştı. İşte bu nedenledir ki Pierre, tam bir IRA hayranıydı. Elinden geldiğince bu örgüte silah satışı yapıyordu.
Stive ve Daniel önceden kararlaştırıldığı gibi randevu yerine gidip Pierre’i beklemeye başlamışlardı. Burası Le Havre limanı yakınlarında bir depoydu. Gelen İrlandalılarla dikkat çekmeyecek yerlerde görüşmeye çok dikkat ederdi Pierre. Kendisine görüşme talebi geldiğinde hemen kabul etmez, işin doğruluğunu onaylatır, tedbirini alır öyle işe koyulurdu. Son derece titiz bir insandı. Hele silah sevkıyatında daha da dikkatliydi. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünür, ihtimallere yer vermeyecek biçimde işlerini ayarlardı. Bu kez de öyle yapmıştı. IRA, kendisiyle bağlantıya geçtiğinde görüşmeye kimlerin gönderileceğini ve haklarında tüm bilgileri istemişti. Yıllardan beri IRA’yla sıkı ilişkiler içerisinde olmasına rağmen yine de tedbiri elden bırakmıyordu. Yapılacak olan bu son sevkıyat için kendisiyle görüşmeye gelecek olanların Stive Mc Carty ve Daniel Benicktem olduğunu teyit ettirmiş, bu kişilerin fiziki görünümleri dahil haklarında her türlü bilgiyi almıştı. Kendisine bilgileri veren Caneten adlı IRA’lıydı. Caneten ile yüz yüze birkaç kez görüşmüştü. Her defasında ondan bilgi alırdı.
Pierre, beş on dakika gecikmeyle de olsa buluşma yerine geldiğinde Stive ve Daniel depo yakınındaki birahanenin denize bakan açık bölümünde masada oturmuş bira içiyorlardı. Onları Caneten’ın verdiği bilgilerden tanımıştı. Biri uzun boylu öteki ise normal sayılırdı. Yanlarına giderek onları selamladı ve gülümseyerek;
-Beyler! Şaraplarımız dururken bira içmenize şaşırdım doğrusu, dedi.
-Bizler biradan hoşlanırız mösyö Pierre. Biliyorsunuz bizim de biramız meşhurdur.
Onlar da Pierre’i tanımışlardı. Pierre hakkında tüm bilgilere sahiptiler.
-Peki öyle olsun bakalım. Hoş geldiniz beyler.
-Hoş bulduk mösyö Pierre.
Masaya oturdu ve garsondan bir kadeh şarap getirmesini istedi. Aslında bu saatlerde pek içmezdi ama misafirlerini yalnız bırakmak olmazdı.
-Ada da durum nasıl? İngiliz dostlarımız iyidirler umarım!
-Canları cehenneme.
-Epeyce oldu sanırım. Tren istasyonundaki patlama olayından sonra uzun zamandır soluğunuz çıkmadı yanılmıyorsam. Bir yapılanma falan mı?
-Biliyorsunuz son zamanlarda üzerimize çok geldiler. ABD desteğini çekti bizden.
-Yıllardır her türlü yardımı esirgemeyen Washington, kendi kuyruğuna basılınca bir anda doğrucu Davut kesildi. Zor durumda kaldık mösyö Pierre. Bir çok arkadaşımız tutuklandı veya kaçmak zorunda kaldı. Orta doğudaki hadiseler her şeyi alt üst etti maalesef. İngilizler bizi, İspanyollar da ETA’yı saf dışı bırakmak için son zamanlarda yoğun bir diplomasi faaliyeti yürütüyorlar. ABD bizi sattı. Biliyorsunuz en çok desteği onlardan görüyorduk. Yardımlar kesilince beklemeye geçmek zorunda kaldık. ABD’ye güvenmekle en büyük hatayı yapmışız. Bir gün bizi yüz üstü bırakacağını tahmin etmeliydik.
- Haklısın dostum. ABD hepimizin tabağına kaşık uzattı. Onlar yüzünden bizim satışlarımızda da yarı yarıya azalma oldu. Biliyorsunuz Irak’ta en çok kazanan ülkelerin başında geliyorduk. Saddam’la çok sayıda anlaşmamız vardı. Yapmış olduğumuz silah satışının yarıya yakını belki de yarısı bu ülkeyeydi. Petrol şirketlerimiz büyük gelirler elde ediyordu Irak’ta. Ama görüyorsunuz ya bütün bunlar bir anda silinip gitti. Fransız ve Rus şirketler ülkeden bir bir kovuldular. Adamlar binlerce kilometre uzaktan gelerek çöreklendiler Bağdat’a. Biz elimiz kolumuz bağlı hiçbir şey yapamadık. Chirac ofladı pufladı ama nafile. Irak’ı inek sağar gibi sağıyorlar ve biz bunu sadece seyrediyoruz. Gerçi her geçen gün biraz daha batıyorlar Irak’ta. Bakalım bu işin sonu nereye varır, bekleyip göreceğiz. Her neyse beyler! Biz asıl işimize dönelim.
- Olur bay Pierre.
- Neler istiyorsunuz bu sefer? Yoksa her zamanki gibi mi?
- Her zamanki gibi. Patlayıcı, makineli tüfek, el bombası…
- Miktar aynı mı?
- Evet.
- Sizinle ilk alışverişimiz olacak bu. Daha önce gelen arkadaşlar neden gelmediler?
- Caneten böyle istedi sanırım.
- Evet Caneten! Unuttuk onu. Nasıl iyi mi?
- Fena sayılmaz. Malları sağ salim götürürsek çok daha iyi olacağından eminim.
- Bu güne kadar bir pürüz çıkmadı bay Daniel. İşimizi sağlama alırsak bundan sonra da çıkacağını sanmıyorum. Ama yine de çok dikkatli olmamız lazım değil mi? Her neyse mallar hazır oluncaya kadar ne yapmayı düşünüyorsunuz?
- Ne kadar zamanda hazır olur?
- Fazla sürmez. Üç gün sonra Le Havre’den yük gemisi kalkacak. Dublin’e buğday ve mısır gönderiyoruz. Mallar o gemiye yüklenecek. Sizi burada misafir edebiliriz. Ama fazla ayak altında dolaşmanız doğru değil, ne olur ne olmaz.
- Peki mösyö Pierre, nasıl isterseniz. Ödemeyi de o gün yaparız öyleyse. Sizce de uygunsa tabii.
- Elbette, neden olmasın. Yine burada buluşuruz. Yakındaki depoda bir ofis var oraya geçer işimizi orada hallederiz.
Daniel ve Stive, Pierre’in teklifinin aksine bir otelde kalmak istediklerini, bir kaç gün eğlenmeği düşündüklerini açıklamışlar bunun üzerine Pierre’de ısrarcı olmamıştı. Üç gün sonra kararlaştırdıkları yerde buluşmak üzere ayrıldılar.
Le Havre limanı güneşin son ışıklarıyla birlikte kızıl bir renge büründüğünde kuru yük gemisinde de son hazırlıklar yapılıyordu. Büyük sandıklar birer birer gemiye yüklenirken bunların içerisinde insanları katletmek üzere gizlenen binlerce silahın olduğunu bilen çok az sayıda insan vardı. Bunlardan birisi de Bay Le Mond’tu. Şirketin sahibi olan Le Mond siyasi güce ve parasal sermayeye sahip bir patrondu. Bir çok devlet başkanını yakından tanırdı. Ülkesini ziyaret eden liderlere ve politikacılara, ürettiği tabancalardan hediye eder, böylece onlarla yakın ilişkiler kurmayı başarırdı. Yurt dışında da yatırımlar yapan bu adam Ermeni asıllı bir Fransız’dı.
Grand De Mecanic’in patronu olan Bay Mond, o saatlerde evinde karısıyla güzel bir akşam yemeği için hazırlık yapıyordu. Bu gün onun en mutlu günlerinden biriydi. Tam 56 yılı geride bırakmış 57. doğum gününü kutlamaya hazırlanıyordu. Bay Mond’un babası Fransa’ya Suriye’den giden bir göçmendi. 1928 yılında Fransa’ya gelen Solomon Terziyan tecrit senesi Türkiye’den Suriye’ye göç eden bir Ermeni’ydi. On üç yıl Suriye’de kaldıktan sonra Fransa’ya gelerek burada yerleşmişti. Türkiye’deyken ticaretle uğraşan Solomon oldukça zengin sayılırdı. Yanında götürdüğü parayla kısa sürede küçük çaplı bir silah üretim atölyesi kurmuş, yıllar sonra ise bu atölye büyük bir fabrikaya dönüşmüştü. Ölümünden sonra bütün serveti tek çocuğu olan Mond’a kalmıştı. İşte bu gün Bay Mond’un doğum günüydü ve bu özel günü sade bir ortamda eşiyle birlikte evinde kutlamak istemişti. Bayan Mond, eşi pastayı keserken ellerini birbirine vurarak “İyi ki doğdun Robert, İyi ki doğdun Robert” diye tempo tuttu. 57 yaşındaki Robert Le Mond küçük bir çocuk gibi neşeliydi. Karısını kucakladı ve onu iki kaşının arasından öptü. Karısı da onu tebrik etti ve “Nice yıllara kocacığım” dedi. Kocasının ağzına doğum günü pastasından bir dilim koydu ve “Hadi koca bebek ye bakalım şunu” diyerek onu güldürmeyi başardı. Mutluluklarına diyecek yoktu. Kadehlerine koydukları şampanyalarını yudumlamak üzere ağızlarına götürdükleri sırada telefonun zamansız çalan zili bu güzel anın bir anda bozulmasına neden oldu. Robert telefona yöneldiğinde “Şimdi sırası mıydı” diye mırıldandı. Karısı “Açma hayatım, bu güzel anı hiçbir şeyin mahvetmesine izin verme” dedi. Aslında karısı haklıydı. İnsan böylesine muhteşem bir akşamı bütün güzelliğiyle yaşamalıydı. Ama sebebini kendisinin de anlayamadığı bir refleksle ahizeyi kaldırdı.
-Alo!
-Efendim ben Pierre, rahatsız ettim özür dilerim.
-Ooo Pierre sen miydin? Ben de bir an tereddüt ettim telefonu açıp açmamaya. Eşim Marta ile doğum günümü kutluyoruz. Biliyorsun o sadeliği sever. Baş başa kutlamak istedik. Umarım alınmazsın bize. Mesele neydi Pierre?
-Efendim biliyorsunuz bu gece Dublin’e mal gönderiyoruz.
-Evet bir sorun mu var?
-Efendim özür dilerim ama gelmeniz gerekiyor. Çok önemli bir sorunumuz var. Bir an önce gelirseniz iyi olacak. Kapatmak zorundayım Bay Mond. Lütfen acele edin.
-Telefon kapanmıştı. Karısı telefondakinin kim olduğunu merak ediyordu. “Kim” der gibi kocasına işaret etti.
-Pierre.
-Ne istiyor bu saatte?
-Bilmiyorum sesi bir tuhaftı, beni çağırıyor.
-Böyle bir günde mi? Acelesi neymiş ki. Gitme boş ver. Her neyse Pierre halletsin.
-Olmaz. Sorun her neyse önemli olmalı. Yoksa Pierre beni gereksiz yere asla rahatsız etmezdi. İçime bir kurt düştü şimdi Marta.
Karısının bütün ısrarlarına rağmen gitmekte kararlı gözüküyordu. Arabasının anahtarlarını alıp bahçeye çıktı. Şoförüne ve korumasına bu gün için izin vermişti. Çünkü böylesine özel bir günde onlara ihtiyacı olmazdı. Bir an pişmanlık duydu yaptığından ama böyle olacağını nerden bilebilirdi. Pierre çağırdığına göre gerçekten de çok önemli bir durum olmalıydı. En güvendiği, takdir ettiği elemanı oydu. O, bu saatte çağırıyor ve önemli diyorsa bunun tartışması dahi olmazdı. Bu güne kadar hiçbir yanlışını görmüş değildi. Daha fazla beklemenin anlamsız olduğunu düşünerek çağrıldığı yere gitmek için arabasına bindi ve yola koyuldu. Ev ile liman arasında on-onbeş kilometrelik bir mesafe vardı.
Limandaki depolardan birine ait olan çalışma ofisinde Pierre ve iki İrlandalı heyecanlı bir bekleyiş içerisindeydi. Depo kuru gıda maddeleriyle doluydu. Bu ofis denize sıfır konumda bulunuyordu. Penceresi Manş Denizine bakan ofis, deponun en alt katındaydı ve sanki herhangi bir tehlike anında kolayca sıvışmak için tasarlanmış bir yeri andırıyordu. Bay Mond depoya geldiğinde işçiler de son sandıkları yüklüyorlardı. Bir süre onları izledi. Sonra Pierre’in, kendini çağırmış olduğu yere doğru yürümeye başladı. İşçilerin çalıştığı bölüm ile ofis arasındaki bölümde yüzlerce sandık sıra sıra ve üst üste dizilmişti. Aralarından geçerken sanki bir labirent içinde yürüyormuş hissine kapılırdı insan. Ama Bay Mond buraya yabancı değildi ve zorlanmadan ofisin önüne kadar gelip durakladı. Etrafta kimsecikler görünmüyordu. Zaten burası işçilerin girmesinin yasak olduğu bölümlerden birisiydi. Kapıyı usulca araladı ve başını içeriye uzattı.
- Pierre! Pierre!
Ofis iki bölümden oluşuyordu. Pierre içerdeki bölümde olmalıydı. Bu saatte kendisini buraya çağıran Pierre’e istemeyerek de olsa kızmaya başladı. “Böyle bir günde insan rahatsız edilir mi? Seni sevmesem burada bu saatte ne işim var benim Pierre? Ah Pierre ah!” diye söylendi. İçerdeki bölümün kapısına doğru yöneldiği sırada girdiği kapının kapanma sesini duydu ve irkilerek geriye döndü. Göğsüne silah dayayan bu kişiyi daha önce hiç görmemişti. “ Bu da ne demek oluyor? Benim mekanımda hem de.” diye kendinden emin ve yüksek bir ses tonuyla karşısındaki adama bağırdı.
- Kes sesini be, gir içeri. Görürsün ne olduğunu birazdan, diyerek Bay Mond’u arkasından hızla itip içeriye sürükledi. İçerde Pierre ve yanında da yine yabancı biri vardı.
- Ne oluyor burada Pierre? Bu adamlar da kim?
- Özür dilerim efendim. Sizi çağırmaya mecbur kaldım. Tehdit ettiler beni.
Uzun boylu olanı söze karışarak “ Üzgünüm beyler, sohbetinizi bölmek istemezdik ama işimiz acele. Hadi şişko yürü bakalım” diyerek Bay Mond’u Pierre’in yanına doğru itekledi. Pierre bir sandalyeye oturmuş, elleri arkadan sandalyeye bağlanmıştı. İkinci bir sandalyeye de Bay Mond’u oturttular ve onun ellerini de aynı şekilde bağladılar. Adamlardan biri Bay Mond’a dönerek;
-Eyfel Kulesinde kahkahalar attığın zaman hiç böyle görünmüyordun Bay Mond. O zaman ağzın kulaklarına varıyordu değil mi? Oldukça keyifliydin. Oysa şimdi hiç öyle görünmüyorsun. O silah sattığın köpekler seni bu halde görseler acaba acırlar mı merak ediyorum. Ama hiç sanmıyorum Bay Mond. Çünkü onların size ihtiyacı yok artık. Her türlü desteği aldıkları bir jandarmaları var onların. Hiç düşündün mü Bay Mond? Bir gün bunların hesabını verebileceğin hiç aklına geldi mi? Eminim o da gelmemiştir aklına. Aslında seni böyle özel bir günde rahatsız etmek istemezdik bay Mond. İnan hiç istemezdik. Ama şartlar böyle gelişti ne yapalım. Biliyorum içinizden bize büyük bir öfke duyuyorsunuz, “Şunlara günlerini gösterebilsem” diyorsunuz. Görüyorsunuz ya Bay Robert, böyle bir şansınız yok. Eee gün olur devran döner derler. Artık devran döndü çakal herif. Nice insan senin ürettiğin silahlarla öldürüldü ve doğum günlerini yaşamak bir daha nasip olmadı biliyor musun? Hem de gencecik yaşlarda. Kanına girdiğin yüzlerce belki binlerce insanın günahını çekme zamanı geldi. Söylemek istediğin bir şey var mı?
- Kimsiniz siz? Benden ne istiyorsunuz? Söylediklerinizden hiçbir şey anlamadım.
- Kim olduğumuzu merak ediyor musun gerçekten? Öğrenip de ne yapacaksın? Ama madem merak ediyorsun sana bir ipucu vereyim bari. Biz, bir zamanlar emniyet içerisinde yüzyıllar boyunca yaşayıp ta en ufak bir haksızlığa, zulme, baskıya maruz kalmadan meşru ölçülerce her türlü işinizi yaptığınız, devlet kademelerinde en yüksek makamlara dahi geldiğiniz fakat şu Fransız ve İngiliz’lerin kandırmasıyla, kışkırtmasıyla ihanet ettiğiniz, çeteler kurarak çoluk çocuk, genç yaşlı demeden hunharca katlettiğiniz sonra da kalkıp, bize soykırım yaptılar, bizi katlettiler, topraklarımızdan sürüp çıkardılar diyerek dünyayı ayağa kaldırmaya çalışıp zor durumda bırakmak istediğiniz ülke var ya! İşte biz o ülkenin hademeleriyiz hayvan herif. Nasıl, şimdi kim olduğumuzu anladın mı? Anladın değil mi? Eh o kadar da aptal değilsindir herhalde.
Konuşulanları büyük bir dikkatle dinleyen Pierre neredeyse şaşkınlıktan dilini yutmuştu. O da anlamıştı durumun vahametini. Bu tuzağa nasıl düştüklerine hala inanamıyordu.Yıllarca IRA ile sıkı ilişkiler içinde olmuşlar, onlara çok sayıda silah satmışlar, ama hiçbirinde pürüz yaşanmamıştı. Bu defa durum çok farklıydı. Kendilerini IRA elemanı diye tanıtanlar maalesef Türk ajanları çıkmıştı. Ama bunu nerden bilebilirdi ki. IRA dan tanıdığı Caneten, kendisiyle telefonda görüşmüş ve göndereceği adamların ismini ve özelliklerini ayrıntılı olarak vermişti. Peki bu bilgileri aldığı kişi Caneten değilse kimdi? Telefondaki ses Caneten’dan başkasına ait olamazdı. Çünkü onun sesini nerede ve ne zaman duysa tanırdı. Besbelli bu işin içinde bir iş vardı ama ne olduğunu henüz çözememişti. Bay Mond korku ve öfkeden titriyordu. Korku ve sinir karışımı bakışlarını Pierre’in üzerine dikti ve yan yan bakmaya başladı.
-Bu ne demek oluyor Pierre? Bu saçmalığı derhal açıklamanı istiyorum.
-Üzgünüm efendim!
-Ne demek üzgünüm. Hani IRA’dandılar?
-Bilmiyorum. Öyleydiler.
-Ne demek öyleydiler Pierre? Şu halimize bak, düştüğümüz duruma bak.
Pierre susmayı tercih etti. Bay Mond sonuna kadar haklıydı. Böyle bir duruma düşmelerine sebep olan Pierre’in ta kendisiydi. Türk ajanları kendilerine böyle bir tertip kurmuşlar ve kendileri de bu oyuna aldanmışlardı. Kendisini Caneten diye arayan kişinin Tahsin’in ekibinden bir uzman olduğunu hiçbir zaman bilemeyecekti. Gerçek bir IRA militanı olan Caneten Philip Grosmen’ın ses kayıtları İnterpol’de görev yapan Türk ajanları tarafından Ankara’ya iletilmiş, Ankara’dan da İtalya’ya, Tahsin’lere gönderilmişti. Oldukça gelişmiş cihazlar sayesinde sesler üzerinde değişiklikler yapılması mümkün olduğundan Caneten’a ait ses kayıtları cihazlara kaydedilmiş ve Pierre arandığında onunla konuşan Cevat’ın sesi karşı tarafa sanki Caneten’ın ki gibi gitmişti. Pierre’in hatası yoktu aslında. Kim olsa böyle bir tuzağı aklına getiremezdi. Çünkü onu her defasında Caneten arardı ve bilgileri aktarırdı. Bu defa da öyle olmuştu. Bu yüzden yapacak bir şey yoktu. Nasıl faka basıldıklarını çözmeye çalışıyordu kafasında. Caneten ihanet etmiş olamazdı. Hem neden öyle bir şey yapsın ki? Caneten’ın Türklerle ne işi olabilirdi ki? Ama ses onun sesiydi, kendisiyle görüşen kişi ondan başkası olamazdı. Peki o kişi ya Caneten değildiyse, ya onun sesini taklit eden biri idiyse? İşte bunları geçirdi kafasından Pierre, ama net bir cevap oluşmadı kafasında. Suskunluğunu bozdu.
- Anlayamıyorum Bay Mond. Nasıl oldu, anlayamıyorum.
Dikkatle Fransız’ları süzmekte olan Tahsin, şirketin patronu Mond’a dönerek konuşmaya başladı.
- Sen ve senin gibi it soylarının bu dünyada yaşamaya hakları yok biliyor musun? Sizin yeriniz asla bu dünya değil. Hele senin gibi halen Anadolu’da gözü olan köpeklerin hiç değil. Aklınız sıra PKK’yı üzerimize salarak ülkemizi yıpratmak, zayıflatmak, halkımız arasında ikilik çıkartmak istiyorsunuz. Kolladığınız fırsatı bulunca da leşe konan akbabalar gibi üşüşeceksiniz öyle mi? Yakalanan teröristlerin içinde o kadar sünnetsiz çıktı ki, aralarında Ermeni olanlar çoğunluktaydı. Sizi anlamıyorum ben. Nasıl böyle bir sevdaya kapılırsınız? Kendinizi, olmayacak bir işe nasıl inandırırsınız?
- Sizin neden bahsettiğinizi halen anlamış değilim bayım.
Tahsin’in sinirleri yavaş yavaş gerilmeye başladı. Kendini tutamayarak patronun suratına öyle bir yumruk patlattı ki, sandalyeyle birlikte yere yuvarlanan Robert böyle bir hamleyi beklemiyordu. Oldukça sersemlemişti. Tahsin lafı daha fazla uzatmak istemedi.
- Bana bak Ermeni bozuntusu! Senin yedi sülaleni sayarım şimdi. Kim olduğunu bilmediğimizi mi sanıyorsun halâ. Ulan köpek! Sen bizimle alay mı ediyorsun ha! Sen karınla şampanya tokuştururken sizin sattığınız silahlarla nice ocaklara ateş düşürülüyor benim ülkemde. Bunun hesabının sorulacağını hiç aklınıza getirmediniz tabiî. Neden bu günü seçtik biliyor musun adi herif? Seni gebertmek için neden bu günü seçtik biliyor musun? Gerçi bilsen de pek bir şey fark etmez artık. Ama yine de söyleyeyim. 16 Nisan 1996 tarihi sana bir şey hatırlatıyor mu? İyi düşün belki hafızanda kırıntılar kalmış olabilir. Ama hatırlayacağını sanmıyorum. Çünkü senin gibi köpekler için böylesine tarihler sadece sıradandırlar. Ama biz unutmamışız bak. Unutmamız da mümkün değil. Biz şehit olan her yiğidi toprağa değil kalbimize gömdük. Kalbe gömülenler unutulmazlar. Eminim içinden; “Bu adam neler saçmalıyor” diyorsundur. Olsun de. Nasıl olsa son “de” lerin olacak bunlar. Bu tarihte tam dört askerimiz şehit olmuştu. İkisinin doğum günleriydi o gün. 16 Nisan… Tam 21 yaşına girmişlerdi. Ama doğum günlerini senin gibi zıkkım içerek ve mum ışığında karılarıyla sarmaş dolaş dans ederek değil, dağda it peşinde dolaşırken kutlamışlardı. Doğum günü hediyesi neydi onların biliyor musun? Birer mayın. Evet sadece birer mayın… Grand De Mecanice’e ait birer mayın… Belki herkes unuttu bunu ama biz unutmadık. Unutmamak için varız biz. İşte bu nedenle sizi bu çok özel gününüzde rahatsız etmek zorunda kaldık mösyö. Sizin gibi bir asilzadeye hiç öyle sade bir doğum günü kutlaması yakışır mı? El alem ne der sonra. Koskoca Robert Le Mond ve sade bir kutlama. Ben yakıştıramadım doğrusu. Ne dersin Necati, haksız mıyım?
Necati o ana kadar hiç konuşmamıştı. Konuşmayı fazla sevmezdi zaten. O, bir an önce işini halletmek isteyen tiplerdendi.
- Haklısın elbette. Ben de hiç yakışık bulmadım. Biz de olmasak kimse adamın doğum gününü hatırlamayacaktı ortak. Bak demek ki tek dostun bizmişiz Mond efendi. Sana öyle bir doğum günü partisi hazırladık ki görünce şaşıracaksın eminim.
Pierre, başlarına gelen belanın son bela olduğunu anlamakta gecikmemişti. Bu iki adamın şakalarının olmadığı kesindi. Kısık ve kibar bir dille yalvarmaya başladı.
- Lütfen beyler. Benim bu olaylarla ilgim yok. Ben sadece şirketin elemanlarından biriyim. Bana dokunmayın ne olur. Bir şey yapmayacaksınız değil mi? Bana dokunmayacaksınız değil mi? Yapmayacaksınız ha.Yapmayacaksınız biliyorum. Çünkü ben bunu hak etmedim. Ne olur beyler size yalvarıyorum. Bir karım ve iki çocuğum var. Onların suçu yok. Beni bırakın ne olur.
- Kapa çeneni korkak herif. Çocuk gibi ağlamayı da kes. Bak Bay Mond ne kadar cesur görünüyor. Ondan hiç mi bir şeyler öğrenmedin. Bir de en iyi adamı olacaksın. İnsan utanır biraz.
Bay Mond’un sesi soluğu kesilmişti. Kaderine razı bir halde başını önüne eğip beklemeye başladı. Neler düşündüğünü kendisinden başka kimse bilmiyordu.
Aylardan beri düşündükleri operasyon tam planladıkları gibi gitmiş her şey istedikleri gibi gerçekleşmişti. Bulundukları yer tam deniz kenarıydı. Tahsin telefonla birini arayarak parti düzenlediklerini ve kendisinin de hemen gelmesi gerektiğini söyledi. Aradan beş dakika geçmemişti ki bir tekne, bulundukları depoya yanaştı. Kapıyı açıp Pierre ve Mond’u dışarı çıkardılar. İkisinin de ağzını bağlamışlardı. Karanlık olduğu için onları kimsenin görmesine imkan yoktu. Zaten burası gözden uzak bir bölümdü. İşçilerin burayla işleri olmazdı hiç. Tekneyle gelen kişi Cevat’tı. İtalya’dan iki gün önce gelmiş ve operasyona katılmıştı. Daha önce Tahsin ve Necati’nin kiralamış olduğu tekneye gitmiş ve Tahsin’den gelecek haberi beklemeye başlamıştı. Operasyonun yapılacağı yeri bir gün öncesinden öğrenmiş olan Cevat, Tahsin’le Necati’yi görünce onlara takılmadan edemedi.
-Ooo maşallah maşallah! Partiye geç kaldım galiba.
-Sessiz ol Cevat. Şakanın sırası değil. Bir an önce uzaklaşalım buradan.
Tekne, geldiği yöne doğru hızla giderek gece karanlığında gözden kayboldu. Sabah gün ışırken omzuna dokunan bir el Tahsin’i uykudan uyandırmıştı.
-Hadi Tahsin bitirelim şu işi…
Günlerdir operasyon için hazırlık yapmış olan ve uykusuzluktan yorgun düşen Tahsin, gözlerini kımıldatır gibi oldu ve boğuk bir sesle
-Ne zaman sabah oldu Necati. Daha yeni yatmıştık.
-Kalk hadi kalk. Uykunun sırası değil şimdi.
Tekne sahile yakın bir mesafede demirlemişti. Burası en yakın yerleşim yerine seksen kilometre uzaklıkta dağlık bir bölgeydi. Ormanlık alanlarla kaplı olan bu yere niçin geldiklerini merak eden Pierre ve Bay Mond ürkek ve korku dolu gözlerle etrafı seyretmeye başladılar. Hareket eden tekne sahile kadar yanaşmıştı. Cevat hariç hepsi sahile çıktılar. Yürümekte zorlanan Mond ve Pierre oldukça meraklanmışlardı. Bu adamlar kendilerini öldürmek için bu kadar uzağa getirmiş olamazlardı. Bunu pekala depoda da yapabilirlerdi. Öyleyse burada ne işleri vardı? Dün geceden beri sesi soluğu kesilen Mond:
-Burası neresi? Bizi niçin buraya getirdiniz, dedi.
-Size bir şans vermek istiyoruz Bay Mond. Bunu değerlendirirseniz kurtulabilirsininiz. Bakın şu ilerdeki ağaçlığı görüyorsunuz değil mi?
-??
-İşte tek yapmanız gereken o ağaçlığa gitmek.
-Ne var orda? Niçin oraya kadar gitmeliyim?
-Soru sormak yok. Şansını değerlendirmek istiyorsan o ağaçların olduğu yere kadar gideceksin, hepsi bu. Oraya ulaşırsan kaç ve git.
Kendisiyle dalga geçildiğini zanneden Mond kekelemeye başladı. “Bu bir şaka mı?” dedi ve sonra yüzünde acı bir gülümseme görüldü. Bu adamlar ne yapmaya çalışıyordu. Bu nasıl bir oyundu böyle. Ama yapacak bir şey de yoktu Bay Mond için. Denileni yapacaktı. Başka çaresi yoktu. “Peki”, diyerek gösterilen yere doğru yürümeye başladı. Pierre ne olacağını belki de Mond’dan daha fazla merak ediyordu. Ağaçlık alan sahile yüz elli iki yüz metre kadardı. Bay Mond hem gidiyor hem dönüp dönüp arkasına bakıyordu. Elli metre kadar ilerlemişti ki kendini bir anda havaya fırlamış vaziyette buldu. Uzaktan onu seyreden Pierre tir tir titriyordu şimdi. Parçaları sağa sola dağılan Mond boş gözlerle gökyüzüne bakıyordu. Belki de bir şeyler görmüştü kim bilir.
-Ne oldu Pierre. Korkuyor musun?
-Lütfen. Yalvarırım size. Ne olur beni bağışlayın. Ben emir kuluyum. Patron olan oydu. Ben sadece onun emirlerine uygun hareket ettim.
-Kapa çeneni yürü.
Mond’un cesedi üç parçaya ayrılmıştı. Bir kolu ve bacağı gövdesinden beş metre uzakta kumların üzerinde duruyordu. Yanlarından ayrılmış olan Necati biraz sonra elinde bir kazma ve kürekle çıkageldi. Kazma ve küreği Pierre’in önüne bıraktı.
-En yakını olarak patronunu gömmek sana düşer. Al şunları da kazmaya başla.
-Yapmayın ne olur. Yalvarırım yapmayın.
-Biraz daha konuşursan dilini keserim senin, dedi Necati.
Pierre kazmayı alarak toprağı kazmaya başladı. Direnmenin anlamı yoktu. Yumuşak toprağı kazmak fazla uzun sürmedi. Patronunun parçalarını toplayıp gövdesiyle birlikte kazdığı çukura bıraktı. Üzerini tekrar toprakla doldurdu ve umutsuz gözlerle Tahsin’lere baktı. Öleceğini anlamıştı. Elindeki küreği ani bir hareketle kaldırıp hızla Tahsin’in suratına indirdi. Tahsin’in yüzünden aşağı oluk gibi akan kan bir anda elbiselerini kızıla boyadı. Fakat en ufak bir acı hissetmiyordu nedense. Necati Pierre’in üzerine atılmış ve yere yatırmıştı. Yumruklarıyla adamın suratına paramparça edercesine vurmaya başladı. Bu arada Tahsin yere yığılıp kaldı. Biraz sonra Necati yanı başına gelip onu kaldırmaya çalıştı.
- Hadi Tahsin! Kalk.
Tahsin gözlerini açar gibi oldu.
-Bana ne oldu böyle. Sanki üzerimden kamyon geçmiş gibiyim.
-Çok uyudun. Günlerdir uykusuzsun.Yoruldun.
Mond ve Pierre’i tekneye alıp limandan uzaklaştıklarında üzerine bir ağırlık çökmüş, haftalardır uğraştıkları bu işin halledilmesinin verdiği gevşemeden olsa gerek uzandığı yerde uykuya dalmıştı. Sonra da rüyasında Pierre onun suratına öldürücü bir darbe indirmişti kürekle. Biraz doğruldu ve;
-Aslında böyle yapmak lazım bu köpeğe, diye hafifçe mırıldandı. Ne söylediğini anlayamayan Necati;
-Anlamadım Tahsin bana bir şey mi söyledin.
-Hayır hayır sana demedim. Tuhaf bir rüya gördüm de.
-Hayır ola. Sen pek rüya görmezdin.
-Şu köpeği mayınlı bir yerden geçiriyorduk.
-Eee.
-Esi o işte. Havaya uçtu, parçalara ayrıldı. Sonra diğerine mezar kazdırdık ve gömdürdük. Onu gömdükten sonra elindeki kürekle suratıma fena indirdi.
Necati bir iki kahkaha patlatarak: Vay vay vay. Demek ki seni de alt edebiliyorlarmış ha. Ya Tahsin kusura bakma vallahi çok gülesim geldi. Demek suratına küreği yedin? Desene sen de benim gibi konserve surata döndün. Hah hah ha.
Tahsin Necati’nin bu son sözünden sonra gülmeye başladı.
-Hem de ne konserve. Neyse gülmeği bırakalım da işimize bakalım artık. Ne yapıyorlar?
-Aşağıdalar, ne yapalım?
-Yaşattıkları acıları hatırlatın, sonrada bir daha acı yaşatamayacak hale getirin.
- Pierre’i de mi?
-Ne demek Pierre’i de mi? Onun ayrıcalığı mı var.
-Bilmem düşündüm ki.
-Ne düşündün Necati. Üretilen bir çok mayının tasarımını yapan o. Üstelik satışları da o yapıyor.
-Ama Tahsin, biz bunun için emir almadık. Bu adamın bize karşı bilinçli bir hareketi yok. O sadece bir eleman. İşini yapıyor. Mond denen o suratsız ne yapıyor? Sistemli bir şekilde örgüte silah aktarıyor. Amacı apaçık ortada. Ve cezasını da çekecek. Ama diğerini öldüremeyiz. Biz katil değiliz. O zaman yaşamayı hak eden kimse kalmaz ortalıkta. Haksız mıyım?
Necati haklıydı aslında. Yıllardan beri yaşanan olaylar Tahsin’i çok yıpratmıştı. Adeta birer avcı olmuşlardı. Av peşinde koşarken av durumuna düşmek içten bile değildi. Nitekim bir keresinde ölümden dönmüştü. Necati yetişmeseydi kafasına yiyeceği bir kurşunla öteki tarafı boylayacaktı.
Örgütün Avrupa finansörü olan Naci Karayün’ün peşinde oldukları günlerdi. Bu adam PKK’nın kontrolü altındaki Kürt işadamları derneğine milyonlarca Avro aktaran bir kişiydi. Köln’de yaşayan Karayün, hedeflerden birisiydi. Adam hakkında her türlü bilgiden haberdardılar. Karayün, Ziya Gümüş’e villa ve mercedes araba tahsis eden finansördü. Bir aralar Türkiye’den giden, polis ve istihbarat yetkililerinden oluşan sekiz kişilik bir heyet tarafından Fransız makamlarından alınan özel izin ile sorgulanmış ve "Ziya Gümüş çocukluk arkadaşım. Geçmişte bana çok iyilikleri olmuştu. Ben de karşılığını verdim" demişti. Gerçektende çocukluk arkadaşı mıydı değil miydi bilinmez fakat bilinen bir şey vardı ki o da bu herifin örgüte büyük destek sağladığıydı. Naci Karayün düzenli spor yapan bir adamdı. Her gün belli saatlerde koşu yapardı. Yanında mutlaka bir iki koruma bulunurdu. Koşu parkuru, büyük bir park olan İmparator Wilhelm’deydi. Bu park sık ağaçlıklarla kaplı bir koruydu aynı zamanda. Çocuk oyun alanları, piknik yerleri, yürüyüş ve koşu parkurları, fıskiyeli havuzlar ve açık tiyatro sahneleri parka apayrı bir güzellik katıyordu. Günün belli saatlerinde özellikle hafta sonları çok kalabalık olan parkın bir özelliği de dünyadaki ünlü birkaç binanın maketlerinin bulunmasıydı. Fakat pazartesi günleri sadece işçiler ve spor yapan birkaç kişi dışında kimsecikler uğramazdı buraya. Günler öncesinden Almanya’ya gelerek Naci Karayün’ü takibe alan Tahsin, tüm planı en ince ayrıntısına kadar yapmış Cevat’ı arayarak gelmesini istemişti. Cevat iyi bir bomba uzmanıydı. Plan gereği hazırlayacakları bombayı bir gün önceden parktaki koşu parkurunda uygun bir yere yerleştirecekler, Naci Karayün koşuya başladığında yanından geçerken uzaktan kumanda ile patlatacaklardı. Bu iş oldukça kolay olacaktı, çünkü parkurun bir kısmı koruluğun içerisinden geçiyordu. Gözden uzak ve tenha olan bu yere bomba yerleştirmek zor olmasa gerekti. Üç hafta boyunca parkta gözlem yapan Tahsin hangi saatte nerede ne olup bittiğini en ince detayına kadar not etmişti. Bombayı yerleştirecekleri yeri de belirlemişti. İki tarafında da beş altı metre yüksekliğinde iki tepe bulunan bu dar boğaz en uygun yerdi. Yaklaşık kırk metre uzunluğa sahip olan bu bölümün bir özelliği de koşucuların durup dinlenmesi için dizayn edilmiş olmasıydı. Kondisyon aletlerinin de bulunduğu bu bölümde her defasında durup çalışmıştı Naci Karayün. Şansları yaver gider de orada tek başına yakalarlarsa örgütün önemli finansörlerinden biri son sporunu yapmış olacaktı.
İtalya’dan gelen Cevat otele yerleşti. Plana göre bombayı hazır ettiği günün ertesi günü parka gidecek ve koşacaktı. Tahsin’de o gün orada hazır bulunacaktı ve koşu esnasında bombanın yerleştirileceği yeri kendisine gösterecekti. Otele yerleştiği günün ertesi günü oldukça sakin bir cafede erken sayılabilecek bir saatte Tahsin’le buluştular. Sırtları birbirine dönük olarak farklı masalarda oturmuşlardı. Cafede bir iki gencin dışında kimseler yoktu. Onlar da biraz uzaktaydılar. Garson ise tezgahın başında hazırlık yapmaktaydı. Yani konuşulanları kimsenin duymasına imkan yoktu. Yine de çok hafif bir ses tonuyla:
-Paket hazır Tahsin.
-Tamam, yarın saat 15’de parkta buluşalım Cevat. Üzerimde lacivert eşofman ve bere, gözlerimde de koşu gözlüğü olacak. Sende başına bere tak. O saatler en sakin saatlerdir. Umarım kolay olur. Necati söylediğim yere gitti mi?
-Gidecekti. Ben geldiğim gün o da çıkmış olmalı.
Tahsin, Necati’ye bir yere gitmesini ve orada bir takım gözlemler yapmasını istemişti. Daha sonra Karayün işi bittikten bir iki hafta sonra bu dediği yerde buluşacaklarını söylemiş, hangi gün ve saatte orada olmaları gerektiği konusunda da sözleşmişlerdi.
Tahsin bunları söyledikten sonra kalkıp gitti. Cevat, gürültüsüz ve müşterisi pek fazla olmayan bu sessiz cafede bir süre daha oturdu. Elindeki gazetesini okuyup kahvesini bitirdikten sonra o da kalktı ve otelin yolunu tuttu. Bomba plastik patlayıcıdan yapılmıştı. Oldukça etkiliydi fakat çok fazla gürültü çıkartacak cinsten değildi. Alt tarafı bir kişi için kullanılacaktı.
Sabah saat yedi gibi parkın müdavimleri bir bir parkurdaki yerlerini almışlardı. Bunlardan birisi de Naci Karayün’dü. Bu saatlerde koşuya başlar, yaklaşık bir saatlik koşu ve kondisyon çalışmasının ardından her zaman gittiği cafede kahvaltısını yapar daha sonra evine dönerek günlük işlerini yapmaya koyulurdu. Üzerinde sarı yeşil bir eşofman vardı o gün. Tabii bir koruması da onu hiç yalnız bırakmıyordu. Parkurun kondisyon çalışması yapılan bölümüne geldiğinde durup biraz soluklandı. Peşinde onu takip eden kişinin varlığından habersiz çalışmasını tamamladı. Çok keyifliydi. Korumasına dönerek “Bir gün gelecek Diyarbakır’da da böyle özgürce koşacağız, ne dersin Şivan?” diyerek pis pis sırıttı. Koruması da aynı iğrençlikte mutabakat etti. “O zaman bana ihtiyacınız olmayacak ama efendim. Kendime yeni bir iş aramam gerekecek” diyen korumasının bu sözleri karşısında kahkahayı patlattı. Domuzlar gibi ses çıkararak gülen bu iki kişinin kahkahaları, peşlerinde koşan Tahsin’in beynine sanki balyoz gibi iniyordu. Yanlarından hızla geçerken “Gülün bakalım gülün. Bu son gülmenizdir umarım” dedi içinden. Yanlarından bir hışımla geçen bu adamın, ertesi gün başlarına gelecek olanların sorumlusu olacağını bilselerdi acaba ne yaparlardı?
Öğleden sonra 15:00 civarlarında İmparator Wilhelm parkı günün en sakin saatlerini yaşıyordu. Koşu yolundaki kondisyon yerinde iki kişi büyük bir gayretle çalışıyorlardı. Yaklaşık onbeş dakika sonra çalışmalarını bitirip oradan ayrıldılar. Ertesi gün parkın en sakin günlerinden biriydi. Naci Karayün hiç taviz vermediği sporunu yapmak üzere parktaki yerini almıştı. Uzaktan onları gözetleyen birilerinin olduğunu fark etmeden koşmaya başladı. Bir saat sürecek olan çalışmasına yine keyifli başlamış olmalıydı. Yirmi dakikalık koşunun ardından fizik kondisyon yapacağı yere geldi. Önce derin derin nefes alıp verdi. Ellerini havaya kaldırıp yere indirerek değişik hareketler yapıyordu. Yakınlarda bulunan bir otelin penceresinden bu adamın ne yaptığını izleyen Cevat, istediği anın gelmesini büyük bir sabırla bekliyordu. Burada dört ayrı kondisyon aleti vardı. Karayün bunların her biriyle çalışıyordu. Üç aletle çalışmış ve dördüncüye yönelmişti. Bir eliyle dürbünü tutan Cevat’ın diğer eli bir düğme üzerindeydi ve her an basacakmış gibi duruyordu. “İşte beklediğim an” diyerek düğmeye dokunacağı sırada iki genç kızın çalışma alanına doğru koşarak ilerlediklerini görünce “Kahretsin sırası mıydı şimdi. Biraz daha geç gelseydiniz olmaz mıydı be” diyerek dişlerini sıktı. Kızlar gelip biraz soluk aldılar. Cevat, uzaktan büyük bir merakla olanları izlemekteydi. Meraktaki kişi sadece Cevat değildi. Tahsin’de kendisine uygun bir konum seçmiş, olacakları büyük bir dikkatle takip ediyordu. Kızlar bir müddet orada kaldılar. Birbirleriyle konuştukları belliydi. Bu arada Naci, kızlara yaklaşarak onlarla bir şeyler konuşmaya başladı. Ne söylediyse kızlar pek hoşlanmamış olacaklar ki birisi Naci’yı eliyle itti ve koşarak oradan uzaklaştılar. Dürbünden gözlerini ayırmayan Cevat, “Şimdi sonun geldi işte çakal herif. Yazık ki adını Naci koymuşlar. Ben seni öyle bir yere gönderiyorum ki orada senin gibi şeytanlardan çok var. Canın cehenneme” diyerek düğmeye dokundu. İmparator Wilhelm parkında kuşlar bir anda kanatlanıp sağa sola uçuşmaya, göletlerde suya dalıp çıkarak keyif yapmakta olan değişik renk ve sevimlilikteki ördekler hızlı hızlı vakvaklamaya başladılar. Patlamayı duyanlar büyük bir merakla sesin geldiği yöne doğru baktılar. Park görevlileri o tarafa doğru hızla koşmaya başladıklarında, kulaklara uzaklarda çalan siren sesleri gelmeye başladı. Kondisyon aletlerinden birisinin borusuna yerleştirilen pinpon topu büyüklüğündeki bomba küçük olmasına rağmen büyük bir iş görmüştü. Koruması ağır yaralanan Naci Karayün için durum farklıydı. Karnı parçalanmış, bağırsakları dışarı sarkmıştı. Yüzünün yarısı yoktu…
Bu olaydan iki hafta sonra Paris’in eski mahallelerinden birinde üç katlı bir binanın ışıkları yandığında saat gece yarısını biraz geçmişti. Işıkları yakan kişi uyku tutmadığı için kalkıp buzdolabının kapağına sıralamış olduğu biralardan birini alıp usulca koltuğuna yaslandı. Derin düşünceler içerisinde olduğu gözlerinin dalıp gitmesinden belliydi. Uzun süredir kendisini tedirgin eden durumdan dolayı huzuru kalmamıştı. Peşinde sadece polisin olmadığını, kim veya kimler olduğunu bilmediği birilerinin de olduğunu biliyordu. Koltuğunda otururken birden aklına ne geldiyse hızla fırladığı gibi lambayı kapattı. “Salak gibi lambayı yaktım, aptal kafam”, diye kendine kızdı. Pencerenin önüne gelip perdeyi hafifçe aralayarak bir müddet dışarıyı seyretti. Bir iki şarapçı dışında ortalıkta kimselerin görünmüyor olması onu biraz olsun rahatlatmış olmalıydı. Koltuğuna geri dönüp şişeyi kafasına dikledi ve başı tavana bakar vaziyette yine düşüncelere daldı. Faaliyetlerini rahatça gerçekleştirdikleri dönemlerde çok rahat hareket etmiş, ağzına geleni söylemişti. Şimdi ise ölümün soğuk nefesini adeta ensesinde hissediyordu. “Ülkeyi terk edip gitmem lazım. Burada her gün öleceğime gider bir kere ölürüm daha iyi”, diye geçirdi aklından. Fakat bunun zorluğunun farkındaydı, çünkü ülke dışına çıkışı yasaklanmıştı. Sadece Fransız polisi değil İnterpol tarafından da aranıyordu. Çok sayıda cinayet işlemiş, bir o kadar yasadışı işlere bulaşmıştı. Adam kaçırma, gasp, cinayet, şantaj gibi suçlar sicilini oldukça kabarık bir hale getirmişti. Ne yapması gerektiği konusunda bir türlü karar veremiyordu. Böyle fare gibi saklanmaktan usanmış, sinirleri bir hayli yıpranmıştı. Kaç gündür gözüne uyku girmiyordu. Günlerdir evden dışarıya adımını atmamış, adeta kendini eve hapsetmişti. Burada onu kimsenin bulamayacağını, çok emin bir yerde olduğunu düşünüyor bu düşüncelere kendisi de inanıyor yada inanmak istiyordu. Yorgunluk ve uykusuzluğun verdiği ağırlığa daha fazla dayanamayıp kanepenin üzerine uzandığında tabancasını başucuna koymayı da ihmal etmedi. Ev, fakir insanların bulunduğu bir sokakta yer alıyordu ve arka tarafında bir garaj ile malzeme deposu vardı. Vakit epey ilerlemiş, sızıp kalan sarhoşlar ve çöpleri karıştıran kediler dışında sokakta canlılık alameti kalmamıştı.
Yüz metre uzakta yolun solunda park etmiş arabanın kapısı açılıp içinden yakaları yukarı kaldırılmış siyah renk palto giyinen ve başında da yine siyah bir şapka olan birisi indi. Bulunduğu yerde sağa sola hafifçe dönerek çevreyi inceledi. Ağzındaki sigarayı son bir defa daha çekip yere attı ve ayağıyla üzerine basarak bir iki defa çevirdi. Gözlerini bir noktaya dikerek ağzındaki dumanı boşluğa bıraktığında burnunu da hafiften çekti ve yürümeye başladı. Evi çevreleyen iki metre yüksekliğindeki beton duvarı aşıp bahçeye atladığında ağaçların kuruyan dallarının çıkardığı kırılma sesi onu biraz tedirgin etti. Ağaçlardan birinin arkasına saklanıp eve doğru dikkatlice baktı. Her şey normal görünüyordu. Evin bodrum katının pencerelerinden birinin yanına gelip çömeldi. Tahmin ettiği gibi pencere kapalıydı ama bunun önemi yoktu. Paltosunun cebinden çıkardığı bir aleti çama yapıştırdı ve bu küçük aletin kolunu çevirmeye başladı. Kesilen camdan elini sokarak pencerenin kolunu çevirdi ve usulca içeriye süzüldü. Boş kartonların ve kömür torbalarının arasından ses çıkarmamaya çalışarak yavaşça ilerleyip merdivenlere yöneldi. Belinden silahını da çekmişti. Diğer elinde bulunan ve sadece önünü görecek kadar ışık saçan küçücük lambanın pilleri zayıflamış olacak ki ışığı iyice azalmıştı. Nerdeyse önünü de göremiyordu. Adımlarını daha yavaş ve dikkatli atmaya başladığında can havliyle boğazı yırtılırcasına bağıran kedinin sesinden öylesine ürperdi ki dengesini kaybedip merdivenden aşağı yuvarlandı. Boş kartonların üzerine düşmesi belki de bir yerini kırmasına engel olmuştu. Çok cılız yanan küçük lambanın ışığını bodrumun duvarlarında dolaştırmaya başladığında tek gördüğü şey kuyruğuna bastığı kedinin parlayan gözleri oldu. “Kahretsin! Bütün aksilikler bir arada bugün”, diyerek düştüğü yerden doğruldu ve merdiven basamaklarını birer birer tırmanmaya başladı. Bir taraftan da, “İnşallah sesleri duymamıştır”, diye ümit ediyordu. Bodrum kapısını açıp dar ve biraz uzunca holden geçerek üst katın merdivenlerini aramaya başladı. Sokak lambalarının içeriye sızan ışıkları elindeki küçük lambaya gerek bırakmamıştı artık. Lambayı cebine koyarak çok ağır adımlarla üst kata çıkmaya başladı. Adam üçüncü katta kalıyordu. Oraya ulaşması için bir kat daha çıkması gerekiyordu. Adeta parmakları ucuna basarak yürüyor en ufak bir ses çıkarmamaya çalışıyordu. Son katın ilk basamağına adımını atmıştı ki ensesine soğuk bir nesnenin dokunduğunu fark etti.
- Kımıldarsan hiç tereddüt etmem. Yavaşça yere çök ve silahını yere bırak. En ufak bir yanlış yapmaya kalkışma. Çök dedim!
Ensesine dayanan silahın soğukluğunu ilk defa hissediyordu. Daha önce hiç böyle bir durumla karşılaşmamıştı. Aniden geriye dönüp adamın silah tutan eline yapışmak ve onu etkisiz hale getirmek istedi ancak buna cesaret edemedi. Zira en ufak bir hatada beynine kurşunu yerdi. Bir dizinin üzerine çömelerek silahı yavaşça yere bıraktı ve ellerini başının arkasından kenetleyerek öylece kaldı.
- Yere uzan, ellerini sakın açayım deme kafana sıkarım.
- Gerçekten de sıkarsın Nazım. Sana inanırım bu konuda. Çünkü sen alışıksın böyle şeylere, diyerek Nazım’ın elindeki silahı alan Necati, Tahsin’i muhtemel bir ölümden kurtarmıştı.
Günlerdir tedirgin yaşayan Nazım Ergin bodrum kattaki gürültüyü duymuş, ters giden bir şeyler olduğunu sezmiş, silahına yapıştığı gibi hemen bir alt kata inerek beklemeye başlamıştı. Merdivenlerden yukarıya çıkan Tahsin’in başına silah dayamış ve onu yere yatırmıştı. Susturucu takılı silahı ateşlemesi içten bile değildi. Arabanın içinde beklemekten sıkılan Necati’nin içine sanki kötü bir şeyler olacağı doğmuş, dayanamayıp eve girmişti. Üst kattan gelen konuşma seslerini duyunca da Tahsin’in zor durumda olduğunu anlamıştı. Seri fakat sessiz adımlarla yukarı fırlamış Nazım’ın ensesine silahı dayamıştı. Neye uğradığını şaşıran Nazım hiç itirazsız Necati’nin dediğini yapmış ve yüzükoyun yere yapışmıştı.
-Yaa Nazım! Görüyorsun ya sende, işler bazen maalesef ters gidiyor. Bu kez senin açından ters gittiyse buna şaşırmamak lazım Nazım. Ama sen hakkaten salağın tekiymişsin. Bu evin nesine güvendin de sığındın. Kalk bakalım çakal herif. Seninle işimiz uzun. İş uzun olunca konuşma da uzun olmalı ne dersin? diyerek Nazım’ı yerden yavaşça kaldıran Necati onu bodrum kattaki kömür çuvallarının ve boş kutuların olduğu bölüme doğru indirmeye başladı. Bu arada Tahsin’de üzerindeki şaşkınlığı atmış onların peşinden aşağıya iniyordu. Bodrum kapısına gelince durdular ve aşağısı karanlık olduğundan hemen girmeyip biraz beklediler. Tahsin, Nazım’a evde el feneri veya mum olup olmadığını sordu. “Mutfakta buzdolabının kapağında olacak”, diye cevap verdi Nazım. Hayret! Nedendir bilinmez ama oldukça soğukkanlı görünüyordu. Kim olsa böylesine bir durumla karşılaştığında tedirgin olur, korkardı ve bunu her halinden belli ederdi. Ama Nazım’da en ufak bir korku belirtisi görünmüyordu.Uzun zamandır yaşadığı stres bitmişti belki. Hani insan bilmediği bir şeyi çok merak eder, ona bir an önce ulaşmayı ister fakat istediğini elde ettiğinde de bu hevesi, heyecanı söner ya, işte Nazım’ın ki de böyle bir şey olsa gerekti. Bu durum hem Necati hem de Tahsin’in dikkatinden kaçmamıştı. Birbirlerine bakarak ima yoluyla bunu belli ettiler. Tahsin Necati’ye daha uzun baktı ve yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi. Elini Necati’nin omzuna bir iki vurarak
-Sağ ol Necati. Hayatımı kurtardın. Sana bir can borcum oldu şimdi.
-Sana canım kurban kardeş, lafı mı olur. Ölüm bir gün kapımızı çalacak şüphesiz, amma bu itin elinden ölmek adama koyar be kardeş. Neyse, demek ki alacak nefesin varmış daha. Aldırma, boş ver. Yeter ki senden alacağım olsun.
Mumlardan birisini yakarak bodruma indiler. Açılan kapıdan biraz önce kuyruğuna basılan ve acı acı miyavlayan siyah kedi fırlayıp dışarıya çıktı. Saat gecenin üçü olmuştu. Paris’in bu tenha ve loş sokağında gecenin bile kendinden haberi yoktu artık.
-Hava soğudu sanki Tahsin. Şu kalorifer kazanını yaksak mı ki?
-İyi olur aslında. Fena bir fikir değil Necati. Yalnız birazdan çıkıp gideceğiz. Kömürlere yazık olmasın.
-Haklısın. Bak ben bunu düşünememiştim. O zaman şu kartonları yakalım da biraz ısınalım olmaz mı?
-Onlarda hemen geçer be Necati. Hem israf haramdır. Lüzumsuz bir şey olsun bari.
Birbirlerine bakarak içten içe güldüler. Göz ucuyla da Nazım’ı süzüyorlardı. Kendinden emin tavırlarla korkmadığını göstermeye çalışan Nazım’ın yüz şekli aniden değişti. Sanki Tahsin ve Necati’nin ne demek istediğini anlamıştı. Başını kaldırdı ve kim olduklarını bilmediği bu iki adamın yüzüne ters ters baktı.
-Siz Türk’sünüz?
Tahsin, Necati’ye dönerek:
-Bak Necati adama haksızlık etmişsin. O kadar da salak değilmiş. Bizim Türk olduğumuzu nasıl da anladı.
-Naci’yi öldürenler siz misiniz?
-Naci? Hangi Naci? Bizim Naci’yle, hocayla yanlış işimiz olmaz. Ama bir şeytan öldürdük geçenlerde.
-Allah belanızı versin sizin köpekler.
Necati’nin bir anda gözleri kıpkırmızı kesildi. Kaşlarını çatarak Nazım’ın göğsüne ayağının tabanıyla okkalı bir darbe indirdi. Ayakları yerden kesilen Nazım boş karton kutuların üzerine kamyondan atılan çam kütükleri gibi devriliverdi. Hırsını alamayan Necati onu yakasından tutarak ayağa kaldırdı ve suratına şiddetli bir kafa darbesi indirdi. Ağzı burnu dağılan Nazım tükürdüğünde, ağzından kanla birlikte kırılan dişleri de çıkıverdi. Kan dolu ağzını açarak:
-O…..pu çocukları. Katil devletin katil köpekleri.
Bu laf Necati’yi iyice çileden çıkarmaya yetmişti. Devletine dil uzatan bu soysuzun dilini kesmek lazımdı. Köpürmüştü adeta. Silahını çekip kafasına sıkmak üzereyken onu engelleyen Tahsin oldu. O biraz daha sakin bir yapıya sahipti. Oysa Necati hemen kızar ve öfkeye kapılırdı.
- Sakin ol, sakin ol. Koy o silahı yerine. Adama son isteğin nedir diye sorarlar önce. Bir bakalım belki bizden istediği bir şey vardır. Demek katil devletin katil köpekleriyiz ha! Senin dilini keser sokak köpeklerine yedirirdim ya neyse. Ulan şerefsiz. Ulan adi herif. Allah’tan daha ne istiyorsunuz siz. İşsizlikten, aşsızlıktan, yoksulluktan, şundan, bundan yakınır durursunuz. Bunları bahane edip devlete başkaldırırsınız. Devlet bize ikinci sınıf insan muamelesi yapıyor, bize hizmet getirmiyor, işimiz yok, sefalet içinde yaşıyoruz der durursunuz. Ulan köpek! İnsan bunları bahane ederek devletine isyan eder, askerini, polisini, korucusunu, öğretmenini, mühendisini, aynı kökenden gelen insanlarını katleder mi? Kaldı ki devlet Güneydoğu’ya yaptığı yatırımı ne İç Anadolu ne de Karadeniz’e yapmıştır. Altınızdan son model arabalar eksik olmaz. Lüks binalarda oturursunuz. Rahatlık kıçınıza batıyor sizin. Halinden şikayetçi olmayan gariban Kürt kardeşlerimizin haklarını savunuyorsunuz aklınızca. Madem onlar için bu mücadeleye giriştinizse ne b… yemeye binlerce masum Kürt vatandaşını çoluk çocuk demeden katlettiniz. Siz bu alçakça katliamları yapın haklı olun, bizse katil devletin katil köpeği olalım öyle mi?
Nazım, kin ve nefret dolu bakışlarını Tahsin’e yöneltmiş zorlukla nefes almaya çalışıyordu. Açılan kaşından süzülen kan, yüzünün bir tarafını kızıla boyamıştı. Gözünün biri de kan çanak içindeydi. Susmayı tercih etti. Hiçbir şey söylemedi. Geri geri sürünerek sırtını ve başını duvara dayadı. Tüm rauntlarda rakibinden kroşe yemiş boksör gibiydi.
-Ülkemiz aleyhinde aslı astarı olmayan şeyleri yumurtlarken ne kadar da rahattın değil mi? Öldürdüğün onlarca insanın, masum insanın günahı neydi şerefsiz herif. Avrupa’da yaşayan gurbetçilerimizden zorla, binlerce Avro haraç topladınız, işyerlerini kundakladınız, masum insanları katlettiniz. İşadamlarını kaçırıp fidye istediniz. Daha sayayım mı adi köpek. Sana bir şey vereceğim. Hatta iki şey. Çok istediğiniz ama gerçekleşmesi imkansız iki şeyi sana ben vereceğim. Necati! Bağla şunun ellerini.
Öfkeden kudurmuş olan Necati Nazım’ın yüzüne bir yumruk daha indirdi. Tahsin müsaade etse bu adi yaratığın kafasına sıkıp bırakacaktı. Ellerini sıkıca bağladığı Nazım’ı sırtüstü yatırmasını söylediğinde Tahsin’in ne yapmak istediğini halen anlayamamıştı. Kenara çekilerek ne olacağını izlemeye başladı. Tahsin paltosunun cebinden küçük bir poşet çıkardı ve düğümlü olan ağzını acele etmeksizin yavaşça açtı. Eliyle yerde yatmakta olan Nazım’ın yanaklarını sıkarak ağzını açtı ve diğer elinde bulunan poşetin içindekini ağzına boşalttı.
- İşte o çok istediğiniz ama hiçbir zaman kavuşamayacağınız şey. Hepsi senin olsun Allah’ın belası adi herif. Bunca yıl bunun için çabalayıp durdunuz. Sonunda kavuştun işte. Çok şanslıymışsın ki isteyip de bir türlü kavuşamadığınız şey sonunda sana nasip oldu. Duuuur! Daha bitmediiii. Sadece toprak yetmez. Bayraksız toprağı ne yapacaksın? Bayrak olmadan toprağın ne önemi var. Bak bunu da senin için saklıyordum.
Cebinden çıkarttığı sarı, kırmızı ve yeşil renklerden oluşan mendilden biraz daha büyükçe bir çaputu yerde son çırpınışlarını yapmakta olan Nazım’ın ağzına tıkarken, Necati gözlerini kırpmadan Tahsin’e bakıyordu…
***
*
Pierre başına ne geleceğini halen büyük bir korku ve merakla bekliyordu.
- Halen cevap vermedin. Eee Tahsin ne düşünüyorsun.Yine daldın sanki.
Tahsin bir an duraksadı. Düşündü ve “haklısın” der gibi başını salladı.
- Peki onu ne yapacağız Necati. Elini kolunu sallaya sallaya gitmesine izin mi vereceyiz. Sen de biliyorsun ki buradan kurtulur kurtulmaz bizi ilk fırsatta ihbar edecektir. Bu riski göze alabilir miyiz? Haklısın, bizlerin görevi bunun gibileri yok etmek değil, olmamalı da zaten. Galiba biraz duygusal davrandım. Yaşadığımız olaylar beni oldukça yordu sanırım. Eskiden benim böyle olmadığımı senden iyi kim bilebilir? Korkunç kabuslar görüyor, her defasında sırılsıklam olmuş bir halde uyanıyorum. Rüyamda kullandığım bir otomobille birilerine çarptığımı, çarptığım kişilerin yerde cansız yüzükoyun yattığını, inip yüzlerini çevirdiğimde karım ve kızım olduklarını görüyorum Necati. Kaç kere gördüm aynı kabusu biliyor musun? Sonra etrafımda toplanan insanlar kin dolu gözlerle bana bakıp “Katil! Katil! Kendi çocuğunu ve karısını öldüren bir katilsin sen, katilsin” diye yüzüme haykırıyorlar. Kan ter içerisinde uyandıktan sonra hep onlar geliyor gözümün önüne. Bütün bu olanlara ben sebep olduğum için de kendimi yiyip bitiriyorum, kahroluyorum. Uzun zamandır düşünüyorum Necati. Biz bu hainlere hak ettikleri cezaları verirken bunların başlarının içerde besiye çekilmesi ne anlama geliyor bir türlü çözemiyorum. Bunlar ondan çok mu daha kötüydüler de cezalarını buluyorlar. Eğer bunlar ölümü hak ediyorlarsa o zaman içerdekinin bin defa idam edilmiş olması gerekmez miydi? İşin garibi ne biliyor musun Necati? Onu yakalayıp ülkeye getirenlerden biri de bendim. Ne tuhaf değil mi? Bunu ilk kez sana söylüyorum işte. O ekibin içinde ben de vardım. Ne umutla paketlemiştik onu. Katlettiği otuz bin insanın hesabını verecekti nihayet. Ama ne oldu? Ne oldu, sana soruyorum Necati, cevap verir misin ne oldu? Hiç! Evet kocaman bir hiç. Artık yaptığımızın doğruluğunu bile sorgular hale geldim nerdeyse. Kendimi kaybetmekten korkuyorum. Bir iki defa kontrolümü kaybedip düştüm. Son zamanlarda sıklaştı bu tuhaflıklar. Ne yapacaksak bir an önce yapıp bitirmek istiyorum artık. Dönünce emekliliğimi isteyeceğim. Serdar’ı alıp küçük bir Ege kasabasına yerleşeceğim. Oğlumu bu sahte dünyanın her türlü pisliğinden uzak, siyah renklerin hakim olmadığı bir dünyada yaşatmak istiyorum. Küçük bir balıkçı teknem olacak. Adını Hatice koyacağım. Evet bunları yapacağım Necati. Üzerime aldığım bu işten yüzümün akıyla çıkar da dönersem eğer, bunları yapacağım işte.
Tahsin’in bu sözleri karşısında Necati önce biraz şaşırmış daha sonra ona haklılık payı bırakmıştı. İnsanın karısını ve çocuğunu kaybetmesi, bir çocuğunu da yıllardan beri görmemiş olması kolay değildi elbet. Gerçi onun bir karısı ve çocuğu olmamıştı hiç. Bu duygunun ne demek olduğunu belki Tahsin kadar bilmesi mümkün değildi fakat o da bir insandı sonuçta ve neyin ne olduğunun az çok bilincindeydi. Kendini Tahsin’in yerine koyduğunda ona hak vermemek mümkün değildi. Üstelik söyledikleri hiç de yabana atılacak türden laflara benzemiyordu Tahsin’in. Yılanın başı dururken bunlar kalkmış kuyruğuyla uğraşıyorlardı. Asıl başını ezmeli, yok etmeli değil miydi yılanın? İnsanı zehirleyen kuyruk değildir onun başıdır. Ama elden ne gelirdi ki. Onlar bu vatanın birer hamalıydılar ve üzerlerine vurulan yükü taşımak zorundaydılar. Onlar sorgulamak için değil mutlak itaat üzere yetiştirilmiş birer neferdiler. Üstlerine hiçbir zaman itiraz etmemişler, verilen görevleri layıkıyla yerine getirmişler, bu görevlerini ifa ederken kaç defa ölümle burun buruna gelmişler fakat hiçbir zaman en ufak bir endişe dahi taşımamışlardı. Onları onlar yapan işte bu hasletleriydi. Tahsin’i büyük bir dikkatle dinleyip ona hak veren Necati onu biraz olsun teselli etmek istedi.
- Kolay değil tabi, zor günler geçirdin biliyorum. Her kim olsa aynını düşünürdü herhalde. Benim hiç çocuğum olmadı, çünkü evlenmedim. Çocuk sevgisi nedir, nasıldır senin kadar bilmem mümkün değil. Bir eşi kaybetmiş olmak ne demek bilemem belki. Hiç karım olmadı ve onu kaybetmedim ama kaybetme duygusunu bilirim. Çünkü ben annesiz babasız büyüdüm. Bir tarafım hep eksik kaldı benim. Sen kaybetmek ne demek yeni anladın ama ben bunu yıllarca öncesinden, ta çocukluğumdan beri biliyorum. Sana hak vermediğimi sanma sakın. Düşüncelerine ben de katılıyorum. Ama bize verilen bir görev var ve biz bu görevi tamamlamak için gerekirse öleceğiz. Biz bunun için varız, bunun için eğitildik. Büyüklerimiz böyle uygun görmüşler demek ki. Belki bizim düşünemediğimiz şeyleri düşünmüşlerdir, bilemeyiz. Ama kontrolü kaybetmemeliyiz. Her şeyden önce kendimizin kontrolünü kaybetmememiz lazım. İşimize duygularımızı karıştıramayız. Eğer öyle yaparsak başarmamız imkansızlaşmaz mı? Bahtımıza çıkan bu, ne yapalım. Fazla düşünmeye de gelmez zaten, boş ver düşünme artık. Biz işimize bakalım. Türkiye’de işler iyice karışıyor. Köpeklerin havlama sesleri çok çıkmaya başlamış bu günlerde. Şeytan diyor bırak dön. Git o hainlerin işini bitir. Aramızda dolaşıyorlar ama biz onlara bir şey yapamıyoruz. En büyük hainler içimizde yaşıyor. Onlarla aynı havayı soluyor, aynı çatı altında bulunuyoruz ama bir şey yapmıyoruz. Onlar ne yapıyor peki? Her geçen gün seslerini biraz daha yükselterek havlamaya devam ediyorlar. Ama şu bir gerçek ki köpekler havlamalarını kessinler diye kurtların ulumaktan vazgeçtiği hiçbir zaman görülmemiştir.
Elini Tahsin’in dizine bir iki vurarak “Hadi kalk üstat şu işi bir halledelim” dedi. Uzun zamandır dertleşmemişlerdi. Bu ikisi içinde iyi olmuştu. Fakat şu gerçeği kabul etmek lazımdı ki Pierre denilen adamı bırakmaları onlara çok pahalıya mal olabilirdi. Tahsin bu konuda haklıydı. Ne yapmaları gerektiğine bir türlü karar veremiyorlardı. Bu adamın öldürülmesi doğru değildi ancak görevin tamamlanabilmesi için bu riski göze alamazlardı. Vicdanları ile görevleri arasında sıkışmış vaziyetteydiler. İki seçenekten birini yapmaları gerekiyordu ve sorumluluk duyguları ağır bastı. Pierre o kadar da masum sayılmazdı. Kötülüğe hizmet eden kötüdür diyerek nihai kararlarını verdiler. Elleri arkadan birbirlerine bağlı vaziyette bekleyen Mond ve Pierre, yanlarına gelen Tahsin ve Necati’nin yüzüne korku dolu gözlerle bir müddet baktılar. Bu bakışlar onların dünyadaki son bakışları olmuştu. İki el tabanca sesinden sonra yerde hareketsiz öylece duruyorlardı şimdi.
Onları bir süre seyreden Tahsin’in ağzından şu cümleler dökülüverdi: “Rahat uyuyun aziz Mehmetçikler, ruhunuz şad olsun. Kanınız yerde kalmadı. Terziyan gibi alçaklardan bin tane gebertsek de sizin bir tek parmağınızın bile diyetini ödeyemeyiz. Bunu biliyoruz, biliyoruz ama maalesef elimizden de ancak bu geliyor kahraman yiğitler. Yarınlar bizlere daha güzel gülümseyecekler inanın. Güneş, ülkemizin üzerine daha bir parlak doğacak, içimizi daha bir başka ısıtacak. Çakal sürülerinin dolaştığı dağlarımızda bahar çiçekleri açacak. Her birinizin düşüp kaldığı yerde bir çınar yetişecek. O çınarların dalları ülkemizin üzerine bir kartal kanadı gibi gerilip bizlere esenlik olacak. Sizlerin kanıyla sulanan bu topraklar yeşerecek, yeşerecek”
12.BÖLÜM
Paris’in zengin semtlerinden olan Champs Elysees yakınlarında lüks bir villanın önünde bekleyen arabanın içerisinden çıkan biri kadın iki kişi, villanın kapısından içeriye girerken tedirgin olduklarını her hallerinden belli ediyorlardı. Görünüşlerinden oldukça yorgun oldukları da anlaşılıyordu. Onları buraya getiren siyah renk Citroen marka minibüs hızla geldiği yöne doğru uzaklaşırken kim oldukları meçhul olan bu iki kişi villanın içerisinde tartışmaya girişmişlerdi. Kadın, uzun diliyle adamı sürekli aşağılıyor ve:
- Sana defalarca söyledim, şimdilik olduğun yerden ayrılma dedim değil mi? Son zamanlarda zaten bir takım sıkıntılar yaşıyoruz. Arkadaşlarımız birer birer ortadan kayboluyor veya öldürülüyor. Bunlara yeni bir eklenti istemiyoruz.
- Başkanım haklısın. Ama beni de anlayışla karşılamanız gerekmez mi?
- Bak! Bizim işimizde duygusallığa yer yok. En ufak bir hatada neyle karşılaşacağımızı biliyorsun. Zaten polis sıkıştırıyor. Peşinde olduklarını bildiğin halde nasıl böyle bir işe kalkışırsın?
- Merak etme burada olduğumdan kimsenin haberi yok. İşlerimi halledip tekrar çıkacağım. Tüm hesapları devredeceğim. Yeni elemanın kim olacağı belli mi?
- Sen onu düşünme. İşleri bitirene kadar yakayı ele vermemeye bak. Yakalanırsan çok ağır bir darbe yeriz haberin olsun.
Bu iki kişi örgütün Fransa’daki kasası Nesim Deren ve yeni Avrupa sorumlusu Handan Yularcı’dan başkası değildi. Ziya kaçtıktan sonra örgütün Avrupa sorumluluğunu üstlenen Handan, Nesim’in tekrar Fransa’ya dönmesine oldukça öfkelenmişti ve bu öfkesini Nesim’e bağırıp çağırarak yatıştırmaya çalışmıştı. Çünkü hem polisin hem de meçhul birilerinin peşinde olduğunu biliyor, bu yüzden çok tedirgin oluyordu. Nesim’in bir an önce hesapları devredip tekrar ülkeyi terk etmesini istiyordu.
- Peşinde sadece polis yok. Başka birileri de seni arıyormuş.
- Kim?
- Bilmiyorum, araştırıyoruz.
- Bizim kimseyle bir dalaşımız olmadı bu güne kadar, kim olabilir ki?
- Sana bilmiyorum dedim. Ters giden bir şeyler var eminim. Son zamanlarda üzerimize fazla gelmeye başladılar. Artık eskisi gibi rahat hareket edemiyoruz. Bir çok arkadaşımız tutuklandı. Bazıları diğer Avrupa devletlerine iade edildi. Bürolarımız kapatılmaya başlandı. Bütün bunlar hep üst üste geldi. Senin de böyle sorumsuz hareket etmen iyice canımı sıktı anlıyor musun? Zaten sinirlerim mahvolmuş durumda.
- Haklısın Handan. Bir müddet daha gelmemeliydim. Ama merak etme en kısa sürede çıkacağım. Emin ol buna. Sakın peşimde olanlar şeyler olmasın?
- Kimler?
- Türk ajanları.
- Olabilir bilemiyorum. Çok dikkatli olmalıyız. Ama Türk ajanları peşine düşse ne olacak. Seni yakalayıp Türkiye’ye götürecek değiller herhalde. Bunu nasıl becerecekler.
Nesim değişik düşünceler içerisine girmişti. Amerika’da kaldığı süre içinde bir hayli düşünmüş, kendini ve davasını sorgulamış, kendince bir takım haklı sebeplere sığınarak örgütten ayrılmaya karar vermişti aslında. Fakat bunu belli etmemeye çalışıyordu. Daha önce en yakın arkadaşlarının yaşadığı olaylar ve en ufak hatalar yüzünden bir anda silinmeleri onun bu kararı almasında oldukça etkili olmuştu. Handan’la buluştukları zaman bütün bu düşüncelerini anlatmaya kararlıydı, ancak bir türlü bu cesareti kendinde bulamıyordu. Ne olursa olsun bunu yapmalıydı. Düşüncelerini ölüm pahasına da olsa anlatmalıydı..
- Artık hiçbir şeyden emin değilim. Kimseye güvenim kalmadı. En yakınımdakilerden dahi şüphe etmeye başladım. Yıllardan beri çırpınıp duruyoruz. En ufak bir hatada sırtına tekmeyi yiyen arkadaşlarımız oldu. Bizimde aynı akıbeti yaşamayacağımızdan nasıl emin olabiliriz? İnancımı, ideallerimi sorgular hale geldim. Gücüm tükeniyor artık. Haksız mıyım Handan? Bu işin sonu nereye varacak? Yıllardır kan kan kan… Elimize geçen ne? Elimize ne geçti başkan hanım? Koskoca bir hiç. Hem kendi evlatlarımızı hem de onlarınkileri harcadık durduk yıllarca. Bize vaat edilenler ne zaman gerçekleşecek? Sen bunların olabileceğine inanıyor musun? Ben inanmıyorum artık. Bunlar boş fakat bir o kadar da pahalıya mal olan hayaller. İdeallerimiz uğruna kendi halkımızı katlettik. Çoluk çocuk demeden nice günahsız insanın hayatını kararttık. Bize kucak açan Avrupa şimdi neden üzerimize geliyor dersin? Her türlü desteği verenler şimdi neden bizi satışa çıkardı bunu hiç düşündün mü?
-Sen neler zırvalıyorsun böyle Nesim? Senden böyle saçmalıklar duyacağımı hayal dahi edemezdim. Yazık sana. Gözümdeki değerin bir domuzdan farksız artık.
-İstediğini söyle Handan. Bu hakikatlerden gözümüzü kapayarak kaçmamız mümkün değil. Bütün hesapları devrettikten sonra ülkeden çıkacağım ve kendime yeni bir hayat kurmak için çabalayacağım.
-Çok yanlış düşünceler bunlar Nesim çok. Seni tanımasam beynini yıkadılar derdim. Murat’ın en çok güvendiği isim sendin oysa.
-Bırak şu yılanı. Kendileri bal kaymak içinde yaşıyorlar tabii…
-Nankörlük yapma. Sen farklı mısın sanki.
-Kendi insanlarımızdan topladığımız paralarla zevk sefa içerisinde yaşıyoruz doğru. Hem benim kastettiğim bu değil.
- Neymiş kastettiğiniz çok bilmiş mösyö.
- Sıkıntıyı çeken biz. Bıçak sırtında yaşamaya çalışan biz. Onlar ne yapıyorlar peki. Söyle onlar ne yapıyorlar. Gerillanın önünde eyleme mi çıkıyorlar? İşleri güçleri yan gelip yatmak. Biz burada her sıkıntıyı çekelim, bütün gücümüzü onlara aktaralım, onlar da keyif çatsın öyle mi? Yaptıkları ne? Ne zaman ahım şahım bir iş yaptılar? Ne zaman göze gelir bir eylemleri oldu? Kandil’de röportaj yapmakla, poz vermekle olmuyor bu işler.
- Şimdilik yapabileceğimiz bundan ibaret Nesim efendi! Bağımsızlığımız için çırpınan kardeşlerini böyle adice ithamlarla rencide hakkını kim verdi sana? Söyler misin senin niyetin ne? Dilinin altındaki baklayı çıkar bakalım.
- Hiçbir niyetim yok. Dilimin altında bakla filan da yok. Söylediklerim inkâr edilemez bir gerçektir. Biz bunu kabul etsek de etmesek de gerçek bu.
- Defol buradan dönek herif. Yazıklar olsun sana verdiğimiz emeklere. Bir an önce işini bitir ve git. Bunun bedeli ağır olacak…
- Beni tehdit mi ediyorsun Handan.
- Sen hiçbir şeye layık değilsin. Tehdit edilmeyi bile hak etmiyorsun.
- Canınız cehenneme sayın başkan!...
Kapıyı çarptı ve çıktı. Vakit nerdeyse gece yarısıydı. Bir taksi çevirip hızla uzaklaştı ve gözden kayboldu.
Nesim işin raydan çıktığının farkındaydı. Bu konuşmasından sonra neler olabileceğini ondan daha iyi kim bilecekti ki. Yıllardan beri örgüte ihanet edenlere ne olduğunu görmüştü. Hatta birkaç infazı da kendisi gerçekleştirmiş bir cellattı o. Bunalmıştı artık. Onlarca yıldır tüm çabalara rağmen hiçbir mesafe alınamamış, bağımsızlık adına çıktıkları bu yolda karşılaştığı bir çok olay inançlarını kaybetmesine, ideallerinin gerçekleşmesinin mümkün olmadığına inandırmıştı onu. İnceldiği yerden kopsun der gibiydi. Korkmuyordu aslında. “Yaptığımız bunca zulmün bir bedeli olmalı” diye düşündü. Derin düşüncelere dalmıştı. Peşinde olanların kimler olduğunu iyice merak etmeye başladı. Düşmanları iyice çoğalmıştı artık. Şimdi peşine yıllarca hizmet ettiği örgütün elemanları da takılacaktı. Peşinde kimlerin olduğunu mutlaka öğrenmeliydi. İşe nereden başlayacağını biliyordu. Bunu öğrenebilecek birikime sahip olan ve Kürt dostu olan bir Fransız tanıyordu. Saatine baktı ve:
- İyi, daha vakit var. Otele geçip evraklarımı hazırlarım, son uçakla da giderim…
Tahmin ettiği gibi çok geçmeden örgüt, peşine düştüğü Nesim’i her yerde aramaya başladı. Fransız ve İsviçre bankalarındaki bütün hesaplar onun üzerineydi ve milyonlarca Avronun örgütün elinden çıkması an meselesiydi. Gerçi Fransız polisi bankadaki hesaplara ihtiyati tedbir kararı koydurtmuştu fakat asıl meblağ İsviçre bankalarında bulunuyordu. Ortadan kaybolması halinde izini bulmaları kolay değildi. Fransa’da hatta Avrupa’da bir kedi fare oyunu başlamıştı bile…
Avrupa’da bunlar olurken Türkiye yine acı dolu bir gün yaşıyordu. Güneydoğuda operasyondan dönen askeri bir birlik teröristler tarafından pusuya düşürülmüş ve on üç Türk askeri şehit olmuştu. Örgüt, eylemlerine ivme kazandırmış, bölgeden nerdeyse her gün çatışma haberleri gelmeye başlamıştı. Saldırıda kullanılan silahların bu kez ABD ve Rus yapımı olmaları dikkat çeken başka bir konuydu. Yıllardır Türkiye’yle müttefik olan ABD çirkin yüzünü yavaş yavaş göstermeye başlamıştı. Zira Türkiye’nin tüm çabalarına, girişimlerine rağmen sözde Ermeni soykırımı tasarısı Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi tarafından kabul edilmiş, olay dünyada büyük yankılar uyandırmıştı. Bu ülkeyle ilişkilerin sekteye uğrayacağı kesin gibi görünüyordu. Artan PKK eylemlerinin arkasında ABD’nin büyük desteği olduğu tahmin ediliyordu. Çünkü Irak’ta çıkmaza giren ABD yönetimi Türk askerini Kuzey Irak’a çekmek için her senaryoyu deniyordu. Amaç tahrik edip Türkiye’yi mecbur bırakmaktı.Türkiye’de bu konuda ciddi kararlar alınmış ve Kuzey Irak’a müdahale gündeme gelmişti. Bazı çevreler bütün bu olan bitenin tek sorumlusunun İsrail olduğunu açık açık belirtiyorlardı. Vaat edilmiş topraklarına kavuşmayı kafasına koymuş olan bu ülke, gerçekleşmesi imkansız boş bir inanç uğruna tüm bölgeyi felakete sürüklemeye devam ediyordu. Kuzey Irak’ta Peşmergelere askeri eğitim veren subayların İsrailli oldukları daha önceleri basına yansımış olmasına rağmen İsrail bu konudaki iddiaları sadece gülünç olarak kabul ediyordu. İkili ilişkiler İsrail’le de sekteye uğramaya başlamıştı. Güneydoğuda, sınıra yakın bulunan İsrail savaş uçaklarına ait yakıt tankları iki ülke arasında diplomasi krizine neden olmuş, tüm girişimlere rağmen İsrail bu konuda bir açıklama yapamamıştı. Aradan epey zaman geçtikten sonra sadece bir özürle işi geçiştirmişti.
**
*
Paris içerisinden akan Sen nehrinde temizlik yapmakla görevli belediye işçilerinin kancalı sopalarına suratı mosmor olan, elleri arkadan bağlanmış bir kadın cesedi takıldı. İşçiler cesedi kıyıya çıkarıp ilgili birimlere haber verdiler. Polis, yapılan araştırmalardan sonra cesedin Handan adında bir kadına ait olduğunu tespit etti.
Handan’ın Nesim ile buluşmasından ve aralarında iplerin kopmasına neden olan o konuşmanın ardından bir hafta geçmişti. Örgütün diğer üst düzey sorumlularıyla derhal bir araya gelmişler ve durum değerlendirmesi yapmışlardı. Nesim’i bulacaklar, hesapları devrettirecekler ve ihanetinin bedelini ödemesine yardımcı olacaklardı! Handan tam anlamıyla çıldırmış, en güvendikleri adamlardan olan Nesim’in ihaneti karşısında deliye dönmüştü. Onun derhal bulunmasını ve işinin bitirilmesini istiyordu. Fakat kendi ecelinin çok yakınlarda olduğundan haberi bile yoktu.
Kapısını çalan sivil polisler, hakkında bir soruşturma olduğunu ve kendileriyle merkeze kadar gelmeleri gerektiğini söylediklerinde, kimliklerini görmek istemiş, görünce de tereddüt etmeden onlarla beraber gidivermişti. İsterse avukatını arayabileceğini ve polis merkezine çağırabileceğini de söylemişlerdi polisler. Buna gerek olmadığını ve durumu bildiğini belirmişti. Gerçekten de hakkında bir soruşturma vardı.
İki polis ve Handan Paris’in kalabalık caddelerinden geçerek nehir kıyısında tenha bir yere gelip durdular. Burası etrafı ağaçlık olan terkedilmiş bir atölyeydi.
-Burası neresi? Neden buraya geldik? Merkeze gideceğimizi sanıyordum.
-Merak etmeyin hanımefendi gideceğiz. Ancak burada sizinle yüzleştirmemiz gereken biri var. Önce bu işi halledelim sonra merkeze götüreceğiz sizi.
Handan bir şeylerin doğru gitmediği hakkında tereddüde düştü. Nedense içini bir korku kaplamaya başladı. Atölyeye girdiklerinde bu korku daha da arttı. İçerde görünürde kimseler yoktu. Uzun ve dar bir koridordan geçip zemin katta bulunan bir odaya geldiler. Odanın içi oldukça rutubet kokuyordu ve çok az ışık alıyordu. Bacakları titremeye başladı. Kalp atışları hızlandı.
-Kiii kii kiminle görüştüreceksiniz beni?
-Merak etme Handan hanım biraz sonra göreceksiniz.
Polislerden biri kadının ellerini arkadan kelepçeledi ve ağzına bir bandaj çekti. Neye uğradığını anlayamayan kadının gözleri korkuyla fal taşı gibi açıldı. Başına gelecekleri anlamıştı sanki, kendilerini polis diye tanıtan kişilerin kim olduklarını da…
-Korkuyor musun?
-ııım ıııım.
-Tabi ya suç bende, konuşamıyorsun ki. Ağzını bantladık. Oysa sen dili çok uzun olan bir kadındın. Basın karşısında dilin, ülkemize karşı o kadar sivriydi ki, dokunduğu yeri deliyordu adeta, unutmuştum bak. Seni görünce hatırlayıverdim. Ne yaparsın işte… Biz de yaşlanıyoruz artık. Değil mi Handan?
-Biz kimiz biliyor musun kadın? Gerçi bilmesen de olur. Ama sözümüzü tutacağız. Hani seni biriyle görüştürecektik. Hatırladın mı?
Handan, “evet “ anlamında başını salladı.
Polislerden biri, omuzlayıp odanın penceresinden sarkıttığı kadını bir süre tepe aşağı bekletip “ Evet Handan hanım. Söz verdik bir kere, sizi biriyle görüştüreceğimizi söylemiştik. Biraz sonra görüşeceksiniz merak etmeyin. O seni bir yere gönderecek. Merak etme orada peşinde ajanlar olmayacak. Artık orada ne yaparsın bilemeyiz. Haraç mı toplarsın, uyuşturucu mu satarsın, aldığın paraları Kandil’deki şerefsizlere mi gönderirsin onu bilemeyiz.” diyerek nehrin derin sularına bıraktı. Vatanına ihanet eden hainlerden biri daha cezasını bulmuştu. Sen nehri bir pisliği daha temizliyordu. Nehrin serin sularında bir karartı… Debeleniyor… Çırpınıyor…Polisler kadının peşinden bir süre baktılar. Az önce akıntıda görülen karartı yoktu artık. Nehrin üzerinde sadece şehrin ışıkları parıldıyordu…
Tahsin suda çırpınan kadını seyrederken daldı gitti. Yıllar öncesinde yaşadığı bir olayı hatırlamıştı. Ölümden döndüğü o olayı…
13.BÖLÜM
8 yıl önce…
“Trabzon… Duruşundan asla taviz vermeyen vatansever insanların, delikanlıların yetiştiği Anadolu toprağı… PKK terörüne en fazla şehit veren illerin başında gelen Trabzon… Tek vücut, bozulmamış, katıksız bir halk tabakası, teröre karşı tek yumruk, vatan için tereddütsüz, gözünü budaktan esirgemeyecek bir halk” diye rapor vermişti yıllar önce Ankara’ya Tahsin.
Tahsin’in gözüyle bütün bunları hak eden, onun yanında hatırı yüksek olan bu şehirde son zamanlarda bir takım dolaplar çevrilmekte, oyunlar sahnelenmekte, şehre kötü bir imaj kazandırılmak istenmektedir sanki…
Papazların sık sık ziyaret ettiği, tarihi mekanlarında yabancı sanatçılar tarafından konserlerin düzenlendiği, misyonerlik faaliyetlerinin gizliden gizliğe iyice yaygınlaştığı, sokaklarında bazı gruplar tarafından eylemlerin yapıldığı bu güzel şehirde neler olup bittiğini daha yakından görmek isteyen teşkilat, en seçkin elemanlarından biri olan Tahsin Haznedaroğlu’nu Trabzon’a gönderir.
Görevi, bölgede son zamanlarda artan misyonerlik ve Pontus faaliyetleridir. Görünürde Karadeniz Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi dersleri verecekti. Ama bu, işin görünen yanıydı. Asıl yapacağı iş, misyonerlik ve Pontus faaliyetleri hakkında bilgi toplamaktı.
Galip hocanın girişimleri sonucu resmi olarak her şey ayarlanmıştı. Ankara’dan havalandıklarında saat 22:30’du. Trabzon havalimanına indikten sonra bir taksiye atlayıp şehir merkezinde bulunan ve şehrin en lüks oteli olan Zorlu Grand’a geldi. Yolda taksi şoförüyle birkaç dakika da olsa biraz muhabbet etmişti. Arabanın içini bordo mavi renk cümbüşüne bürüyen taksici tipik bir Karadenizliydi.
- Trabzonspor ne alemde bu sene hemşerim?
- Abi sorma ya. Ayni tantana devam ediyi. Ha boyle adam gibi bi tane topçi alamadilar. Paraya kıyamayilar. Bunlardan hiç bişey olmaz bu sene. İstanbul takımlariyla baş edemez bu takım.
- Başkan çok iddialı konuşuyor ama.
- Ha boyle yapıp adami deli ediyi bunlar. Abi bunlar sadece konuşayi. Yaptıklari başka bişe yok. Bol keseden atıp tutayilar. Biz daha çok şampiyonluk göruruz bunlara kalsa. Ama nerdeee.
- Olur olur. Bir gün inşallah şampiyon olur Trabzonspor.
- İnşallahi maşallahi yok abicim. Görunen köy klavuz itemezmiş daa.
Sohbetleri fazla uzun sürmedi. Zira taksi Grand Otelin önüne gelip durdu.
- Abicim burasidur otel.
- Sağ olun. Borcumuz nedir?
- Üç milyon.
- Buyurun. Üstü kalsın.
- Eyvallah abicim bereket versin. Hayırlı geceler size.
- Sağ ol. Sana da.
Otel görevlileri eşyalarını içeriye aldılar. Resepsiyona gelip önceden rezerve yaptırmış olduğu 24 nolu odaya kayıt yaptırarak yukarıya çıktı. Eşyalarını yerleştirdikten sonra duş aldı ve yatağa uzandı. Vakit gece yarısını geçmişti. Yorgundu. Uyuyakaldı…
Uzunsokak’a bakan odanın penceresinden içeriye güneş ışıkları vurduğunda saat 10: 25’ti. Hemen üzerini giyindi, kahvaltı için lobiye indi.
Boş bir masaya geçip oturdu. Kahvaltı yapmakta olan insanlar birbirleriyle karşılıklı sohbet ediyorlar, günlük siyasi ve politik olaylardan, magazinden, spordan bahsediyorlardı. Kahvaltı açık büfeydi. Hazırlanan mönüden tabağını yeterince doldurdu. Çayını da alarak masaya oturdu ve garsona seslendi.
- Gazeteniz var mıydı?
- Hemen getiriyorum efendim.
Biraz sonra elinde üç dört gazeteyle gelen garsona üniversite kampüsünün yerini ve oraya nasıl gidebileceğini sordu.
- Efendim meydan parkından dolmuşlar kalkıyor. Park hemen ilerde.
- Teşekkür ederim.
- Rica ederim. Başka bir arzunuz var mıydı?
- Ütülenmesi gereken birkaç elbisem vardı. Öğleden sonra bir gibi hazır olursa memnun olurum.
- Elbette efendim. Görevli arkadaşlar ilgilenirler.
- Oldu teşekkür ederim.
- Afiyet olsun size.
Kahvaltı yaparken gazetelere de bir göz attı. Bir haber ilgisini çekmişti. Haberin detaylarını okumak için gazetenin iç sayfasını açmaya çalıştığı sırada telefonu çaldı.
- Neden aramadın Tahsin. Meraktan öldük.
- Balım kusura bakma. Yorgunluktan uyuyakalmışım inan. Az önce uyanabildim. Kahvaltıdan sonra rektörlüğe geçeceğim. Merak etme iyiyim ben. Sen nasılsın. Annenler geldiler mi?
- Geldiler merak etme. Selamları var onlarında.
- Sende selam söyle. Öpüyorum. Ararım merak etmeyin.
- Tamam. Merakta bırakma bizi.
- Delikanlı ne yapıyor iyi mi?.
- Babam neden aramadı diye kızıyor sana.
Gülüştüler…
Serdar henüz iki aylıktı. Ona bu adı kendisi koymuştu. Hatice’nin anne babası biraz bozulmuş olsalar da seslerini çıkarmamışlardı. Önemli olan kızları ve damatlarının mutluluğuydu. Onun dünyaya gelmesiyle hayatları daha da güzelleşmişti. Ama çocuğunu doyasıya sevemeden bu görev çıkmıştı. Ne kadar süreceği de belli değildi. Bu nedenle onları yanına alıp almama konusunda tereddütleri vardı. “Hele bir başlayalım, sonrasına bakarız” demişti.
- Gözlerinizden öptüm. Görüşürüz karıcığım.
Gazeteyi okumayı bıraktı ve oturduğu masadan kalkarak odasına çıktı. Elbiselerini, ütülenmesi için otel görevlilerine verdikten sonra otelden ayrılıp meydan parkına doğru yürümeye başladı. Burası çok güzel bir alandı. Çay bahçelerinin üzeri yüksek ağaçların dallarıyla kapanmıştı adeta. Birkaç bardak çay içti. Meydan parkı Trabzon’un en kalabalık yeriydi. Şehrin her tarafına buradan ulaşım sağlanır, mitingler, konserler, törenler hep burada yapılırdı.
Korna sesleri ve ağaçlardaki kuşların cıvıltıları birbirine karışıyordu. Sağa sola gidip gelen insanları, yolcu indirip bindiren minibüsleri ve belediye otobüslerini seyretti. Gezinmek için Trabzon’un en kalabalık yerlerinden olan ve uzun sokak denilen caddeye doğru yürümeye başladı. Burası çok dar fakat işlek bir caddeydi. Henüz sokağın başındayken ileride bir kalabalığın olduğunu ve bu kalabalığa doğru insanların koştuğunu gördü. Merak edip, adımlarını hızlandırdı. Üzerlerinde sarı kırmızı tişörtler bulunan birkaç genç, ellerinde bir takım pankartlar taşıyor ve slogan atıyorlardı. Sokaktaki vatandaşlar olaya tepki gösterip bu gençlerin üzerine yürümüş ve tartaklamaya başlamışlardı. Çok geçmeden bunların Tayad denilen grup üyeleri olduğunu anlamıştı.
Trabzon’da hassas bir ortamın oluştuğunu, bir takım provokasyonların yapılabileceğini çok önceden biliyorlardı. Tayad, Trabzon’da kitle bir tabana sahip olan bir dernek değildi. Ayrıca Tayadlı’ların burada savunacağı bir mahkûm da yoktu. Ama gelip Trabzon’da eylem yapmışlardı. Sokak bir anda karmakarışık olmuştu. Zor da olsa olaya müdahale eden emniyet güçleri grup üyelerini toplayıp götürmüşlerdi.
Vatandaşların bu gruba karşı ortaya koyduğu tavır Tahsin’in çok hoşuna gitmişti. “Keşke herkes aynı tepkiyi gösterebilse” diye iç geçirdi.
-Ah ah! Ne olur her yerde böyle olsa. Millet tek yürek olsa. Bu tür olaylara pabuç bırakmasa. Bu milletin bileğini kim bükebilir o zaman.
Tahsin memnun bir yüz ifadesine bürünmesine karşın olayın provokasyon olduğunu çok iyi biliyordu. Çünkü seçilen mekan bu tip bir gösteri için hiç de uygun değildi.
Olayların başladığı Uzun Sokak, yapılan alt yapı çalışmaları nedeniyle o sıralar sadece yayalara açıktı. İsmi gibi uzunca bir sokaktı. Olaylar Uzun Sokak’la bu sokağa bağlı olan Sanat Sokak’ın kesiştiği yerde başlamıştı. Topu topu elli metrekarelik bir alandı burası. Sanat Sokak’ta canlı müzik yapılan, nargile içilen cafelerin yoğunluğu göze çarpıyordu. Hava karardığında sokaklar üniversiteli gençlere kalıyor, gitar nağmeleri eşliğinde şarkılar söyleniyordu.
Milli duyguların çok yüksek olduğu yerlerde bu tip eylemler yapmak son derece tehlikeliydi aslında. Hele hele Trabzon gibi bir yerde bu durum daha da belirgin olmasına rağmen olayın burada gerçekleştirilmiş olması, polisin müdahale etme zorluğu bir yana olayların trafiğe kapalı bir çarşıda çıkması çok ilginçti.
Olay sokağın en kalabalık olduğu saatte meydana gelmişti. Trabzon Tabakhane bölgesinde bürosu bulunan, Trabzon’da daha önce de pek çok eylem gerçekleştiren Tayad, bu defa sarı kırmızılı tişörtler giyinmiş ve aynı renklerde flamalar taşımıştı.
Bir esnaf, “Galatasaraylıyım ama bu sarı kırmızı renkten nefret ediyorum.” demiş, renklerin çağrıştırdıklarının çok kışkırtıcı olabildiği görülürken, eylemcilerin trafik polisine “faşist polis” demesi ve çevredeki esnafın buna tepki göstermesi üzerine olaylar başlamıştı.
Bunun komplodan ziyade patlaması muhtemel bir olay olduğuna dair önemli işaretler vardı. Birincisi Tayad’lılar ilk defa toplumsal bir tepkiyle ilk kez karşılaşmamışlardı. Bir internet cafede Tayad’ın internet sitesine girdiği görülen bir kişi çevredekilerce hırpalanmıştı. Bir diğer ve daha önemli nokta ise Tayad ve benzeri örgütlerin son zamanlarda belli milliyetçi gruplarca izlemeye alındığının gözlemlenmesiydi.
Linç girişiminden kurtarılarak içeriye alınan dört Tayadlı genç “Eğer olayların böyle gelişeceğini bilseydik bu eylemi yapmazdık.” açıklaması yapmasına rağmen, Tayad daha sonraki tarihlerde yeni eylemler yapmaktan geri kalmayacaktı. Tayad’ın ilk günden beri polisi hedef gösteren açıklamaları, bilindik “işkenceci polis” söylemine devam etmesi bir hayli ilginçti. Trabzon İnsan Hakları Derneği Başkanı’nın, Tayad’ın ikinci bir bildiri okuma girişimi öncesinde dernek yöneticilerini uyarması, fakat uyarısının dikkate alınmaması, ister istemez Tayad’ın Trabzon’da oynanan komplonun bir parçası olduğunu gösteriyordu. Yani kendi kuruluş amaçlarına hizmet ettiğini düşünen grup üyeleri, aslında kullanıldıklarının farkında bile değillerdi.
Tahsin’in Trabzon’a gönderiliş amaçlarından birisi de bu gibi olayları kimlerin hangi maksatla çıkardığını tespit etmesi, bu olaylar ile Pontus arasında bir bağ olup olmadığını ortaya çıkarmasıydı. İşinin kolay olmadığının farkındaydı. Araştırmaları neticesinde bir çok şaşırtıcı bilgiye ulaşacaktı.
Daha sonraki yıllarda, Karadeniz’e, Karadenizliye karşı ülkede bazı kesimler tarafından maksatlı veya maksatsız bir baskı oluşturulacak ve bazı değerler üzerinde yıpratıcı uygulamalar yapılacaktı. Tayad üyelerinin tahrikleriyle başlayan siyasi oyunlar sonunda, rahip Santarro ve Hırant Dink cinayetleri işlenecek, tarih ve medeniyet kenti olan Trabzon’un, ulusal medyanın da gündeme taşımasıyla, cinayetler kenti olarak imaj zafiyeti yaşaması akıllara durgunluk vermeye, adına spekülasyon veya tahrik denen bu olaylar neticesinde, Trabzon’a karşı bakış yavaş yavaş değişmeğe, Temel-Dursun ve Trabzonspor sempatisi, yerini korkuya, paniğe ve antipatiğe dönüştürmeye başlayacaktı.
Türkiye’de vatan sevgisiyle, inancıyla lider konumda olan Karadeniz ve Karadenizlilere karşı yapılan tahrikler herkeste olduğu gibi Tahsin’de de büyük üzüntü meydana getirmişti. Bu tahrikler son derece üzücü ve bir o kadar da düşündürücüydü.
Olay yerinden ayrılıp otele geri döndüğünde saat 12:30 sularıydı. Odasına çıkıp resepsiyonu aradı ve elbiselerinin gönderilmesini istedi. Birkaç dakika sonra getirilen takım elbisesini giyinip otelden ayrıldı.Üniversite kampüsüne gitmek için dolmuş durağına doğru yürümeye başladı. Daha ilk günden böyle bir olayla karşılaşması onu biraz şaşırtmışa benziyordu. “Ayağım uğursuz mu geldi nedir” diye mırıldandı.
Rektörün şehir dışında olması münasebetiyle, yerine vekalet eden Prof. Dr. Uğur Aydın’la görüşecekti. Randevuya tam vaktinde yetişmişti. Bu güne kadar dakikliğinden taviz verdiğini gören olmamıştı.
Şehirde tanıştığı ilk kişi görev yapacağı fakültenin dekanı Profesör Dr. Uğur Aydın’dı. Dekanın odasında kahvelerini içerlerken bir yandan da sohbet etmeye başladılar.
- Galip Hoca nasıllar Tahsin Bey.
- İyiler efendim. Selamlarını iletmemi istediler.
- Aleykümselam. Getiren gönderen sağ olsun.
- Siz sağ olun hocam.
- Galip hoca sizi gönderdiğine göre bu alanda çok iyi olduğunuzu düşünüyoruz. Onunla yıllar öncesinden tanışıyoruz. Bir çok kez bir arada bulunma fırsatımız oldu kendisiyle. Çok değerli bir bilim adamıdır. Çok severim kendisini. Onun yetiştirdiği öğrencilerdenmişsiniz. Bize öyle söylemişti. Sizi yere göye sığdıramadı.
- Estağfirullah hocam. Teveccühünüz.
- Vallahi ben demiyorum. Galip hocanın sözleri bunlar.
- Sağ olsun bizlere çok yardımcı oldu. Üzerimizde çok emeği var. Elimizden geleni fazlasıyla yapmaya çalışacağız elbet.
- Doktoranızı yurt dışında yapmışsınız.
- Evet. İtalya’da. Degli Studi di Milano’da
- Galip Bey bahsetmişti bundan. Tahsin Bey! Biz bütün resmi işlemleri tamamladık. Pazartesi gününden itibaren derslere başlayabilirsiniz. Sizinde bildiğiniz gibi haftada dört gün ders vereceksiniz. Perşembe öğleden sonra dersiniz yok. Yani haftanın yarısını size bırakıyoruz. Zannedersem otelde kalıyorsunuz. İsterseniz burada, misafirhanemizde de kalabilirsiniz. Ailenizi getirmeyi düşünüyor musunuz?
- Sanmıyorum efendim. Bir yıl süreyle ders vereceğim. Uçakla sıkça gider gelirim. Bir yıllığına taşınmaya değmez.
- Haklısınız. Hiç gereği yok. Doğru düşünmüşsünüz.
- Yalnız, bir daire kiralayabilirim. Bu konuda sizden yardım talep edebilirim belki.
- Elbette. Size uygun bir yer buluruz tabi ki. Çocukları getirmeyeceğinize göre fazlaca büyük bir yer olmasına gerek yok herhalde?
- Yok yok. Küçük bir daire yeterli benim için. Zaten dört gün kalacağım. Sanırım diğer günler Ankara’ya uçarım.
-Evet anlıyorum Tahsin Bey.
Aslında her hafta Ankara’ya dönmeyecekti. Kalan üç gün asıl görevini yerine getirmek için çalışacaktı. Çantasında çok sayıda bilgi vardı. Gelirken tamamen boş gelmemişti. Teşkilat tarafından kendisine önemli bilgi ve belgeler verilmişti. Bunlardan bir tanesi misyonerlik faaliyetleriyle ilgili olanıydı. Elindeki raporlarda, son yıllarda Trabzonlu gençlerin; “Burslu üniversite eğitimi” imkânları sunularak, Yunanistan ve İsrail’e götürüldüğü yazıyordu. Her Çarşamba günü İsrail’in başkenti Tel-Aviv’den Trabzon’a yapılan direkt uçuşlar bu bilgiyi teyit eder nitelikteydi. Tabi bunlar birer iddiadan ibaretti, ancak son derece ciddi iddialardı. Nitekim doğruluğunu birkaç ay sonra ispat edecekti. Ermenistan’la Türkiye arasında Sarp Sınır Kapısı’nın açılması ile birlikte, Rum, Ermeni ve İsraillilerin Trabzon’un en uzak köylerine bile turistik ziyaretler yapması da son derece ilgi çekiciydi. Rumca bilen Trabzonlulara Yunanistan’da pasaport ve ikamet hakkı tanındığı, işsizlik ve manevi boşluk içinde başıboş gezen gençlerin kolayca kandırıldıkları da raporda yer alıyordu. Bu raporlar doğruysa eğer Trabzon üzerinde çok büyük bir oyun oynandığı aşikardı. Bu oyunun bozulması gerekiyordu ve bunun için beklenmemeliydi.
Karadeniz Bölgesi’nde son günlerde oynanan kirli oyunlar bir türlü bitmiyordu. Misyonerlik faaliyetleri en çok konuşulan, gündemi en çok meşgul eden konuların başında geliyordu. Amaç ise, bölgede yeniden Pontus Rum devletini kurma hayaliydi. Bu tür bir hayali kimler, hangi akıl sahipleri, daha doğrusu hangi akılsızlar kuruyordu acaba. Tahmin etmek zor değildi tabii. Rum Ortodoks misyonerlerin özellikle Trabzon merkezli gerçekleştirdiği faaliyetlerini genellikle turistik amaçlı geziler çerçevesinde gerçekleştirdiği öne sürülüyordu. Turistlerin çoğunluğunu ise, rahipler oluşturuyordu. Altı Yunanlı papazın, Tonya ilçesine bağlı İskenderli beldesine yaptığı ziyaret, günlerce tartışma konusu olmuştu.
İddialar arasında, Karadenizli gençlerin Yunanistan ve İsrail’e burslu eğitim olanakları veya cazip iş fırsatları ile kandırılarak götürülmesi de yer alıyordu. Manevi boşluk içinde yetişen gençler, Hıristiyan misyonerlerin etkisiyle özellikle Yunanistan’a götürülüyor, burada üniversite eğitimini tamamladıktan sonra yoğun mesajların etkisiyle memleketine döndüğünde ise gittiği ülkenin propagandasını yapıyordu.
İşte tüm bu iddialar Tahsin’in elinin altında bulunan gizli bir raporun bazı ayrıntılarıydı. Peki bu güzelim şehir nasıl olmuştu da bu hale gelmiş veya getirilmişti.
Trabzon’da bu durum aslında 1990’ların sonunda Türkiye’nin AB üyeliği işinin ciddileşmesiyle başlamıştı. Bazı çevrelerin iddialarına göre kentte, farklı olana tahammülsüzlük, Trabzon’daki bazı siyasi partiler, bazı sivil toplum örgütleri ve devletin bazı güçleri ve yöneticileri eliyle destekleniyordu. Oysa Trabzon insanı neye ne zaman tepki vereceğini çok iyi biliyordu. 1997 yılında, aralarında Rahmi Koç ve Fener Rum Patriği Bartholomeos’un da bulunduğu bir grup, “Din, Bilim ve Barış Sempozyumu” için Venizelos gemisiyle Trabzon’a gelmişti. Sempozyum öncesinde, olaya tepkiler gösterilmeye başlanmış, ve bu geminin asla Trabzon’a girmemesi gerektiği kanaati hakim olmuştu. Tepkiler nedeniyle gemidekiler Trabzon’a çıkamamış ve sempozyum yapılamamıştı. Aslında Trabzon’da daha öncede böyle tuhaf olaylar yaşanmıştı Mesela Çeçenler 1995’te Trabzon limanındaki Avrasya feribotunu basmış, bu olayın tüm dünya basınının gündemine gelmesi herhalde birtakım merkezlerin desteğiyle olmuştu. Sonra İstanbul’daki Gazi Mahallesi olaylarının mahkemesi de Trabzon’da yapılmıştı. Trabzon’dan ne isteniyordu, niçin bu kadar karmaşık olaylar meydana geliyordu. İstanbul’da meydana gelen bir olayın duruşması neden Trabzon’da yapılmıştı. Bütün bunların sebeplerini çok iyi tahmin ediyordu Tahsin.
Dekanla görüşmesinin ardından beraber kalkarak fakülteyi dolaşmaya başladılar. Ders vereceği bölümü ve kendisine tahsis edilen ofisi inceledi. Ofis penceresinden deniz mükemmel görünüyordu.
-Bir iki çiçek koysak iyi olacak hocam.
-Aslında düşünmedim değil. Ama sizin düşüncenizi bilemediğimden vazgeçtim.
- Hafta sonu şehri gezip tanımaya çalışacağım. Ne de olsa artık buralı sayılırım değil mi? Şehri iyice öğrenmem lazım.
Dekan gülümseyerek:
-Elbette, elbette sayın hocam. Şehrimiz çok güzeldir. Keyfini çıkarmağa bakın. Her konuda size yardımcı olacağımızdan emin olabilirsiniz.
-Yalnız bu gün üzücü bir olaya rastladım Uğur Bey.
-Hayırdır hocam. Nedir?
-Gösteri yapan bir grup, vatandaşlar tarafından epeyce bir hırpalandı. Galiba Tayadlılardı.
-Allah kahretsin.Yine mi?
-Daha önce de mi olmuştu yoksa?
-Evet Tahsin Bey maalesef. Bir iki kere daha olmuştu. Ancak diğerlerinde olay çıkmamıştı. Biz de bundan korkuyorduk. Hep provakeye yönelik çalışmalar bunlar. Nihayet başardılar.
-Kimler provake ediyor ki olayları?
-Tahsin Bey sizinde dikkatlerinizden kaçmamıştır. Son zamanlarda burada ilginç olaylar yaşanıyor. Şehir o eski görünümünden gittikçe uzaklaşmaya başladı. Oysa çok güvenli, huzurlu bir yerdir burası. Kulaklarımıza duyumlar gelmiyor değil ancak bunlar sadece iddiadan ibaret.
-Ne gibi iddialar efendim?
-Zaman zaman bu olaylar çıkartılarak şehrin nabzı tutuluyor diye iddialar var.
-Nabız?
-Evet nabız. Biliyorsunuz Trabzon milli duyguların ağır bastığı şehirlerin başında geliyor. İnsanlarımız tez canlıdır ve olaylara yaklaşırken arkasını pek düşünmeden hareket eder. İnsanlarımızın yapısında var bu. Engellemek mümkün değil. Milli konularda son derece hassastır. Bayrak, vatan denildi mi coşar buranın insanı. Bunu bildikleri için de burayı kullanıyorlar. Trabzon’daki bir olaya tepki verilmemeye başlanırsa bu tüm topluma yansır düşüncesinde olanlar düzenliyorlar bu olayları. Tabi bunlar her kimse sahnenin arkasındalar. Tayad gibi grupları da kullanıyorlar. Ben de böyle düşünmüyor değilim Tahsin Bey. Teröre en fazla şehit veren illerin başında geliyoruz. Yıllar öncesinde olan bir olayı hiç unutmam. Güneydoğuda bir askerimiz şehit olmuştu. Tüm Trabzon sokaklara dökülmüştü. Güneydoğulu birkaç işyerinin camlarını kırmışlardı. Bunu biz biliyoruz, başkaları da biliyor. Tabi tasvip ettiğimiz anlamına gelmemeli ancak ne kadar hassas bir halkımızın olduğunu göstermek açısından verdim bu örneği.
-Anlıyorum sizi. Yani provakeye müsait bir ortama sahip burası.
-Evet. Bu nedenledir ki zaman zaman üzücü olaylar yaşanıyor.
-Peki asıl amaç ne sizce?
-Kendi fikrime göre ülkede kaos, huzursuzluk çıkarmak, şehrin imajını kötüye çıkarmak, hatta hatta şunu da söyleyebilirim Tahsin Bey. İlerisi için yatırım yapılıyor bence.
-Nasıl bir yatırım bu efendim.
-Misyoner faaliyetler gizliden gizliye yürütülüyor burada. Emniyet bizden zaman zaman bilgi istiyor. Bazı öğrenciler hakkında rapor vermemizi istiyorlar. Öğrendiğimiz kadarıyla Çömlekçi mahallesinde bulunan Santa Maria kilisesine gidiyorlarmış. Bu bilgiyi doğrulattırdık. Maalesef gidiyorlarmış. Üstelik dikkatimizi çeken şu oldu. Buraya giden öğrencilerin büyük çoğunluğu Trabzon nüfusuna kayıtlı. İlginç değil mi?
-İlginç evet.
-Sadece bizden değil liseden de öğrencilerin gittiği söyleniyor. Bu çocuklara para verildiği iddia ediliyor. Bu gün belki o kadar önemli görülmüyor bu durum ancak yıllar sonrasını düşündüğünüzde ne kadar tehlikeli bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anlarsınız. Şehrimizde işsizlik büyük bir sorun. Sivil insanların da ayinlere katıldığı söyleniyor. İnançları zayıf olan insan ne yapar. Onu kandırmak kolaydır. Ekonomik olarak da zayıfsa hepten kolaydır değil mi?
- Sanırım haklısınız hocam. Eğer doğruysa bu büyük bir sorun.
- Bir diğer sıkıntı da Pontus denilen baş belası. Caddelerimizde papazlar dolaşır oldu. Bir görünüp kayboluyorlar. Dağlık alanlara gidip farklı dil konuşan köylülerle görüşüyorlarmış. Öğrendiğimize göre Pontus propagandası yapıyorlarmış. Bir kısım ailelerin çocuklarına burs verdikleri, Yunanistan’da iş imkanı sundukları da söyleniyor. Bütün bunlar kısa sürede hiçbir tehdit oluşturamaz. Demek ki uzun vadeye yayılmış sinsi bir plan var.
Profesörün görüş ve düşüncelerine katılmamak elde değildi. İstihbarat raporlarında da bu ve benzeri açıklamalar vardı.
-Görüşleriniz çok mantıklı efendim. Umarım ki amaçları her neyse hiçbir zaman ulaşamayacaklardır. Biz bu tür gelişmelere pabuç bırakacak bir millet değiliz. Belki biraz vurdumduymaz bir yapıya sahibiz, tüm işlerimizi en sona bırakmayı severiz. Ancak zoru gördük mü neler yapabileceğimizi tarih kaydetmiştir malumunuz.
-Ona hiç şüphe yok Tahsin Bey. Ama yine de şimdiden bu olayların üzerine gidilmeli, tedbirler alınmalıdır.
- Eee ne yapalım o da ilgili birimlerin işi. Biz kendi işimize bakacağız onlar da kendi işlerine. Muhakkak araştırılıyordur. Böylesine önemli iddiaları görmezden gelmek mümkün değil. Hocam umarım daha sonra ayrıntılı olarak bunları konuşma fırsatımız olur. Müsaade ederseniz kampüsü biraz dolaşmak istiyorum
-Tabii, tabii ne demek. Size eşlik edeyim. Beraber turlayalım. Buyurun!
Kampus içerisinde gezinerek diğer bölümler hakkında da bilgi sahibi oldu. Dekanın odasına dönüp birer kahve daha içtiler. Pazartesi görüşmek üzere dekanla tokalaşıp kapıya doğru yöneldi. Odadan çıkarken arkasından seslenen Profesör:
- Tahsin Bey arabanız var mıydı? Sizi ben bırakayım otele.
- Gerek yok hocam. Zahmet etmeyin. Hava çok güzel. Biraz yürümek istiyorum. Ana yoldan dolmuşla geçerim. İlginiz için teşekkür ederim.
-Rica ederim. Ama size bir araba lazım. Arabanız var mı?
-Var ama getirmedim. Uçakla geldiğim için…Sanırım haftaya getiririm.
-Peki Tahsin Bey, iyi günler size.
Hava oldukça güzeldi. Üniversite, şehrin hakim bir tepesi üzerinde kurulmuştu. Karadeniz buradan çok güzel görünüyordu. Dolmuşa binmeyip yürümeyi tercih etti. “Anayola kadar yürüyüp oradan geçerim” diye düşündü. Yokuş aşağı inerken bir istihbaratçı gözüyle çevreyi incelemeye başladı. Kırtasiyeler, eczaneler, ayaküstü atıştırma yerleri vs. Kendi öğrencilik yıllarını hatırladı. Kızılay’da karnını doyurmak için gittiği tavuk dönercide karşılaştığı ve sonradan meslektaş olduğu iki ajan arkadaşını düşününce yüzünde hafif bir tebessüm belirdi.
-Hey gidi günler.
Tavuk dönerciyi hatırlayınca karnı acıkmıştı. “Meydana geçip şöyle güzelce karnımı doyurayım, sonra biraz sahilde dolaşırım. Yarın şehri iyice bir kolaçan ederim. Zaten fazla büyük bir şehir değilmiş. Ana muhitleri öğrensem yeter şimdilik.”
Trabzon, deniz kıyısından itibaren yükselen bir arazi yapısına sahipti. Yerleşim alanının yetersiz olması şehri sahile sıkıştırmıştı. Buraya ilk defa gelen insan bile trafik sıkıntısı çeken bir yer olduğunu hemen anlardı. Yolların darlığı ve azlığı göze çarpan ayrıntılar arasındaydı. Ankara için Kızılay neyse Trabzon için de Uzun sokak oydu. Çok canlı bir yerdi. Lüks alışveriş merkezlerinin çokluğu dikkatlerden kaçmıyordu.
Meydandaki kalabalık müşterisi olan lokantalardan nefis balık kokuları geliyordu. Buğlama, közleme, kızartma… Ne ararsan var. Hamsi ızgarayı gözüne kestirdi. Önündeki tabağa güzel bir şekilde dizilmiş olan hamsileri afiyetle midesine indirirken ne yapacağı, nasıl bir yol takip edeceği hakkında da kafasında planlar yapıyordu. Önce bir daire kiralayacak, basit birkaç eşya ile içini dolduracaktı. Daireyi nereden kiralayacağı konusunda henüz karar vermemişti. Kampüse yakın olsun istemiyordu. Şehrin merkezinde olması onun için daha avantajlıydı. Hatta kiliseye çok yakın olması hepsinden iyiydi ve en mantıklısı da bu olurdu. “Evet evet. Bu en mantıklısı. Olup biteni yakından takip edebilmem için kesinlikle ona çok yakınlarda olmalıyım. Hatta mümkünse karşısında.”
Yemeğini yedikten sonra otelin yolunu tuttu. Kendisi için hareketli bir gün olmuştu. Nemli hava onu fazlasıyla yormuş ve bunaltmıştı. Zaten vakit epeyce ilerlemiş nerdeyse akşam karanlığı bastırmıştı. Odasına çekilip yatağın üzerine sırtüstü uzandı. Ellerini başının altında kenetleyip düşüncelere daldı. “Görelim Mevla neyler.”
Hava değişiminin ve yorgunluğun vermiş olduğu rehavet çok geçmeden gözlerinin kapanmasına neden oldu. Aslında otel, bulunduğu muhit itibariyle gürültüye açık bir yerdeydi. İki yanında da en işlek caddeler bulunan otelde gece yarılarına kadar araba sesleri eksik olmamaktaydı. Otel beş yıldızlı ve gayet de konforluydu. Uyanıp gözlerini araladığında terden sırılsıklam olduğunu gördü. Banyoya girerek serinlemek amacıyla kendini küvetin içine bıraktı. Yarım saat kadar kalıp sonra bir şeyler içmek için aşağıya indi. Lobi pek kalabalık değildi. Garsondan bir kahve getirmesini istedi. Uykusu dağılmıştı. Yöresel gazeteleri karıştırmaya başladığında dışarıda müthiş bir korna sesi, bağrışmalar ve koşuşturmalar olduğunu gördü. Ne olup bittiğini anlayamamıştı ama bu durum Trabzon için alışılmış hallerden biriydi. Garsonu çağırarak neler olduğunu öğrenmek istedi.
-Efendim Trabzonspor Türkiye Kupasını kazandı. Doğal olarak seviniyor insanlar.
- Öyle mi? Maç bugün müydü? Hiç haberimiz olmadı.
Kendisi Galatasaraylıydı. Trabzonspor ile Galatasaray maçları her zaman tatlı bir rekabete sahne olur, doksan dakika tempo hiç düşmezdi. Bu maçları izlemekten büyük bir zevk alırdı. Ama son zamanlarda buna pek fırsat bulamıyordu. Teşkilat içerisinde üstlendiği görevlerin ciddiyeti ve önemi özel hayatını biraz sekteye uğratıyordu.
- Kimi yendi peki?
- Galatasaray’ı efendim.
Tebessümlü bir yüz ifadesiyle garsona teşekkür etti. Kahvesini bitirerek gazeteleri biraz daha karıştırdı.
Ertesi gün yapacak çok işi vardı. Kalkıp tekrar odasına çıktı. Trabzon’da geçirdiği ikinci geceydi bu. Şehrin ışıkları yavaş yavaş kararmaya başladığında kafasının içinden geçenleri sadece kendisi biliyordu…
Göreve başlayalı hemen hemen iki ay olmuştu. Bir hafta önce kiraladığı daireye yerleşmişti. Artık rahat hareket edebilir, asıl görevi için canla başla çalışabilirdi. Bu iki ay zarfında şehri iyice tahlil etmiş, dolaşmış, ne nerede öğrenmişti. Otomobilini de getirmiş Uzungöl, Sumela Manastırı, Sera Gölü ve Hıdır Nebi yaylaları başta olmak üzere gezilebilecek yerlerin hakkını vermeyi de ihmal etmemişti. Hazırlık safhası tamamdı ve işe koyulma zamanı gelmişti.
Etrafı yüksek duvarlarla çevrili bahçe içerisindeki kilise, lojman ve ek binalardan oluşan bir kompleksti. Kilise, Sultan Abdülmecid’in emriyle 1869-1874 yılları arasında Trabzon’a gelen yabancıların yararlanması için yaptırılmıştı ve işlevini günümüzde de sürdürmekteydi. Kilisenin etrafı yüksek duvarlarla çevrili olduğu için içerisini rahatça izlemek mümkün değildi. Kilise bahçesini yakından görebilmenin tek yolu yüksek bir yere çıkmaktı. Uzak fakat uygun konum bulsa kamera ile kayıt yapabilirdi. Çevreye göz atınca kocaman metal harflerle “Trabzon” yazısının olduğu Boztepeyi fark etti. Aslında bu kocaman harfleri daha önceden biliyordu fakat o ana kadar Boztepe hiç aklına gelmemişti. Boztepe denilen bu yüksek tepe şehre en hakim yerlerden birisiydi ve nerdeyse bütün şehir buradan rahatlıkla görülebiliyordu. Yanında taşıdığı kamera ve fotoğraf makinesiyle birlikte tepeye doğru yürümeye başladı. Gözlerinde gözlük, sarıya çalan saçlar, askılı bir atlet ve kısa şort ile onu kimsenin tanıması mümkün değildi. Kılıktan kılığa girme becerisi mesleğinin gereğiydi ve o bunu çok iyi başarıyordu. Hatta bir keresinde eve öyle bir halde gelmişti ki kapıyı açan Hatice onu tanıyamamış, dilenci zannederek eline birkaç kuruş para vermişti. “Cimri kadın ne olacak, sanki dilenciye para veriyor” diye sırıtmaya başlayınca, Hatice eline geçirdiği kepçeyle evin içerisinde onu epeyce kovalamıştı. Boztepe’ye ulaşınca önce biraz nefeslendi. Çay bahçelerinden birinde oturarak manzaranın tadını çıkarmaya başladı. Daha önce buraya birkaç defa çıkmıştı. Bir fincan neskafe yudumladıktan sonra fotoğraf çekmeye başladı. Bulunduğu yerden kiliseyi tam olarak göremiyordu. Kalkıp daha rahat çekim yapabileceği bir yer aradı. Bulduğu yerden kilise çok rahat gözüküyordu şimdi. Önce birkaç fotoğraf çekti. Dijital zum sayesinde resimler çok yakın plandan çekilebiliyordu. Fotoğraf karelerine birkaç yıl sonra öldürülecek olan Rahip Andrea Santoro’da takılmıştı. Kamerayı çıkarıp çekim yapmaya başladı. Görünürde herhangi bir olağan dışı durum yoktu. “En iyisi Pazar günü geleyim, o gün ayin var. Gelip gidenleri daha rahat görüntülerim” düşüncesiyle oradan ayrılarak eve döndü.
Oturduğu ev iki katlı, etrafı duvarlarla çevrili, yakınlarında çok az bina bulunan bir villaydı. Bina, teşkilat tarafından satın alınmıştı. Tahsin için böylesi bir yer gerekiyordu. Çünkü çevrede onu rahatsız edecek herhangi bir durum olmamalıydı. Sık sık kılık değiştirmesi gerekeceğinden bunun fark edilmemesi gerekiyordu. Bütün ihtimaller göz önünde bulundurulmuş, en doğru karar verilmeye çalışılmış ve nihayetinde villa satın alınmıştı. Girip çıkarken kimsenin dikkatini çekmiyordu. Bu durum ona çok rahat hareket etme fırsatı vermişti. Fakat burası yeterli değildi. İkinci bir mekana daha ihtiyacı vardı. Olup biteni daha rahat takip edebileceği ikinci bir mekan… Haftanın dört günü villada kalıyordu. Diğer günler ise…
Kilisenin dış giriş kapısı Pazar günleri açık tutuluyordu. Gelenler arasında gençlerin çoğunluğu göze çarpıyordu. 17-25 yaş arası gençler. Genç kız ve delikanlılar. Ayin yarım saat kadar sürüyordu. Gelenler birer ikişer kiliseyi terk ediyorlardı. Hafta içi de genelde gelenler oluyordu ama bunların sayısı fazla değildi. Bütün bu olup bitenler kilisenin hemen karşısındaki apartmanın beşinci katından rahatlıkla görülebiliyordu.
Rahip Santoro hakkında yapmış olduğu araştırmalar aslında onun göründüğü kadar masum bir din adamı olmadığını gösteriyordu. Trabzon’da misyonerlik faaliyetlerini incelediğinde Santa Maria Kilisesinin, üç dört sene öncesine kadar misafirhane, hatta otel olarak kullanıldığını gördü. Türkiye’yi tanıtıcı turizm kitaplarında bile bu kilise, Trabzon’daki oteller arasında üçüncü sırada gösteriliyordu! Ancak kilisede yoğun bir inşaat faaliyeti vardı. Bundan dolayı misafir kabul edilmiyordu.Yine Santa Maria Kilisesi’nin Pazar ayinlerine katılan bazı kişilere maddi destek sağlandığını tespit etmişti. Her ayinde 100 dolar verildiği halk arasında konuşuluyordu. Söylentilerin doğru olduğunu ulaştığı bazı kaynaklar da doğrulamıştı. Kilise, çok yakışıklı ve genç bir papazı gençler arasında çalışmakla görevlendirdiğinde, durumu ilgili birimlere bildirmiş ve bu gencin takibe alınmasını sağlamıştı. Bu papazın çok sayıda genç kıza Hıristiyanlık telkin ettiğini, misyoner papazların üniversite ve lisede okuyan başarılı öğrencilere çengel attığını ve gençler arasında Hıristiyanlığı kabul edenlerin sayısının tahminlerin çok üzerinde olduğunu da rapor etmişti.
Kilise önünde duran bir kamyonetten ne oldukları belli olmayan sarılıp sarmalanmış epeyce bir malzeme indirilerek içeriye taşındığında, karşıdaki apartmanın beşinci katında bulunan bir çift göz bütün olup biteni en ince ayrıntısına kadar takip etmekteydi.
Bunların ne olabileceği hakkında bir tahmini vardı aslında. Tahmininde yanılmadığını daha sonra anlayacak olan bu kişi Tahsin’in ta kendisiydi. Burası da teşkilatın kiralamış olduğu yerlerden birisiydi. Haftanın en az üç günü burada kalarak kilisede olup biteni takip ediyordu. Apartmanın konumu o kadar iyiydi ki kilisenin bahçesi sanki ayakları altındaydı. Gelişmiş elektronik cihazlar sayesinde içerde konuşulanlar rahatlıkla duyulabiliyordu. Rahip Santoro Roma’daki Katolik misyoner kurulusu “Don Orione Hizmeti” ne bağlı bir rahip olarak Trabzon’a gönderilmişti. “Ortadoğu’ya Pencere” adını verdiği bir projeyi hayata geçirmek için çalışmaktaydı. Tahsin, kaydetmiş olduğu kayıtları defalarca dinlemişti. Papaz Santoro yakın bir arkadaşına bir misyoner olarak Türkiye’deki deneyimlerinden ve hayata geçirmek istediği ’’Ortadoğu’ya pencere’’ adlı kültürel bir projeden bahsetmişti. Proje, Ortadoğu’ya yeniden Hıristiyanlığı tebliğ anlamına geliyordu.
Tahsin, konusunda uzman bir ajan olmanın verdiği güven ve tecrübeyle kiliseye gidip gelen gençlerden birisini bilgi kaynağı olarak kullanmaya başladı. Bu genç, lise son sınıfta okuyan bir öğrenciydi. Derslerinde çok başarılı olan bu gence maddi olarak destek de çıkıyordu.Yaptığı araştırmada gencin anne babasının olmadığını, yakın bir iki akrabasının olduğunu fakat onların da çocuğa sahip çıkmadıklarını görmüş, “Tam aradığım özelliklere sahip” diyerek gençle bir şekilde irtibat kurmuştu. Kilisede olup biten her ne varsa olduğu gibi Tahsin’e aksediyordu.
Tahsin, Rahip Santoro’nun “Ortadoğu’ya Pencere” adını verdiği projeyle Pontus arasında bir bağ olduğunu düşünüyordu. Düşüncelerine göre bu projeyi gerçekleştirebilmenin tek yolu geçmişi kurcalamaktı. Tabii bu düşünce Santoro’ya göreydi. Yoksa böyle bir düşüncenin gerçekleşmesi mümkün değildi. Ama yinede dikkatle izlenmesi ve atılan her adımın takip edilmesi gerekiyordu. Çünkü tarih, imkansız gibi görülen fakat gerçekleşen çok sayıda olayı tozlu yaprakları arasına almıştı.
Meydanda çay içerken kalabalık bir turist kafilesinin alanı doldurduğunu, fotoğraflar çektirdiğini görünce dikkatini bunlara yöneltti. Kafilenin başında uzun saçlarını at kuyruğu şeklinde bağlamış bir adam vardı. Burada birkaç resim çektirdikten sonra belediye binasının önünden geçerek kilisenin bulunduğu mahalle doğru inişe geçtiler. Tahsin bu adamı daha önce de görmüş hatta aynı uçakla İtalya’ya dahi uçmuştu. Uçağın hareket etmesinden hemen önce birkaç dakika sohbet bile etmişlerdi. Adamın havalimanında telefonda karşısındaki kişiyle Yunanca konuşması dikkatini çekmiş ama bunu o anda fazla önemsememişti. Kalkıp turist kafilesinin peşine takıldı. Siyah gözlüklerini takıp takibe koyuldu. Kafile biraz sonra Santa Maria’nın önüne geldi. Sayıları 10-15 kadardı.Tahsin uzaktan bunları gözetliyordu. Kafile kiliseye girer girmez hızlı adımlarla teşkilatın kiralamış olduğu daireye yöneldi. Kameranın kayıt düğmesine basıp kendi de çıplak gözle perde arkasından kiliseyi dikizlemeye koyuldu. Kafile, içeride tam olarak üç saat yirmi dakika kalmıştı. Kapıdan yavaş yavaş çıkmaya başladıklarında hava kararmak üzereydi. Kafile, meydana yakın bir otele gitti. Ertesi gün bunların Yunan turistler olduğunu öğrendi. Kafilenin başındaki Dursun artık şüpheli bir adamdı ve yakın takibe alınması gerekiyordu. Yaptığı incelemelerde bu adamın sık sık yurt dışına çıktığını saptamıştı.
Bir ay sonra yine Yunan turistlerden oluşan bir kafile Trabzon sokaklarında tur atmaktaydı. Onlara şehri gezdiren ise Yunan ajanı olduğu tespit edilen Dursun’du. Bu kafile de ötekiler gibi kiliseye gitmiş fakat ertesi güne kadar çıkmamışlardı. İçerde kaldıkları ve geceyi burada geçirdikleri muhakkaktı. Çünkü kilisenin üst katında misafirlerin ağırlanması için oldukça lüks odalar vardı. Bu bilgiyi kendisine ulaştıran kişi, liseli öğrenciydi. Tahsin’in işine yarayacak çok sayıda bilgi getirmişti bu çocuk. Üst katta bulunan odalar misyonerlik faaliyetleri için kullanılmakta; kilise, ağına düşürdüğü insanlara, bilhassa gençlere bu tür konfor sunarak onları daha da celp etmeye çalışmaktaydı.
Tahmininde yanılmamıştı. Kamyonetten paketlenmiş vaziyette indirilen malzemelerin ahşaptan yapılmış genç karyolaları olduğunu öğrenmişti. Karyolaları imal eden mobilyacıyı bulmuş, meseleyi aydınlığa kavuşturmuştu. Adamın anlattıklarına göre son derece iyi giyimli birisi gelerek yirmi adet tek kişilik ahşap genç karyolası siparişi vermiş malzemeleri hazırlayınca da kurulumlarını bizzat giderek kendisi yapmıştı. Adam, kilisedeki genç odalarının beş yıldızlı otel odalarından farkı olmadığını da eklemişti. Adamın anlattıklarıyla muhbir gencin anlattıkları birbirini teyit ediyordu. Demek ki gençler gündüz misyonerlik faaliyetlerine tabi tutuluyor geceleri de konforlu bir şekilde ağırlanıyorlardı.
Dursun hakkında Ankara’yı bilgilendirmiş, yakın takibe alınan Dursun’un yapılan yoğun çalışmalar sonucunda Yunan istihbaratı adına çalışan bir ajan olduğu tespit edilmişti.
Fakat hakkında yeterince bilgiye ulaşılan bu kişi tutuklanmamış, bilakis faaliyetlerinin izlenmesine karar verilmiş, böylece ilerisi için yatırım yapılmıştı.
Dursun, takibe alındığının farkında değildi. Gizli kapaklı işler çevirmeye devam ediyordu. Dolaştırdığı turist kafilelerinin çoğunluğu Yunandı. Bu kafileler şehirde bir görülüyor bir kayboluyordu. Gittikleri yerler yüksek bölgelerdi. Özellikle ilçelerden birinin bir beldesine yoğun olarak giden bu gruplar halkı bir şekilde kandırıp onlara İncil veriyorlardı. Sadece bununla da sınırlı kalmayan bu guruplar oradaki insanlara çeşitli vaatlerde de bulunuyorlardı. Çocuklarına Yunanistan’da iş imkanları, burslu okuma garantisi veriyor ve onlara aslında aynı soya mensup olduklarını anlatmaya çalışıyorlardı. Kısacası Pontus propagandası yapıyorlardı. Bazen bu çalışmalar sırasında sert tepkilerle karşılaşıyor bazen ise istediklerini elde ediyorlardı.
Kilisedeki bir konuşma, ses kayıtlarına şöyle yansımıştı.
- Çalışmalar ne aşamada peder?
- Merak etme Nikol, çok iyi.
- Herhangi bir sorunla karşılaşıyor musunuz?
- Şimdilik hayır. Umarım hep hayır olur.
- Umarım öyle olur.
Dursun’un asıl adı Nikolas Teodoros’tu. Bu ajan, misyonerlik faaliyetlerinde son derece aktif rol oynayan iyi eğitimli biriydi. Kandırdığı gençleri Yunanistan’a götürüyordu. Bu gençler orada yoğun bir propaganda ve beyin yıkama faaliyetine tabi tutuluyor, ülkeyle olan bağları koparılmaya çalışılıyordu. Yunan başbakanı Selanik’te yaptığı bir konuşmada oldukça mesnetsiz ifadeler kullanmıştı. Bu gençlere ve orada yaşayan Türklere hitaben şöyle seslenmişti:
“Sizler Pontus topraklarından koparılarak getirilmiş ve bir gün koparıldığınız o kutsal topraklara dönmenin hayaliyle yaşayan vatandaşlarımızsınız.”
Bir Yunan başbakanın ağzından çıkan bu sözler karşı tarafın düşüncelerini apaçık ortaya koyuyordu. İşte farklı amaçları olan ama bu amaçlarına ulaşabilmek için sıkı bir işbirliği içerisinde çalışan Yunan ve İtalyan…
Biri Pontus hayali peşinde, öteki Hıristiyan bir Ortadoğu emelinde. Hayallerini tek başlarına gerçekleştiremeyeceklerini fark etmiş olmalılar ki mezhep olarak birbirlerine zıt olmalarına karşın bir araya gelebilmişler.
Kemeraltı çarşısını yokuş aşağı inen iki kişiden birisi onu takip eden diğerinden habersiz, birileriyle buluşacağı meçhul bir yere doğru ağır adımlarla yürüyordu. Çarşı camii yakınlarında epeyce dar sayılabilecek ara sokaklardan birisinin başında durakladı ve sağa sola bakınarak sokağa daldı. Haftalardır peşinde olan Tahsin’den hala haberi olmayan at kuyruklu Dursun, taş duvardan yapılmış olan oldukça eski fakat bir o kadar da sağlam bir binanın önüne gelip kapıdaki tokmağı sanki belirli bir ritimle birkaç kez çaldı. Kapı 10-15 saniye sonra orta boylu, kıvırcık saçlı, 50-55 yaşlarında esmer tenli bir adam tarafından açıldı. Dursun içeriye girerek kapıyı kapattı. Evin karşısındaki küçücük çay ocağına giren Tahsin’in elinde gazete vardı. Oturup gazetesini açan ve çaycıdan bir bardak koyu çay isteyen Tahsin’in bir gözü sürekli evdeydi. Bir yandan gazeteyi incelerken göz ucuyla da karşıdaki binanın kapısını kollamaya başladı. Yarım saate yakın gazete karıştırmakla meşgul oldu. Karşı evin kapısında herhangi bir hareketlilik görülmüyordu.
Tahsin, Dursun adlı Yunan ajanını tam üç haftadır sıkı bir takibe almıştı. Bu süre içerisinde yaptığı bütün faaliyetleri büyük bir dikkatle takip etmiş, gerekli notları alıp bunları defalarca incelemişti. Dursun bu eve haftada iki gün gelip, yirmi otuz dakika kaldıktan sonra çıkıyordu. Evden ayrıldıktan sonra kiliseye gidiyor ertesi gün sabaha kadar oradan ayrılmıyordu. Onu takip ettiği üç hafta boyunca belirli günlerde Uzungöl, Sumela Manastırı, Ayasofya kilisesi gibi tarihi ve turistik yerlere giden turistlere rehberlik yaptığını gözlemlemiş, kalan günlerde ise bu meçhul eve gelip gittiğini tespit etmişti. Amacı adamın ne yaptığını öğrenmek olan Tahsin yavaş yavaş hazırlamış olduğu planı uygulamaya koyma vaktinin geldiğini düşünüyordu. Adamın ne yaptığını, hangi faaliyetlerde bulunduğunu anlamanın tek yolu ise onu bir şekilde sorgulamaktı. Üç hafta sonunda yapmış olduğu planı artık uygulamaya koyabilirdi. Peş peşe birkaç bardak daha çay içti. Görünümüyle yabancı bir insan portresi çiziyordu. Çaycı onu ilk gördüğünde turist sanmıştı. Fakat aralarında geçen konuşmada kendisini çaycıya “Şehir Planlama ve Çevre Düzenleme Uzmanı” olarak tanıtmış, Avrupa Birliği’nin finanse ettiği bir proje kapsamında Trabzon hakkında araştırmalar yaptığını, şehrin bazı yerlerindeki çarpık yapılaşmayı gidermek için alınacak tedbirler ve yapılacak faaliyetler hakkında bir rapor hazırladığını, çay ocağının da içinde bulunduğu muhitte birkaç gün inceleme yapacağını, bu yüzden sık sık çayını içmeye geleceğini söylemişti. Bu vesileyle çay ocağının hemen karşısında bulunan binanın kime ait olduğunu da öğrenmişti. Bina, Fahri Koyuncu adında bir vatandaşa aitti. Binada oturan da Fahri’nin kendisiydi. Tek başına yaşayan bu şahıs, kuyumcuydu ve çevrede yakından tanınan birisiydi. Fakat Tahsin’in isteği üzerine Ankara’dan gelen raporlarda, bu adamın babasının 1920’li yıllarda Trabzon’da kuyumculuk yapan Stelio Bakoyanis adında bir Rum olduğu, nüfus mübadelesinde Yunanistan’a gitmeyip Türkiye’de kaldığı, daha sonra soyadı kanunu kabul edilince Koyuncu soy ismini alarak Türk vatandaşı olduğu, 1958 yılında da öldüğü yazılıydı. Fahri, babasının ölümünden on yıl önce doğmuştu. 55 yaşlarındaki bu adam oldukça zengindi. Trabzon’un muhtelif yerlerinde gayrimenkullar ve işyerleri vardı. Kendisi halen kuyumculukla uğraşmaktaydı.Ertesi gün Fahri’nin dükkanına müşteri kılığında gitmiş ve onu yakından görme fırsatı bulmuştu. Görünürde çok nazik ve efendi birisine benzeyen Fahri’nin maskesi, gelen raporlar üzerine düşmüş görünüyordu. Evinde tek başına yaşayan bu adamın karısı ve çocukları yoktu. 1999 yılında tatil için İstanbul’a gitmişler ve o günlerde meydana gelen Marmara depremi sırasında bulundukları binanın çökmesi sonucu enkaz altında kalarak ölmüşlerdi. İşte o tarihten itibaren yalnız yaşamaya başlamıştı. Adamın evinin bulunduğu sokak çok tenhaydı. Babasından kalma bu evi her nedense terk etmemişti. Evin bulunduğu sokakta çay ocağıyla birlikte iki tane de tekstil ürünleri satan dükkan vardı. En geç akşam dokuzda sokakta in cin top oynamaya başlıyordu. Sadece çay ocağı gece onbire kadar açık kalıyordu. O saatten sonra ortalıkta hayat belirtisi görülmüyordu. Bütün bunlar Tahsin’in üç haftalık inceleme sonucunda tespit ettiği bilgilerdi.
Fahri, akşam evine döndüğünde günün yorgunluğunu üzerinden atmak için banyoya girerek ılık suyla duş aldı. Aldığı bu duş onu oldukça rahatlattı. Küvetin içine uzanıp yanına aldığı içkisini yudumlarken elektriklerin aniden kesilmesi keyfini kaçırdı. Küvetten çıkıp karanlık banyoda el yordamıyla bulduğu bornozu üzerine giyindi. Banyonun kapısını açtığında burnuna gelen keskin bir koku onu anında bayıltmaya yetmişti. Uyandığında evin mahzenindeki penceresiz odanın loş ışığında belli belirsiz bir karartı fark etti. Burnunda hala o koku vardı ve oldukça rahatsız ediciydi.
- Rahatsız ettim Fahri Efendi. Artık kusuruma bakmazsın.
- Kimsin sen?
- Bir dost.
- Ne istiyorsun?
- Ne verebilirsin?
- Hırsız mısın sen?
- Evine izinsiz girdim. Artık ne derlerse…
- Ellerim acıyor. Neden bağladın beni?
- Yaramazlık yapar maparsın?Birazcık sık dişini canım. Zaten gelmek üzeredir.
- Kim gelmek üzeredir? Ne diyorsun sen be. Benimle alay mı ediyorsun?
- Estağfurullah. Senin gibi bir şahsiyetle, hayırsever bir vatandaşla alay etmek bizim haddimize mi?
Çok sayıda üniversite öğrencisine burs veren Fahri, bir çok hayır kurumuna da hatırı sayılır miktarda bağışlar yapıyordu. Özellikle yurtdışında okuyan bir çok öğrencinin finansmanını üzerine almıştı. Ta evine kadar girerek kendisini paketleyen bu meçhul kişinin hırsız olmadığını anlamayacak kadar aptal değildi. Yoksa yakayı ele mi vermişti?
- Peki. Tamam. Benden istediğin nedir?
- Senden sadece bir şey istiyorum bre Bakoyanis.
Rengi bir anda kül gibi oldu. Neyle karşı karşıya olduğunu anlamakta zorluk çekmeye başladı. Zira bu adam her kimse asıl ismiyle hitap etmişti ona. Oysa bunu kimsenin bilmesine imkan yoktu. Çünkü resmi kayıtlarda ismi Fahri Koyuncu olarak geçiyordu. Hücrelerinin titrediğini hissetti. Kalp atışları hızlandı, nefes alıp vermesi hızlandı, göğsü daraldı. Gazlı bezin de etkisiyle daha fazla dayanamadı ve midesini boşalttı.
Dursun’un eve gelme saati yaklaşıyordu. Kalkıp adamın ağzına bir bandaj çekti. Ayaklarını da bağlamayı ihmal etmedi. Biraz sonra kapı çalınmaya başladığında oyunun sahneye konulma zamanı gelmişti. Yönetmende, senaristte, başrol oyuncusu da Tahsin’di artık.Yerin iki kat altında bulunan bu rutubetli mahzenden yukarıya çıkıp kapının arkasına saklanıp sol eliyle kolu çevirdi. İçeriye adım atan Dursun’un kafasına silah dayadı ve onu mahzene doğru ağır adımlarla itelemeye başladı. Neye uğradığını anlayamayan Dursun donakalmıştı. Arkasına dönme cesaretini kendinde bulamadı. Merdivenlerden aşağıya yavaşça indiler. Ellerini arkadan kelepçeleyen adamın kim olduğunu merak etmemesi imkansızdı. Nihayet yere oturtulup ayakları bağlanmaya başlayınca hasmının yüzünü loş ortamda az da olsa fark edebildi.
Bir an bağırıp imdat istemeği düşündüyse de etrafta onları duyacak kimselerin olmadığını çok iyi biliyordu. Saat gecenin ikisiydi ve bu lanet olası binanın mahzeninden sesini kimsenin duymasına imkan yoktu. Tahsin’in içinden o anda şunlar geçiyordu. “Ülkemiz üzerinde bir takım çirkin emelleri olan ancak bu emellerinin boş bir hayalden öteye geçme şansı bulunmayan şer odaklarına bağlı iki pislik, Türk insanıyla uğraşmanın, onları kandırmaya çalışmanın, içlerine nifak tohumları ekmenin, öz be öz Türk kanı taşıyan vatan evlatlarının memleketi Trabzon’u bir Rum şehri yapmak gibi gülünç bir ideolojinin divanelerinden olan bu iki pislik, biraz sonra, yapmış oldukları her yıkıcı ve bölücü faaliyetin hesabını verecekler.”
Tahsin, sandalyenin üzerine ayağını koyup, cebinden çıkardığı paketten bir sigara alıp yaktı. Bir iki nefes çektikten ve üfledikten sonra:
- Anlat bakalım Dursun işler nasıl?
- Adımı bildiğine göre işleri de biliyorsundur.
- Yoksa Nikolos’mu demeliydim. Nikolos Teodoros.
Dursun bir ajandı ve oldukça da tecrübeliydi. Asıl adı Nikolos’tu. Kimlerin eline düştüğünü fark etmişti etmesine de kimin eline düştüğünü anlayınca küçük dilini yutmamak için epeyce çabalayacaktı.
- İtalya’ya gidip geliyor musun hala?
- !...
- Ne o, şaşırdın galiba.
- Kimsin sen?
- Bak sen şu işe. Ne tesadüf ki Fahri Bey’de az önce aynı soruyu sordu.
- Nerede o, ne yaptın ona?
- Epeydir seni bekliyor. Gelmeyince merak etti adamcağız.
Bitişikteki odadan Fahri’yi alıp getirdi ve duvarın kenarına oturttu. Her ikisi de başlarına ne gibi bir belanın geldiğini az çok tahmin etmiş gibiydiler. Yapacakları pek bir şey yoktu. İkisinin de elleri ve ayakları bağlıydı. Tahsin konuşmaya başladığı andan itibaren seslerini çıkartmadan dikkatle onu dinliyorlar ve hareket etmiyorlardı. Odanın içerisinde sağa sola gezinen bu adam, sinirlerini oldukça yıpratmıştı Dursun’un.
- Bana her şeyi anlatacaksınız, her şeyi.
- Hangi konuda?
- Kemençenin bir Türk çalgısı mı yoksa Rum çalgısı mı olduğu konusunda.
- Ne demek istiyorsun?
- Şunu demek istiyorum Dursun efendi. Bu kemençe var ya bu kemençe… Ulan bana bak piç kurusu. Seni dilim dilim eder Karadeniz’de köpekbalıklarına ziyafet çekerim, anladın mı? Bana adam gibi cevap ver. Neler çeviriyorsunuz bir bir öteceksiniz tamam mı?
- Neler çeviriyormuşuz sen söylesene.
Dursun karanlıkta tam seçemediği yüzün sahibini sanki daha önceden tanıyormuş gibi bir hisse kapıldı. Bu sesi daha önce duymuştu sanki. Evet evet, kesinlikle duyduğundan emindi. Ama nerede, ne zaman hatırlayamıyordu.
- İstersen önce senden başlayalım Niko. Bu adamdan mı alıyorsun paraları?
- Bak! Her kimsen neden bahsettiğini anlamıyorum arkadaş. Ben turist rehberiyim. Adım Dursun. Fahri amca benim akrabamdır. Trabzon’a her gelişimde kendisini sık sık ziyaret ederim. Amacın paraysa, istediğin kadar verelim al ve git. Bizden ne istiyorsun?
Nikolos, Tahsin’in neyi kastettiğini çok iyi anlıyordu. Ne de olsa tecrübeli bir ajandı. Ama kaçamak cevaplar vererek zaman kazanmaya çalışıyordu.
-Yaptığınız bütün pis işleri anlatacaksınız. Türkiye ve yurtdışındaki bağlantılarınız kimler, Trabzon’da yürüttüğünüz misyoner faaliyetler neler, hangi aşamada ve kimler tarafından yürütülmekte. Rahip Santoro ile ilişkiniz nedir ve hangi düzeyde. Sizin gibi Yunan piçlerinin İtalyan bir papazla ne işi olabilir?
Her ikisi de artık emindiler ki karşılarında duran bu kişi sıradan biri değildi ve haklarında olduğundan fazla bilgiye sahipti. Neyle karşı karşıya olduklarını anlamış olmakla birlikte şaşırmışlardı aynı zamanda. Tepelerine binen bu adam bir ajan ise, tarzı hiç alışılagelmiş olanlardan değildi. İstihbaratta işlerin böyle yürümediğini biliyordu. Böylesine önemli operasyonlarda mutlaka ekip çalışması yapılırdı. Eğer binada başka birileri yoksa bu adam bu işi tek başına gerçekleştirmeğe nasıl cesaret edebilmişti?
Tahsin, çoğu görevinde tek başına çalışmış sıra dışı bir istihbaratçıydı. Galip Hoca’nın onda ısrar etmesi, herkeste olmayan üstün özelliklerini keşfetmiş olmasından kaynaklanıyordu. İnsanları etkilemede, olayları istediği yöne çekmede ondan daha mahir hiç kimseyi tanımamıştı. Şimdiki görevinde de zekasının gerektirdiği şekilde hareket etmeyi başarmış, birkaç hafta gibi kısa sayılabilecek süre içerisinde son derece önem arz eden görevini tamamlama yolunda büyük bir adım atmıştı.
İkisine de yapmış olduğu etkili iğneler onları yavaş yavaş uyuşturmaya başlamıştı. Bu ilaçlar, yakalanan suçlu veya şüphelileri konuşturmak amacıyla kullanılıyordu. Yapılan enjeksiyonun etkisi görülmeye başladığında, insanda bir gevşeme, hissizlik, uyuşukluk gibi haller meydana gelir, kişi bağırmak istese bağıramaz…Sorulan soruları da bildiği takdirde doğru cevaplandırır. İşte bu iğneden yiyen iki Yunan ajanı bülbül gibi şakımaya başladı. Rahip Santoro ile olan ilişkilerinden, yapmış oldukları misyoner faaliyetlere kadar bildikleri her şeyi bir bir döküyorlardı.
- Çalışma sisteminiz nasıl? Ne şekilde örgütlendiniz?
- Görev çoğunlukla dört kişinin üzerinde. Ben, Bakoyanis, Marta ve rahip…
- Hangi rahip bu?
- Santoro.
- Marta kim?
- Kadınlardan sorumlu olan arkadaşımız. Rahibedir kendisi.
- Ama değil aslında değil mi?
- Evet değil. O da benim gibi.
- Ajan yani.
- Evet öyle.
- Çalışma sisteminiz nasıl işliyor, kimlere çengel atıyorsunuz, kimlerle ilgileniyorsunuz ?
- Hedef kitlemiz, ailesiyle sorunlu olan, pek kimsesi olmayan ve maddi olarak aç durumda bulunan gençler.
- Okullarda da faaliyetleriniz var mı?
- Var ama o kadar etkili değil.
- Nasıl yani? Lafı geveleme, doğru dürüst anlat şunu.
- Yani çok rahat hareket alanı bulamıyoruz okullarda. Belki dininden uzak bir gençlik gibi görünüyor gençleriniz ama milli ve dini duygularına dokunulduğunda tam tersine aslan kesiliyorlar. Birkaç defa İncil dağıtma girişimimiz olmuştu. İncilleri dağıtması için görevlendirdiğimiz genç, kendi arkadaşları tarafından çok feci bir şekilde dövülmüştü. Diğer girişimlerimizde de benzer durumlarla karşılaştık. Bu nedenle okullara fazla yanaşmıyoruz. Hep ferdi olarak davet ediyoruz insanları İncil’e.
- Davet ediyorsunuz demek. Parayla, kadınla kandırmıyorsunuz da davet ediyorsunuz demek. Bak şimdi çok duygulandım işte. İşin garibi ben duygulandığım zaman çok değişik bir ruh yapısına bürünüyorum Niko. Ne yaptığımın farkına bile varamıyorum böylesi durumlarda. Kazayla elim değer meğer yanlış anlamayasın sakın. Bu güne kadar kaç kişiyi dininden döndürebildiniz.
-Elimizdeki bilgilere göre iki bin civarı.
-Peki söyle bakalım.Trabzon’da Fener Rum Patrikhanesi tarafından “Din-Bilim ve Çevre” konulu bir sempozyum düzenlenmişti. Sempozyum komitesinin dağıttığı haritalarda Karadeniz, Pontus Gölü olarak gösterilmiş, başta Doğu Karadeniz olmak üzere Karadeniz’deki yerleşim birimlerinin isimleri Rumca yazılmış, Trabzon ise Trapezus olarak adlandırılmıştı. Siz bu faaliyetlerin içerisinde miydiniz?
-Evet sempozyum düzenlenmesini isteyen ve sağlayan biziz. Katılanlar arasında yüzlerce papaz ve yerli işadamı vardı. Fener Rum Patriği Barthelemeos’da vardı. Karadeniz sahilini tamamen Yunanistan toprağı olarak gösteren haritayı bizzat Patrik kendi elleri ile dağıtmıştı.
- Son zamanlarda Trabzon’da meydana gelen olaylarla ilişkiniz var mı?
- Çoğu olayla ilgimiz var…
Trabzon’da yakın zamandaki ilk kışkırtma Dünya Kupası Eleme maçında yabancı bir milli takımla oynanan maçta başlamıştı. Milli duyguları oldukça yüksek olan Trabzonlular, stadyumdaki bayrak azlığı bahanesiyle milli olmamakla suçlanmışlardı. Bu, Trabzonlulara yapılan çirkin bir eleştiriydi. Trabzonlular için vatan ve bayrak çok hassas bir konuydu. Trabzonlular özellikle bu iki milli konuda rahatlıkla canlarını seve seve verecek kadar milliyetçi insanlardı. İşte, bu olay yakın tarihte Trabzon’daki ilk kıvılcımdı. Amaç Trabzon ve Trabzonluları küçük düşürmekti. PKK, Türkiye’nin birçok yerinde gayet bilinçli ve örgütlü bir şekilde yuvalanmaya başlamış ancak örgütlenemediği tek yer olan Karadeniz’de özellikle de Trabzon’da çeşitli girişimlerde bulunmaya başlamıştı. Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesinde, iç ve dış düşmanlar tarafından kışkırtılan insanlar ülkelerine karşı asi olmaya ve bir takım komplolara kurban giderek eylemler yapmaya başlamışlardı. Ayrıca İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Bursa gibi şehirlerde PKK ciddi bir şekilde örgütleniyordu. Ancak Karadeniz bölgesinde, özellikle de Trabzon‘da istedikleri ortamı bir türlü oluşturamıyorlardı. Sanki tüm yıkıcı unsurlar ağız birliği yapmışçasına Trabzon’a saldırıyordu. PKK, misyonerler vs…
Niko, anlattıklarıyla işin boyutları hakkında oldukça önemli bilgiler vermişti Tahsin’e. Niko’yu dikkatle dinleyen Tahsin şu analizi yapmıştı.
“Türkiye’deki Müslüman nüfusun Hıristiyanlaştırılması yalnızca Trabzon’da değil, ülkenin çeşitli şehirlerinde oldukça yaygın bir biçimde yürütülen bir çalışmaydı aslında. Bu çalışmada misyonerlerin ve misyonerlere bu misyonu yükleyenlerin asıl amaçları Türk milletini kurtarmak değildi elbette. Çeşitli vaatler ve etkilemeler neticesinde din olarak Hristiyanlığı seçecek olan bir kişi zamanla öz benliğini ve milli duygularını kaybedecek, kendisini Batılı, yani Avrupalı olarak görmeye başlayacaktı. Bu kişilerin çoğalması ile Batılılar Türkiye’deki etki alanlarının sayısını artırmakla kalmayacaklar, toplum içerisinde gelişmesi muhtemel olan milliyetçi refleksleri de köreltmiş olacak ve kontrol altına alacaklardı. Misyonerlik faaliyetleri insanların, bilhassa gençlerin içerisinde bulunduğu maddi yada manevi boşluğu takip ederek, bir takım vaatler yapmakta bunun neticesinde Türklerin Hristiyanlaşmasına neden olmaktaydı. Misyonerlerin asıl amacı insanları kendi dinlerine çekmek değil, onları körelterek, hissizleştirerek, milli manevi duygularından yoksun bırakarak tamamen batı zihniyetli bir toplum haline getirebilmekti. Yani olay dini bir olay değildi ve tamamen siyasi içerik taşımaktaydı.Yoksa yüzyıllar boyunca Türk topraklarının her dinden insana kucak açması, dini, dili, ırkı farklı insanların bir arada ve kardeşçe yaşamaları nasıl izah edilebilirdi. Demek ki dava dini olmaktan ziyade tamamen başka amaçlar gütmekteydi. Doğu Karadeniz’de bu tür çalışmalar çok daha yoğun bir şekilde yürütülmekteydi. Trabzon’da bulunan Santa Maria Katolik Kilisesi bu faaliyetlerin merkezlerinden birisiydi Trabzonlu gençlere ayinlere katılmaları karşılığında para teklif ediliyor, maddi olarak zor durumda olan bu şehrin bazı bilinçsiz gençleri de bu sinsi oyuna alet oluyorlardı. Bir diğer tehlike ise şehrin Rumlaştırılmasına dair çalışmalardı. Bunun için izlenen yol toplum yapısının olduğundan farklı gösterilmeye çalışılmasıydı. Bu durum oldukça uzun planlar dahilinde ele alınan, son derece sinsi yürütülen faaliyetlerden ibaretti. Yapılan gizli fakat etkili propagandalar Trabzon’un toplum yapısının çoğunlukla Rum olduğu yönünde son derece saçma ve akıl almaz bir iddiadan oluşuyordu. Oysa Trabzon’da Rum varlığı yıllardan beri azala gelmiş ve son olarak nüfus mübadelesi ile tamamen bitmişti. Bugün Trabzon’un hiçbir yerinde, ilçesinde, beldesinde, köyünde yerleşik bulunan hiçbir Rum topluluğu bulunmuyordu. Kuyumcu Bakoyanis gibi belki birkaç istisna bunun dışındaydı. Trabzonlulara Laz denmesi ise propagandanın başka bir boyutunu oluşturuyordu. Çünkü Lazlar Gürcü kökenli etnik bir gruptu ve Türkiye’de Artvin ve Rize taraflarında çok seyrek olarak yaşamaktaydılar. Şehrin Laz sıfatıyla anılması da işte bu faaliyetlerin bir sonucuydu. Maksat Trabzon insanının kökenini karışıkmış gibi göstermek ve insanların bilinçaltına şüphe tohumları ekmekti. Oysa ki Trabzon’da bir Rum yerleşimi bulunmadığı gibi, herhangi bir Laz yerleşimi de mevcut değildi. Yani şehir halkı öz be öz Türk’tü ve bunu değiştirmeye hiçbir şer odağı muvaffak olamayacaktı. Güneydoğu Anadolu bölgesinden yayılan bir etnik milliyetçiliğin Türkiye’nin başına nasıl bela olduğu acı bir gerçekti. Bu, ülke aleyhinde çalışanlar için oldukça kolay bir çalışmaydı. Çünkü Güneydoğu Anadolu bölgesinde farklı etnik kökenlerden insanlar yaşıyordu ve bütün iş bunları kışkırtabilmekten ibaretti. Benzer bir projeyi Karadeniz’de de uygulamak isteyen şer odakları için temel sorun Karadeniz insanının Türk etnik temeline mensup olmasıydı. Karadeniz’de devlete ve vatana bağlılık bir fanatizm boyutu taşıyordu. Bu engeli aşmanın yolu, insanların mana alemlerine atılacak bir mürekkep damlasının yayılması idi. İşte Trabzonluların etnik olarak Türk olmadıkları iddiasının asıl ve en mantıklı sebebi bundan başkası olamazdı. Bu adımların bir başka parçası da, diğerlerinden daha farklı olarak, tepkisizleştirme ve sindirme faaliyetlerine yönelikti. Halkın olaylara tepkisini ölçmek için zaman zaman tertipler düzenlemişler, yıllardan beri yapmış oldukları çalışmaların etkilerini görmeye çalışmışlar, fakat her defasında hayal kırıklığına uğramaktan kurtulamamışlardı. Çünkü Trabzon halkı devletin aleyhine olabilecek her türlü çirkin ve pis işi en sert şekilde tepkiyle karşılamış Türklüğün gereği olan vatana bağlılık duygusunu her defasında göstermiş, tepkisizleşmediğini, hissizleşmediğini ortaya koymuştu. Kısacası ne yaparlarsa yapsınlar hedeflerine asla ulaşamayacaklardı. Ama çirkin emellerinden vazgeçmeyecek olan bu odaklar çalışmalarına da devam edeceklerdi.”
İşte böyle düşünüyordu Tahsin ve düşüncelerinde ne kadar haklı olduğunu şimdi bir kez daha anlamıştı.
Niko’nun verdiği bilgiler Trabzon hakkında oynanan oyunların ne boyutta olduğunu anlatmaya yetmişti. Kuyumcu Bakoyanis yapılan faaliyetlere maddi destek sağlıyordu. Dönen dolapların baş aktörlerinden olan bu ikisi cezasını çekmeliydi elbette.
- Size ne yapacağımı düşünüyorsunuz söyleyin bakalım.
- ?...
Mahsen bir anda sessizliğe büründü. İkisinin de ağzını bıçak açmıyordu. Bakoyanis’i tutup kaldırdı ve odadan dışarıya çıkardı. Yaklaşık dört dakika sonra geri döndü. Yapılan iğne de etkisini kaybetmişti artık. Niko’nun bilinci eski haline dönmüştü.
- Ne yaptın ona?
- Çok yoruldu bu gün. Yukarı çıkardım ve yatağına uzattım. Biraz dinlensin. Onunla fazla işim yok, hesabım seninle Dursun Efendi. Söyle bakalım ben kimim?
- Şeytan olabilirsin tam emin değilim.
- Merak etme şeytan değilim ama senin şeytanla tanışmanı sağlayabilirim. Tahsin diye birini tanıyor musun sen?
- Tanıdığım birkaç Tahsin var.
- Haznedaroğlu ismi sana bir şey çağrıştırdı mı?
-?...
Bu ismi bir yerde duymuştu ama tam emin olamadı. Zihnini yoklamaya başladığı anda duvardaki elektrik düğmesine dokunan parmaklar odadaki loş ortamın bir anda yerini aydınlığa bırakmasını sağlamıştı. Üst kattan sızan loş ışıklar o ana kadar bu meçhul kişinin yüzünü gizlemişti ama şimdi karşısında duran yüzü çok net biçimde görüyordu.
- Sen osun.
- Kim?
- Evet evet o. Demek….
- Aferin sana bak ne kadar kolay hatırladın.
- Lanet olası o…. çocuğu.
- Memnun oldum ben de Tahsin.
- Canın cehenneme barbar Türk.
- Yoo, işte burada yanıldın bre Bizans köpeği. Cehenneme gidecek olan ben değilim.
- Umarım senin sonun da böyle bir mahzen de olur.
- Seni burada geberteceğimi de nerden çıkardın?
Nikolos sonunun geldiğini anlamıştı. Karşısında duran bu Türk’ün şaka yapmadığı her halinden belliydi. Ama böylesi durumlarda ne yapabileceğini bilen tecrübeli bir ajandı. Henüz her şeyin bitmediğini, bir şansı olduğunu biliyordu. Tahsin’in sorularını cevaplarken bir yandan da ellerini birbirine kenetleyen kelepçeyi açmak için uğraşmış ve bunu başarmıştı. Tahsin, onun ağzına yeniden bandaj çekti, ayaklarını çözdü ve ayağa kaldırdı. Niko, ani bir hareketle Tahsin’e şiddetli bir yumruk attı ve yere yıktı. Üzerine çullanıp gırtlağına yapıştı. Tahsin belindeki tabancayı çekmeye fırsat bile bulamamıştı. Niko tabancaya el attığında hemen müdahale edip elini bileğinden yakaladı. Bir eli Tahsin’in boğazında olan Niko silahı her ne kadar hasmına doğrultmaya çalıştıysa da bunda başarılı olamadı. Tahsin, Niko’nun elini birkaç defa yere hızla çarparak silahın düşmesini sağlamıştı. Hızla yere düşen silah iki metre kadar uzaklarına gitmişti. Niko iki eliyle birden Tahsin’in boğazına iyice yüklenmeye başladı. Tahsin nefes almakta zorlanıyordu. Gözleri kararmaya başladı. Boğulmak üzereydi. Birden parmağındaki kaşlı yüzüğe ilişti gözleri. Özel olarak tasarlanmış olan bu yüzük küçük bir silah gibiydi. Açıldığında içinden bir santim kadar ince fakat çok sert ve sivri bir çivi çıkıyordu. Sağ elinin başparmağıyla yüzüğün kaşını açmayı başardı ve anında Niko’nun kafasına sapladı. Acıyla yana düşen Niko neye uğradığını şaşırmıştı.Yerden doğrulan Tahsin birkaç kez öksürerek kendini toparlamaya çalıştı. Bir müddet oturduğu yerden kalkamadı. Niko yerde kıvranırken onu seyretti. Kendini iyice toparladığında Niko’nun ellerini yeniden kelepçeledi ve yarı baygın haldeki Niko’yu sırtına alıp yukarıya doğru ağır adımlarla çıkarmaya başladı. Üst kattaki odalardan birinde yatakta yatmakta olan Bakoyanis, Tahsin’in sırtında Niko’yu görünce onu ölmüş sandı ve içi korkuyla doldu bir anda. Tahsin onu banyoya soktu.
Sırtından indirerek başını önceden su doldurmuş olduğu küvetin içine birkaç defa sokup çıkardı ve:
-Sen, Arslan Bulut’un “Çift Başlı Yılan” adlı kitabını okudun mu Niko?
-Canın cehenneme.
-Oysa ben Silias Zagorakis’in “Hayalimdeki Büyük Yunanistan” adlı kitabını okumuştum Niko. Arslan Bey’in kitabında bu topraklarda binlerce yıl önce Türklerin yaşadığı belgelerle ortaya koyuluyor. Zagorakis ne yapmış dersin? İddialarının hiçbirini bir belgeye dayandıramamış. Sen işte bunun için ölüyorsun Niko. Bu topraklar binlerce yıl öncesinden de bizimdi, şimdi de bizim, kıyamete kadar da bizim olacak. Siz kendi kısır döngünüz içerisinde bocalayıp duracaksınız, diyerek Niko’nun başını bir daha çıkarmamak üzere suya bastırdı.
Kısa bir süre sonra çırpınışları biten Niko, hayatının bir küvette son bulacağını bilemezdi. Az önce ölümden dönen Tahsin, banyoda ayaklarını uzatmış ve duvara yaslanmış olarak kendine gelmeye çalışırken ağzından şu cümleler döküldü. “Bir milletle uğraşmanın, insanlarını siyasi emeller uğruna dininden döndürmenin, ülkemizi bölmeye çalışmanın cezasını çektin Niko. Senin gibiler asla istediklerini elde edemeyecekler. Bu vatanı bölmeye kimsenin gücü yetmeyecek. Buna kalkışanların sonu senin gibi hep hüsran olmuştur ve olmaya da devam edecektir.”
İçerde yatmakta olan Bakoyanis sıranın kendisine geldiğini anlamıştı. Korkudan tir tir titriyordu. Boğularak ölmek istemiyordu. İstediği gibi de olacaktı zaten. Tahsin, Bakoyanis’in yanına gelip onu kaldırdı ve masanın önündeki sandalyeye oturtarak susturucu taktığı silahı başına dayadı. Bakoyanis’in kafasından, kurşunla birlikte kim bilir neler geçiyordu o anda. Ayaklarını ve ellerini çözdü, ağzındaki bandajı çıkardı. Cebinden çıkardığı eldivenleri giyinip bir mendille silahın her yerini iyice temizledi ve Bakoyanis’in eline tutuşturdu. Daha sonra silahı Bakoyanis’in yan taraftan aşağıya doğru sarkmış olan elinin hizasında yere bıraktı. Başı masaya düşmüş olan Bakoyanis’in gözleri açık olmasına rağmen artık göremiyordu.
İki gün sonra basın, aralarında alacak verecek meselesi olduğundan şüphelenilen iki kişinin ölüm ve intihar haberlerini manşetlere taşımıştı. “Dost oldukları bilinen Dursun ve Fahri isimli bu şahıslar bilinmeyen bir sebeple tartışmış, aralarında çıkan münakaşa sonucunda Fahri, Dursun’u önce başından yaralamış ve küvette boğarak öldürmüştü. Daha sonra bu duruma dayanamayıp kendini silahla vurmuştu.” Olay, basında bu şekilde yer bulurken, polis yetkilileri de bu söylentilerin yanlış olduğunu belirten herhangi bir açıklamada bulunmamışlardı. Yani görünürde bir cinayet ve akabinde intihar vardı. Fakat Dursun’un başından yaralanmasına neden olan nesne her neyse bir türlü bulunamamış ve sır olarak kalmıştı.
**
*
Sırtına dokunan bir elle irkildiğinde rengi sapsarıydı. Nehirde boğulan kadının arkasından bakarken ölümden döndüğü bu olayı hatırlamıştı. Niko tarafından nerdeyse boğularak öldürüleceği bu olayı. Kendi kendine hafifçe mırıldandı. “Ne günlerdi.”
- Bir şey mi söyledin Tahsin? Hayırdır rengin sapsarı olmuş. Bir şey mi oldu?
- Yok bir şey Necati, gidelim artık. Tek hedefimiz kaldı.
- Nesim.
- Evet Nesim.
- Hiç bir iz yok değil mi?
- Şimdilik yok ama olacak. Eninde sonunda bulacağız o köpeği.
Dominic her ne kadar polis teşkilatından atılmış eski bir polis olsa da teşkilatla ilişkilerini tamamen koparmış değildi. Teşkilatta çalışan çok sayıda arkadaşı vardı. Bu arkadaşları sayesinde önemli bir çok konudan haberdar oluyordu. Handan hakkındaki bilgileri de emniyetteki arkadaşları sayesinde almıştı. Handan hakkında Fransız polisinde bir dosya olduğunu ve bu kadın hakkında bir soruşturma yürütüldüğünü öğrenmiş, durumu Lorent’e bildirmişti.
Tahsin İtalya’dan Fransa’ya sık sık gelir, Dominic ile görüşür, ondan bir takım bilgiler alırdı. Bu görüşmelerde Lorent adını kullanırdı. Dominic onu Lorent adıyla tanımaktaydı.
Handan hakkında almış oldukları bilgiler onlar için ele geçmez bir fırsattı. Necati’yle bir plan yapmışlar, Dominic vasıtasıyla sahte birer polis kimliği edinmişler ve planlarını hayata geçirmişlerdi. Örgütün Avrupa sorumlusu olan bu kadının ortadan kalkmasıyla iyice rahatlamışlardı. Listelerindeki isim sayısı sadece birdi artık.
14.BÖLÜM
Roma yeni bir güne başlarken mağaza kapısından içeriye giren kişiyi ilk fark eden Necati olmuştu. Önce gözlerine inanamayan Necati bir an donuk gözlerle gelen bu adamı seyretmiş, ne söyleyeceğini, ne yapması gerektiğini bilememişti. Karşısındaki şahıs da Necati’nin bu durumunu fark etmişti. Ağzından sadece iki kelime çıktı.
-Görüşmemiz mümkün mü?
Belli etmemeye çalışarak kendini toparlamak isteyen Necati bir an duraksadı ve sessiz kaldı. Daha sonra öfke ve şaşkınlık arası bir ses tonuyla ve ciddi bir yüz ifadesiyle adama dönerek:
-Pardon beyefendi! Ne hakkında görüşmek istemiştiniz.
-Sizi ve beni çok yakından ilgilendiren bir konu hakkında.
-Peki ama tanışıyor muyuz?
-Hayır, fakat bunun bir önemi yok. Anlatacaklarım çok önemli.
-Üzgünüm senyor. Sizi tanımıyorum. Tanımadığım biriyle ne hakkında görüşebilirim ki? Ama madem ısrar ediyorsunuz o halde yukarı buyurun orada görüşelim.
Necati adamı tanımıştı ama, olayın ne anlama geldiğini çözmeye çalışıyordu. Hiç beklemedikleri bir anda çıkıp gelen bu şahıs neyi amaçlıyordu. Kendilerini tanımış mıydı? Tanımış olsa burada ne işi vardı?
Kafası işte bu sorularla allak bullak olan Necati, adamı ofise çıkardı ve Tahsin’i aradı.
- Çabuk buraya gel Alberto. Çok önemli.
- Ne oldu Carlo? Neymiş bu kadar önemli olan.
- Bırak soru sormayı. Burada bizimle görüşmek isteyen biri var. Bizi ve kendisini çok yakından ilgilendiren bir konu hakkında konuşmak istiyormuş. Bir an önce gelsen iyi olacak…
Yarım saat sonra mağazaya gelen Tahsin, Cevat’a Necati’yi sordu.
- Yukarda. Yanında da şey var…
- Kim var?
- Kendin gör.
- Adamı meraktan çatlatırsınız siz.
Merdivenlerden yukarıya çıkarken ofiste oturan adamı gördü. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Olduğu yerde bir süre öylece bekledi. Adam Tahsin’i fark etmemişti henüz. İçerde Necati’yle birlikte oturuyorlardı. Merdivenlerden aşağıya inip Cevat’ın yanına geldi. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Elini kaldırıp bir şeyler diyecek gibi olduysa da ağzından tek kelime çıkmadı. Elini çenesine götürüp sağa sola bakınmaya başladı. Bir müddet öylece sessiz kaldı. Derin düşüncelere dalmıştı. Bu adam burada ne arıyordu? Bu bir tesadüf müydü? Deşifre mi olmuşlardı yoksa? Eğer açığa çıktıysalar bu adam buraya hangi cesaretle gelebilmişti?
Kafası allak bullak oldu. Bir an önce yukarıda bekleyen adamın niyetini ve ne amaçla buraya geldiğini öğrenmek zorundaydı. Kendini toparladı, gömleğinin yakalarını düzeltti ve merdivenlere yöneldi.
Tahsin içeriye girince adam Necati’yle birlikte ayağa kalktı. Tokalaştılar ve yerlerine oturdular.
- Beyefendi bizimle görüşmek istiyormuş Alberto.
- Ben Alberto, sinyor … ?
- Nesim. Benim adım Nesim bay Alberto.
Tahsin ve Necati’nin yüz ifadeleri birden değişti. Adam gerçek adını kullanmıştı. İyice şaşırmışlardı. Şaşkınlıkla birlikte merakları da arttı.
- Adınız Nesim olduğuna göre yabancısınız? Türk müsünüz yoksa?
- Hayır Kürt’üm.
- Türk vatandaşısınız yani?
- Hayır efendim.Ben vatandaşlıktan çıkarıldım. Kürt’üm ben.
- Peki bizimle hangi konuda görüşmek istiyorsunuz Nesim bey.
- Bakın beni buraya Fransız dostunuz olan Dominic gönderdi.
Necati’yle birbirlerine baktılar. Bir süre sessizlik oldu. Şaşırmışlardı. Adamın blöf yapıp yapmadığını anlamaya çalıştılar. Nesim’i ayaklarına kadar gönderen gerçekten Dominic olabilir miydi? Eğer bu doğruysa Dominic onları nasıl bulmuştu? Kendilerinin Fransız olmadığını, İtalyan olduğunu anlamıştı demek ki. Anlamakla da kalmayıp izlerini de bulmuştu. Hepsinden daha vahimi gerçek kimliklerini öğrenmiş olma ihtimaliydi. Bunu anlayabilmeleri şimdilik olağan dışıydı, ancak birazdan her şey belli olacaktı.
- Dostumuz Dominic ile tanışıyorsunuz demek?
- Pek sayılmaz aslında. Tanışalı henüz bir ay oldu.
- Peki Nesim bey! Dominic sizi bize niçin gönderdi. Bize, geleceğinizden bahsetmedi. Size nasıl yardımcı olabiliriz?
- Bakın Bay Alberto. Ben PKK’nın Avrupa sorumlularından biriyim. Daha doğrusu biriydim.
- Nasıl yani?
- Yani örgütün Fransa’daki kasasıydım. Bütün hesaplar benim üzerime. Bankalarda adıma kayıtlı yüklü miktarda para var.
- Eee bunun bizimle ne gibi bir ilgisi var anlayamadım.
- Sizinle ilgisi yok tabi ki. Ama isterseniz olabilir.
Necati’yle yine göz göze geldiler. Adamın ne demek istediğini anlayamamışlardı. Necati daha fazla dayanamadı ve lafa karıştı.
-Daha açık konuşur musunuz sinyor. Hesaplarınızda yüklü miktarda para olduğundan bahsediyorsunuz. Bu bizi neden ilgilendirsin anlayamadık. Üstelik bir örgüt elemanı olduğunuzu söylüyorsunuz. Bizim bir örgüt elemanıyla ne işimiz olabilir? Dominic ile neler konuştunuz bilmiyorum ama sizinle bir bağımız olduğunu sanmıyorum.
- Sizinle daha açık konuşayım beyler. Örgütten ayrıldım. Büyük ihtimalle hakkımda infaz emri verilmiştir. Örgütün yapmış olduğu icraatlar konusunda fikir ayrılığına düştük. Liderlerimizin en güvendiği isimlerden biriydim, bana çok güveniyorlardı. Bu güvenlerine de yıllarca layık oldum. Fakat geçen bunca yılın ardından yaşadığım tecrübeler gösterdi ki bu işin sonu yok ve de bu iş yanlış. Avrupalı bir takım devletler bizi maalesef yıllarca kandırmayı başardılar. Kendi çıkarları için kardeş iki halk arasında çatışma çıkarmayı hedeflediler ancak bunda pek başarılı oldukları söylenemez. Fakat ne oldu. On binlerce sivil, asker ve polis hayatını kaybetti. Kandırılmış Kürt gençleri de tabi ki… Ben bu oyunun bir parçası olmak istemiyorum artık. Bu kararı vererek bir bakıma ölüm fermanımı da imzalamış oldum.
- Sinyor Nesim! Bunları bize neden anlatıyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz?
- Bay Alberto! size güvendiğim için geldim buraya.
- Ne konuda?
- Her konuda.
- Mesela?
- Mesela para konusunda.
- Para?
- Evet para.
- Sizin adınıza kayıtlı olan paralar yani?
- Evet, aynen öyle.
- Peki ne istiyorsunuz bizden?
- Bu parayı size bırakmak istiyorum.
-?
- Evet biliyorum şaşırdınız. Fakat söyleyeceklerimi dinleyince…
Necati, adamın sözünü bitirmesine fırsat vermeden,
- Bir dakika sinyor. Siz bizi herhangi bir örgüt falan mı zannettiniz?
-Hayır hayır. Tabi ki öyle bir şey düşünmedim.
-Kirli parayı bize bırakmak istediğini söyledin az önce.Yanılıyor muyum yoksa?
- Evet ama…
- Siz bizi ne zannettiniz Nesim bey? Biz saygın bir müesseseyiz. Böyle bir teklifi kabul edeceğimizi nasıl düşünebilirsiniz?
- Beyefendi sözümü bitirmeme müsaade etmediniz ki. Elbette parayı size vermek gibi bir düşüncede değilim. Bu para, Avrupa’da yaşayan Kürt ve Türk gurbetçilerden zorla veya kandırarak alınan ve uyuşturucu satışından elde edilen paradır. Geri verme imkanım olmadığına göre hiç olmazsa bir işe yaraması niyetiyle size geldim.
Bir kere daha şaşırmışlardı. Her ikisi de içlerindeki öfkeyi kontrol etmekte güçlük çekiyorlardı. Özellikle Necati adamın gırtlağına yapışmamak için kendini zor tutuyordu. Tahsin, Necati’nin fevri bir hareket yapmasından korktu ve ona göz ucuyla sakin olması gerektiğini işaret etti. Nesim’e dönerek.
- Peki Nesim bey sizi dinliyorum. Parayı bize niçin vereceksiniz?
- Türkiye’ye aktarmanız için.
-!...
Afallamışlardı. Tahsin kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Hayatı boyunca hiç bu kadar heyecanlanmamıştı. Necati de aynı durumdaydı. Bu işin nasıl olduğunu anlamaya çalıştılar. Bir anda bütün ihtimaller sıralandı kafalarında. Ama sadece bir tanesi mantıklıydı. Evet evet başka türlü olması imkansızdı. Necati daha fazla kendini tutamadı.
-Seni o… çocuğu. Geberteyim mi lan seni it. Şerefsiz herif. Hain köpek.
Necati adamın gırtlağına yapışıp öyle bir sıktı ki Tahsin müdahale etmese boğacaktı herifi.
-Sakin ol, sakin ol. Bırak adamı. Bırak diyorum sana Necati.
Nesim gözleri kan çanak olmuş halde birkaç defa öksürdü. Nefesini iyice topladıktan sonra.
-Peşimde olduğunuzu bilmediği mi sanıyorsunuz. Kala kala kaç kişi kaldık. Örgütün diğer elemanlarının teker teker ortadan kaldırılması başka kimin işi olabilir. Yıllar önce Asala’ya yapılanlar şimdi örgüte yapılıyor. Ben diğerleri gibi pisi pisine gitmek istemiyorum. Yaptıklarımın cezasını çekmeye hazırım. Sizden isteğim beni ilgili birimlere teslim etmenizdir. Hesaplarımdaki paraları da tabi ki.
Dominic, Tahsinler’le çok sayıda iş yapmıştı. Örgütün diğer elemanlarının bulunup ortadan kaldırılması konusunda çok yardımcı olmuş ve hatırı sayılır miktarda karşılığını da almıştı. Elbette ki aptal bir insan değildi. Tahsin’in bir Türk ajanı olduğunu epey sonra olsa da nihayet anlamıştı. Kendisinden bulmalarını istedikleri adamların hep Kürt kökenli Türk vatandaşlar olması dikkatini çekmiş, fakat bu durumu hiç sorgulamamıştı. Onun için önemli olan şahıslar değil kazandığı paraydı. Fransa’da birileri başka birilerini bulmak istiyorsa ilk akla gelen kişi oydu. Nesim de kendisine bu amaçla müracaat etmişti. Örgüt elemanlarının kimler tarafından birer birer ortadan kaldırıldığını öğrenmek için gelen Nesim her şeyi bütün ayrıntılarına varıncaya kadar anlatmış ve bu kişileri bulmasını istemişti. Kendisine tam iki milyon teklif edilen Dominic bu kişileri bulacağını söylemiş ve bir ay sonra da Nesim’e her türlü bilgiyi vermişti. Aralarında şöyle bir konuşma geçmişti Nesim’le.
- Bay Dominic. Sizden benim için birilerini bulmanızı istiyorum.
- Bu benim işim mösyö. Kimleri bulmamı istiyorsunuz.
- Peşimde olan Türk ajanlarını.
- Bu size pahalıya patlar mösyö.
- Para önemli değil. Bu kişileri bulmanı istiyorum.Ne kadar istersen vermeye hazırım. İki milyon yeterli sanırım.
- İki milyon? Bayağı cömertsiniz mösyö.
- Anlaştık. En kısa sürede bay Dominic.
- Merak etmeyin bayım. Bu paraya şeytanı bile bulurum size.
Dominic artık iyice emindi ki Lorent diye bildiği kişi aslında bir Türk ajanıydı. Bu durum onun için önemsizdi. Zaten bu işler böyle yürürdü. Kimse kimsenin kimliğiyle uğraşmazdı bu alemde. Önemli olan miktarlardı. Gerektiğinde herkes herkesi satardı. Bu kez satılan Tahsin’ler olmuştu. Bir ay gibi kısa sürede Tahsin’in izini bulmuştu. Nesim’e gerekli bilgileri vererek iki milyonu kesesine doldurmuştu. Fakat Nesim’in asıl niyetinden haberdar değildi.
Ofiste üç adam gittikçe sertleşen bir tartışma içerisine girdiler.
- Tahsin ne bekliyoruz. Şunun kafasına sıkıp gebertelim artık.
- Susar mısın Necati.
- Kurbanlık koyun bak… Kendi ayaklarıyla gelmiş hem de.
- Kes sesini Necati. Tek kelime daha etme.
Tahsin aşağıya inerek Serpil’in yanına geldi ve kendisini takip etmesini söyledi. Mağazanın bodrum katında bulunan gizli bir bölüme indiler. Burada bir takım elektronik cihazlar mevcuttu.
-Serpil hemen bizimkilerle irtibata geç. Nesim’in elimizde olduğunu söyle. Onu buraya getiren sebebi de söyle. Kim tarafından gönderildiğini de. Büyük ihtimalle açığa çıktığımızı da.
Cihazların başına geçen Serpil irtibata geçtiği birime şifreli mesajlar göndermeye başladı. Örgütün kasası Nesim Deren’in ellerinde olduğunu, ne yapmaları gerektiğinin kendilerine bildirilmesini istiyordu. Biraz sonra gelen cevapta onu tutmaları, gönderilecek bir ekiple aldırılacağı belirtiliyordu. Tahsin tekrar yukarıya çıkarak ofise geldiğinde Nesim’in oldukça düşünceli hali dikkatini çekti.
-Pişman olmadığını umarım Nesim, yoksa şurada kafanı koparırım haberin olsun.
-Hayır hayır asla pişman değilim. Bilakis sebebini bilmediğim bir huzur var içimde sanki. Hayatımız yanlışta ısrar etmekle geçti ama bunun farkına bir gün olsun varamadık. Yaşadığım bunca olay bana gösterdi ki bu işin sonu yoktur. Avrupa bize yıllarca kapılarını açmış ve yaptıklarımızı asla sorgulamamıştı. Fakat geldiğimiz noktada şunu görüyorum ki amaçları bizlerin davasına hizmet etmek, bize bağımsız bir devletin kapılarını açmak değilmiş. Eğer öyle olsaydı bu gün bizi yüzüstü bırakmazlardı. Arkadaşlarımızı tutuklamaz, faaliyetlerimizi kısıtlamazlardı. Bütün amaç çıkar davası. Dün çok büyük çıkarları olan Avrupa artık bizden faydalanamayacağını anlayınca bu gün yüzüstü bıraktı bakın. Bugün ise örgütün en büyük destekçisi ABD ve İsrail. İpleri onlar ellerine geçirmiş, bizi istedikleri gibi sağa sola çekip götürüyorlar. Avrupalı devletler üzerimizdeki hakimiyetlerini ABD ye kaptırınca bizi beslemekten vazgeçtiler. Kısacası kullanılıp bırakıldık. Ben bunları en yakından yaşayan kişiyim beyefendi. Ben mi pişman olacağım? Yıllardır sömürüldüğümüz yeter. Onlara güvendik de ne oldu. Bizi ne kadar korudular. Asla pişmanlık duymuyorum asla. Kendimi Türk adaletine teslim ediyorum işte. Ne ceza vereceklerse versinler. Evet biz hainiz, vatan hainiyiz. Ülkemize ihanet ettik, sırt çevirdik, kin kustuk, ölümü bin kere hak ettik. Fakat en sonunda hatamızı da gördük. Başka da söyleyecek sözüm yoktur.
-Seni Türkiye’ye göndereceğiz Nesim. Gelip alacaklar ve götürecekler. Ne iş yapılacaksa onlar hallederler.
Bir gün sonra gelen özel bir ekip Nesim’i alarak Türkiye’ye götürdü. Bundan sonrası Türk adaletinin ve diğer yetkili birimlerin işiydi. Onlar görevlerini layıkıyla yerine getirmişler Ziya Gümüş , Cahit Bakır ve Kemal Kaplan dışında hepsinin işini bitirmişlerdi. Cahit Bakır Fransız hapishanelerinde yatıyordu. Kemal Kaplan ise bir trafik kazasında ölmüştü. Yani onlar bir şekilde liste dışı kalmıştı zaten. Fakat Ziya Gümüş’ün izini bir türlü bulamamışlardı. Yıllardan beri yapmış oldukları her türlü girişim sonuçsuz kalmıştı. Sanki yer yarılıp da içine girmişti bu adam. Aldıkları bir duyuma göre Amerika’da olduğu söyleniyordu. Fakat bunun doğruluğunu teyit edememişlerdi.
Avrupa’da işleri bitmişti artık, zaten deşifre olmuşlardı. Dominic denen adam daha fazla da ileriye gidebilirdi. Burada daha fazla kalmanın anlamı yoktu. Bu son derece tehlikeli olabilirdi. Dominic’ten bir şekilde emin olmak lazımdı. Teşkilat tarafından hesaplarına yatırılmış olan paranın kalan kısmının yarısını bu adama sus payı olarak vermeği düşündüler. Dominic ile tekrar irtibata geçmeye çalışmışlar ama ona bir türlü ulaşamamışlardı. Böyle olunca da tereddütleri daha da artmış ve işkillenmişlerdi.Ya bir an önce ülkeyi terk edecekler yada mutlaka Dominic’e ulaşacaklardı. İki gün sonra gelen haber bütün bu endişelerini bir anda alıp götürdü. Dominic denen adamın vurularak öldürüldüğü, bu nedenle endişe etmelerinin gereksiz olduğu yönündeydi bu haber. Haber kendilerine teşkilat tarafından ulaştırılmıştı. İlk önce bunun teşkilatın işi olduğunu düşünmüşler fakat olayın aslını öğrenince yanıldıklarını anlamışlardı. Öğrendiklerine göre Dominic, iş yaptığı birisinden parasının tamamını alamamış ve adamla dalaşmış. Mafya bağlantılı bu adam da başına bela olacağını düşündüğü Dominic’i vurdurtmuş. Bunu öğrenince biraz üzüldüler çünkü kendilerine çok faydası olmuştu bu adamın. Öte yandan da onun ölmesi bunları oldukça rahatlatmıştı. Kaderdi bu. Kime ne olacağı belli değildi. Bazen kendini üzen olayların aslında kendi iyiliğine olduğunu çoğunlukla fark edemez insan. Ama bazen de apaçık belli olur. Dominic olayı da aynen böyle bir durumdu işte.
Ziya Gümüş’ü bulmak için Amerika’ya gitmeli, bulunup yaptıklarının hesabı sorulmalıydı. Plana göre Necati ve Tahsin Amerika’ya gidecek, Cevat ve Serpil bir süre daha İtalya’da kalacaklardı. Mağazayı elden çıkarıp ülkeyi terk edeceklerdi. İşleri halledebilmesi için Cevat’a her türlü yetkiyi noter aracılığı ile devretmişlerdi. Haberleşme amacıyla kullandıkları ve mağazanın altında gizli bir bölümde bulunan cihazlarla, mağazayla ilgili olanlar hariç her türlü belgeyi ortadan kaldırdılar. Ertesi gün ofiste son kez buluşacaklar, birbirleriyle vedalaşıp ayrılacaklardı. O gece içlerinde bir burukluk vardı ikisinin de.Yıllardır adeta bir aile gibi yaşamış oldukları bu ortamdan ayrılacak olmanın verdiği üzüntü içlerine bir kor gibi oturmuştu. Cevat ve Serpil karı kocaydılar ve her yönleriyle harika birer insandılar. Göreve başladıklarında evleneli fazla bir zaman olmamıştı. Genç sayılırlardı. İtalya’da bir de çocukları olmuştu. Tahsin’in eşi ve çocuğunun öldüğü o feci kazanın yaşandığı günden bir yıl sonra dünyaya gelen bu bebeğe Zehra adını vererek Tahsin’e büyük bir sürpriz yapmışlar, bunu öğrenen ve çok duygulanan Tahsin’in gözlerinden boşalan yaşlara onlar da bütün içtenlikleriyle eşlik etmişlerdi. Hele o gün Necati’nin hali bambaşkaydı. Onu tanıyanlar eğer o halini görseydiler “Hayır bu Necati olamaz. Necati böylesine göz yaşı dökecek bir insan değildi” der onu tanıyamazlardı. Bir köşeye çekilmiş çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Beraber oldukları yıllar işte böylesine güzellikleri de yaşatmıştı onlara. Ne güzel ne muhteşem anlar geçirmişlerdi beraber. Keşke bu görev bittikten sonra da aynı şekilde devam etselerdi. Bunu herhalde hiç birisi istememezlik etmezdi. Ama elden ne gelirdi ki. Hayatta böylesine güzellikler yaşanırken beraberinde dayanılması zor acılara katlanmak da insanın kaderiydi.
Gün ışımış, ortalık iyice aydınlanmıştı. Mağazanın kapısı o gün son kez açılıyordu Tahsin ve Necati için. Öğleden sonra ilk uçakla Amerika’ya uçacaklardı. Birkaç saat boyunca oturup sohbet ettiler, dertleştiler. Ülkelerinde yaşanan acı olaylar hakkında konuştular uzun uzun. Artan terör olayları, baskınlar, şehitler… Son kez bir aradaydılar belki de. Birbirlerini bir daha görüp göremeyeceklerini hiçbirisi bilemezdi. Tahsin, Serpil’e dönerek şunları söyledi: “Gideceğimiz yerde bize şöyle köpüklü bir Türk kahvesi kimse yapmaz artık Serpil. Senin kahvelerini unutmayacağız. Zahmet olacak ama son bir defa daha katlan bizim için olmaz mı?” dediğinde Serpil’in gözleri dolmuş “Niye öyle konuşuyorsun Tahsin abi, daha çok kahve yaparım size inşallah, lafı mı olurmuş.” diye karşılık vermişti. Pişirilen köpüklü kahvelerini yudumladıktan sonra her biri diğeriyle vedalaştı. Birbirlerine başarı ve mutluluk dilediler. Cevat onları havaalanına kadar götürüp oradan uğurlamıştı. Böylece Avrupa defterini kapatmışlar, yarım kalan işlerini bitirmek için Amerika’ya uçmuşlardı.
15.BÖLÜM
San Francisco güneşli günlerinden birini daha yaşıyordu. Lüks marka otomobiller malikanenin bahçesinden aralıklarla birer birer giriyor ve içinden her hallerinden sırtı kalın olduğu anlaşılan beyler, çok şık giyimli bayanlar çıkıyordu. Kapıda davetlileri karşılayan bir adam, her gelenle yakından ilgileniyor, onlarla samimi bir hava içerisinde hasbihal oluyordu. Ayaküstü yapılan bu sohbetlerden sonra onları içeriye davet ediyor ve yeni bir araç gelene kadar içeriden çıkmıyordu. Tüm bu olanlar malikanenin üç yüz metre uzağında bulunan beş yıldızlı bir otel odasının penceresinden rahatlıkla görülebiliyordu. Her şey mükemmel gidiyordu. Bir aksilik olmazsa o herifin birazdan cehenneme gitmesi içten bile değildi.
Biri spor mağazası sahibi, diğeri ise birkaç günlük tatil yapmak amacıyla gelen ve birer hafta arayla otele yerleşen iki İtalyan kimsenin dikkatini çekmemişti. Zaten dikkat çekilmesini gerektiren bir sebep de yoktu. Bu mevsimde buralara dünyanın her yerinden turist gelir, haftalarca tam bir karnaval havası yaşanırdı. İşte İtalyan turistlerde sadece bu insanlardan ikisiydi. Hatta bu oteldeki tek İtalyan onlar değildi. En az altı yedi kişi daha vardı. Kilometrelerce uzunluktaki kumsallar cıvıl cıvıl insan kaynardı bu mevsimde. İlkbaharla birlikte hareketlenen turizm sektörü Eylül ayının sonlarına kadar bu hareketliliğini devam ettirirdi.
Bir hafta boyunca bol bol yüzmüşler, eğlenmişlerdi. Görünüşte birbirlerini tanımayan bu İtalyanlardan birinin bir hafta sonra dünyanın en büyük para babalarından olan şahsın işini bitirmek amacıyla burada bulunduğunu kim düşünebilirdi ki?
Alberto, siyah renk bir çantanın fermuarını ağır ağır açtı. Çantanın içerisinde kondisyon amaçlı kullanılan çelikten spor malzemeleri vardı. Otel girişinde güvenlikten geçerken bu çelik malzemeler yüzünden sinyal ötmeye başlamış, kendisinden çantayı açması rica edildiğinde hiç tereddüt etmeden açmış ve gülümseyerek “Bir spor malzemeleri satıcısı olarak kendime de dikkat etmeliyim değil mi? Kondisyon çok önemlidir. Üstelik burada böylesine harika bir doğa varken fırsatlardan faydalanmamak olmaz.” diye gülümsemiş, güvenlik görevlilerine İtalyan sıcakkanlılığıyla yaklaşarak onları atlatmıştı. Hiçbir şeyden şüphelenmeyen görevliler de aynı sıcaklık ve içtenlikle Alberto’ya karşılık vermişlerdi.
Çantanın alt kısmına gizlemiş olduğu parçaları itina ile birer birer çıkarmaya ve her bir parçayı yine özenle birleştirmeye başladı. Parçalar bir bütün haline geldiğinde göze hoş görünen dürbünlü bir tüfek çıktı ortaya. Bir babanın, çocuğunu şefkatle okşaması gibi onu okşadı ve öptü. Kalp atışları hızlanmaya başlamıştı. Heyecanlanmamalı, kendini kontrol etmeliydi. Derin derin nefes alıp vermeğe başladı. Birkaç yudum su içti. Şimdi biraz daha iyi sayılırdı. Susturucuyu silahın namlusuna acele etmeden yerleştirdi. Pencereyi hafifçe aralayıp perdeyi çekti. Malikanenin bahçesi tam görüş alanının içerisindeydi ve bahçede dolaşan insanlar görülüyordu. Konumunu iyice belirledikten sonra beklemeye başladı.
Necati, kumsalda yaptığı yürüyüşün sonuna gelmişti. Malikaneye yakın bir yerde birazdan olup bitecek olanların farkında olan iki kişiden biriydi. Onunda kalbi kütür kütür vuruyor, bir an önce ne olacaksa olsun diyordu içinden. Bulunduğu yerden malikanenin bahçesini rahatlıkla görebiliyordu. Bahçede ellerinde kadehlerle dolaşan insanlar vardı. Her hallerinden neşeli oldukları belliydi. Bunların arasında orta boylu, gözlüklü, saçları epeyce kırlaşmış olan bir adam Necati’nin, gözlerini üzerinden ayıramadığı kişiydi. O kişinin üzerinden gözlerini ayıramayan bir diğer kişi de otelin 7. katındaki 57 numaralı odada bulunan Tahsin’di. Necati başını kaldırıp Tahsin’in bulunduğu kata göz ucuyla bir bakış fırlattı. Cam açıktı ve perde sallanıyordu. İçinden:
“Hadi artık Tahsin. Bitir şu pisliğin işini” diye geçirdi. Tam o sırada malikanenin bahçesinde olağanüstü bir hareketlilik göze çarptı. Bağrışmalar, sağa sola koşuşturmalar, paniklemeler… Necati’nin kalbi daha da hızlı çarpmaya başlamıştı. “Acaba tamam mı? Cehennemi boyladı mı?” diye düşünürken, aradan ancak üç beş dakika geçmişti ki otelin önünde resmi ve sivil bir çok aracın durduğunu fark etti. Çok sayıda polis otelin etrafını kısa sürede ablukaya aldı. Yönünü çevirip sahilde tekrar koşmaya başladı. Otelden birkaç yüz metre uzaklaştı ve yürümeye başladı. Zihninde tonlarca sual vardı. “Hedef yok edildi mi, Tahsin ne yapıyor acaba. İçerden çıkabilecek mi, yoksa yakalanacak mı?” Dönüp tekrar otele doğru koşmaya başladı. Otele geldiğinde içeriye girmesine müsaade edilmedi.
- Niçin, ne oldu memur bey? İçeri neden giremiyoruz?
- Üzgünüm efendim buna yetkim yok.
- Anlıyorum ama içeriye neden giremediğimi merak ettim.
- Bakın beyefendi bunu açıklamaya da yetkili değilim.
- Sizi anlıyorum ama merak ettim doğrusu bir tehlike falan mı var?
- Beyefendi merak etmenize gerek yok. Herhangi bir tehlike de yok inanın.
Necati, Tahsin’in içerden çıkıp çıkamayacağı konusunda tereddütteydi. Çünkü otelin etrafında kuş uçurtulmuyordu. İşler şu ana kadar planladıkları gibi gitmişti. Olayların seyrinin bu hali alacağını da düşünmüşlerdi. Otelin çevresi FBI ve CIA ajanları tarafından adeta abluka altına alınmıştı.
Tahsin, merdivenlerden aşağıya doğru hafif adımlarla inerken lobinin ajan kaynadığını fark etti. Bunu bekliyordu zaten. Her şeyi düşünmüştü. Çok rahat bir şekilde gelip masalardan birine oturdu ve garsona seslendi.
- Bakar mısınız?
- Buyurun efendim.
- Rica etsem bana günlük gazeteleri getirebilir misiniz?
- Elbette efendim. İçecek alır mıydınız?
- Neskafe lütfen. Bu kalabalık nedir? Bir sorun mu var?
- Efendim bilmiyorum. Ama normal olmayan bir durum var sanırım. Beyler FBI’ dan.
Biraz sonra gelen neskafesini yudumlarken zenci bir FBI ajanının otel görevlisinden tüm müşterilerin listesini istediğini duydu.
- Hangi katta kimler kalıyor? Yabancı müşteri var mı? Hepsini istiyorum.
- Peki efendim birazdan elinizde olur.
- Acele edin lütfen. Hiç kimse dışarıya çıkmayacak. Şu andan itibaren bütün yetkiyi devralıyorum.
Tahsin, rahat tavırlarla ajanın yanına yaklaştı ve:
- Affedersiniz bayım neden dışarıya çıkamayacakmışız?
- Üzgünüm beyefendi sizi maalesef bekletmek zorundayız.
- Nedenini öğrenebilir miyim?
- Bir cinayet işlendi.
- Otelde mi?
- Hayır dışarıda. Otelden ateş edildiğini düşünüyoruz. Lütfen bizi meşgul etmeyin işimizi yapmaya çalışıyoruz. Herkesi sorgulamamız gerekiyor. Sizi de…
- Anlıyorum. Peki sizi meşgul etmiyim.
Tahsin geri dönüp masasına oturdu. “ Demek ki işi bitti çakalın” diye mırıldandı. İçini bir huzur kapladı. İyice rahatlamıştı. Ancak yine de emin değildi. Kesin olarak ölüp ölmediği hakkında henüz kesin bir bilgi yoktu. FBI ajanının dediği doğru olmayabilirdi. Bunu düşününce yine daralmaya, sıkılmaya başladı. Otelde yaklaşık 340 müşteri vardı. Özellikle Arap müşteriler kapsamlı bir şekilde sorgulanmaya başlandı. Tahsin, sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Günlük gazeteleri karıştırmaya devam ederken göz ucuyla da sürekli ajanları kontrol ediyordu. Bir ara gazetedeki haber dikkatini çekmiş olmalı ve bu habere öylesine dalmış olmalı ki hemen yanı başında kazık gibi dikilen görevlinin kendisine seslendiğini bile fark edemedi.
- Beyefendi! Beyefendi bakar mısınız?
Kafasını kaldırıp görünce anlayabildi kendisine seslenildiğini. Sonra hafif bir sırıtma ile ajana:
- Bana mı seslendiniz?
- Evet bayım çok dalmışsınız, beni fark etmediniz.
- Evet gerçekten dalmışım.Gazetedeki bir haber ilgimi çekti de.
- Nedir bu ilginç haber?
- Bakın, ABD ordusunun Irak’ta iyice erimeye başladığından söz ediyor.
- Bunun neresi ilginç?
- Hayır ilginç olan bu değil tabi ki. İlginç olan, on iki ABD askerinin cinnet sonucu birbirlerini taradıkları. Demek ki psikolojik olarak çok kötü durumda askerleriniz.
- Askerlerimiz!...
- Evet askerleriniz.
- Siz yabancısınız o zaman.
- Evet! Ben İtalyan vatandaşıyım bay …
- Thomson. Frank Thomson.
- Ben Alberto bay Thomson. İtalyan’ım.
- Peki bay Alberto size birkaç sorumuz olacak. Kaçıncı katta kalıyordunuz?
- 7. kat.
- Oda numaranız kaç?
- 57
- Ülkemizde bulunuş amacınızı öğrenmemde bir sakınca yoktur herhalde?
- Tatil için geldim.
- Yarım saat önce neredeydiniz Bay Alberto?
- Sanırım odamdaydım. Bir duş aldım ve aşağı indim.
Ajan Thomson elindeki kağıda sık sık göz atıp Tahsin’e değişik sorular soruyordu. Tahsin son derece rahat davranıyor, hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi bir izlenim vermeye çalışıyordu. Bunda başarılı olmadığını söylemek haksızlık olurdu. Almış olduğu mesleki eğitim, geçmiş olduğu testler ona yeterince beceri kazandırmıştı. Ajan Thomson sorularını sıklaştırmaya başladı.
- Ne işle meşgulsünüz bay Alberto?
- Spor malzemeleri satan bir mağazam var.
- Milano’damı?
- Hayır. Roma’da.
Ajan Thomson’un elinde Alberto’nun pasaportu vardı. Pasaporta dikkatle bakan ajan bir yandan da Alberto’nun yüzüne dikkat kesilmişti. Oda rahat davranıyor samimi bir görünüm sergilemeye çalışıyordu.
- Bu yıl Roma şampiyonluğa ulaştı değil mi bay Alberto.
- Tabii bu benim çok işime yaradı.
- Neden?
- Eee Roma şampiyon olunca takımın formalarında da satış patlaması yaşandı.Doğal olarak bizde pastadan hatırı sayılır bir dilim kopardık. Size bir tane hediye edebilirim. Hatıra kalır. Belki Roma taraftarı olursunuz.
- Teşekkür ederim bayım. Ben koyu bir Milan taraftarıyımdır, istemem.
Ajan Thomson ciddiyetini hiç bozmadı. Bu kez daha da ağır sorularla Tahsin’i yormaya başladı.
- Odanıza çıkmamız gerekiyor Bay Alberto.
- Tabi ki. Gidelim.
Lobideki asansörlerden birine binip 7. katta bulunan 57 numaralı odaya geldiler. Alberto kapıyı açtı ve ajanı içeriye aldı. Thomson ‘un yanında bu kez iki ajan daha vardı. Odayı dikkatli bir şekilde incelemeye başladılar.Alberto rahat tavrını hiç bozmadı. Sanki olayı gerçekleştiren kişi kendisi değildi. Ajanlardan biri gardropun içerisinde siyah bir çanta buldu. Bu çanta silahın gizli olduğu çantaydı.
- Çantayı açmamızda bir mahsur yok sanırım.
- Hayır! Keyfinize bakın baylar.
Ajanlardan birisi çantayı dikkatlice açtı ve içindekileri boşaltmaya başladı.Spor malzemeleri, kondisyon aletleri vs…Alberto dikkatle ajanı takip ediyor, her an hamle yapacakmış gibi bekliyordu. Çorabına gizlemiş olduğu küçük fakat muhatabını kolayca yere indirebilecek güce sahip tabancasını her an çekmeye hazırdı. Her şeyi önceden düşünmüşlerdi. Bütün bunların olabileceğini, her ihtimalin gerçekleşebileceğini hesaplamışlardı. Adam çantayı incelerken Tahsin biraz tedirgin oldu fakat bunu hiç belli etmedi. Soğukkanlılığını korumakta son derece yetenekliydi. Onu farklı kılan özelliklerden birisi de bu yeteneğe sahip olmasıydı. Silahın bulunması durumunda derhal tabancayı çekip üç ajanı da indirecekti. Bu, büyük ihtimalle kendi sonu anlamına geliyordu. Fakat bunu da hesaplamıştı. Önemli olan o alçak herifin işinin bitmesiydi. Kendi hayatını zaten gözden çıkarmıştı. “ Necati ne yapıyor acaba?” diye düşündü. Necati’de kendisi için aynı şeyi düşünüyordu. Otelin bahçesinde heyecanlı bir şekilde beklemekten başka çaresi yoktu. Olacakları tahmin etmeye çalışıyor, Tahsin’in yakalanma veya öldürülme riskini düşünüyor kalbi nerdeyse duracak gibi oluyordu. Biraz sonra görevli ajanlardan birisi otelin bahçesinde bulunan müşterileri de içeri çağırdı. Elindeki listede Necati’nin de ismi vardı. Bu arada 57 numaralı odada sorgulama devam ediyordu.
- Başka eşyanız var mı bay Alberto?
- Bir valizim daha var, içerdeki odada, yatağın yanında. Ama ne aradığınızı bilirsem size daha iyi yardımcı olurum sanırım.
- Buna gerek yok bayım. Teşekkür ederiz.
Diğer valizi de dikkatlice incelediler ama aradıkları şey yoktu. Alberto işi bitirdikten sonra silahı hemen parçalara ayırmış ve çantanın gizli bölmelerine yerleştirmişti. Son derece güzel dizayna sahip çantanın içerisinde silah gizli olduğunu anlamak hiç de kolay değildi ve bulamadılar da.
- Ne aradığınızı hala söylemeyecek misiniz beyefendi? Ben bir İtalyan vatandaşıyım ve bu şekilde davranmanızdan artık rahatsız olmaya başladım. Kim öldü, bizle ne alakası var onu bile söylemediniz.
- Bakın bayım işimizi yapmaya çalışıyoruz. Lütfen anlayışla karşılayın. Sizi daha fazla rahatsız etmeyeceğiz zaten. Yalnız bir sorumuz daha olacak. Bu gün hiç otelden çıktınız mı?
- Evet! Sahilde yürüdüm ve biraz koştum.
- Peki bay Alberto yardımlarınız için teşekkür ederiz. Umarım iyi tatil geçirirsiniz.
- Umarım!
Odadan çıkarken ajan Thomson Alberto’ya dönerek.
- Otelde yalnız mısınız bay Alberto?
- Evet yalnızım.
- Tek başına bir tatil yani?
- Yalnızlıktan hoşlanırım. Sakıncası mı var?
- Yok elbette. Neden olsun ki? Tekrar özür dileriz bay Alberto. Sizi rahatsız ettik. Bizi anlayışla karşılayacağını umarım.
Kapıyı çekti ve gittiler. Tahsin odanın içerisinde sağa sola bakındı. Hemen dışarı çıkmak istedi ancak bunun doğru olmayacağını, biraz beklemesi gerektiğini düşündü. Televizyonu açtı. Belki haberlerde olaydan bahsederlerdi. Kanalları dolaşmaya başladı fakat hiçbirinde olaydan bahsedilmiyordu. “Henüz haber almadılar demek ki” diye söylendi. “Oteli terk etmeli miyim, yoksa biraz daha kalmalı mıyım acaba. Terk edersem şüphelenirler. En iyisi biraz daha kalmak. Ortalık sakinleşinceye kadar beklesem iyi olacak. Necati ne yaptı acaba? Onu da sorgulamışlardır beklide. Soris denilen demokrasi budalası geberdi mi, yoksa kurtuldu mu? Meraktan çatlayacağım. Bir an önce haber almam lazım. Lobiye inmeliyim. Şu silahı ne yapsam. Onu bulamadılar ama tekrar arayabilirler. Koridorlar kamera dolu. En iyisi burada bırakmak. Şimdi aşağıya inip bakalım neler oluyor.”
Lobide Necati, ajanların sorularıyla muhatap oluyordu. Bir an Tahsin’le göz göze geldiler. İkisi de rahattı. Tahsin geçip boş masalardan birisine oturdu ve gazeteleri karıştırmaya devam etti. Bu arada iki Arap turist, ajanlar tarafından dışarıya çıkartılıp arabalara bindirilerek götürüldüler. Büyük ihtimalle onlardan şüphelenilmişti. Bu iki Arap, Tahsin’in kaldığı katta kalmıyorlardı ama onların odaları da Soris’in malikanesine bakıyordu. Tahsin bu işin böyle kolay sonuçlanmayacağının farkındaydı. Oteli bir an önce terk etmeliydi. Fakat bu defa kendisinden şüphelenileceği kesindi. Ajanlar ellerinde bir sürü kaset ile otelden ayrıldılar. Ama orada hala çok sayıda polis vardı. Büyük ihtimalle güvenlik kameraları kayıtlarıydı bunlar. “Bu kayıtlar bir işlerine yaramaz” diye düşündü. Ama bilmediği bir şey vardı Tahsin’in. Bu ona belki de çok pahalıya mal olacaktı. İçinde bir huzursuzluk vardı. Ters giden bir şeyler vardı sanki. Oteli terk etmeye karar verdi. Yukarı çıkıp eşyalarını topladı. Çantalarını alıp aşağıya indi. Resepsiyona uğrayıp hesabı ödedi.
- Özür dileriz bay Alberto. İstenmeyen bir olay yaşandı. Siz müşterilerimiz de rahatsız oldunuz. İnanın çok üzgünüz.
- Otelinizde kalamayacağım artık. Her şey için teşekkürler.
Elinde iki çantası ile dışarıya doğru yöneldi. Kimse müdahalede bulunmadı. Aslında bu doğal değildi. Otelden ayrılmasına müsaade edilmesi onu daha da rahatsız etmişti. Az sonra kiralamış olduğu otomobili getiren görevliye bahşiş verdi ve arabaya binerek oradan uzaklaştı. Takip edileceğinden emindi. Yılların tecrübesinin bunu anlamaması anormal olurdu. Silahtan kurtulmalıydı. Gözü dikiz aynasından sürekli arkayı kollamakla meşguldü. Görünürde kimseler yoktu fakat, takipte olduğundan adı gibi emindi.
Otel odalarının bazılarında ısıya duyarlı gizli termal kameralar kullanılıyordu. Bu odalar sadece yabancı müşterilere verilirdi. Özellikle 11 Eylül olayından sonra böyle bir güvenlik yöntemi uygulamaya konulmuştu. Amerika Birleşik Devletleri kendi güvenliğini sağlamak amacıyla böyle ahlaki olmayan yollara da başvurmaktan çekinmemişti. Tabi bundan hiç kimsenin haberi yoktu. Tahsin’de bunun farkında değildi. Ama içindeki huzursuzluk nedeniyle ters giden bir şeylerin olduğunu anlamıştı. Her ne kadar kendisi bunu bilmese de kamera kayıtlarında her şey apaçık ortadaydı.
Plan gereği San Francisco’da bir yerde buluşacaklardı Necati’yle. Bu mümkün olmazsa ülkeyi ayrı ayrı terk edeceklerdi. Fakat hesapta olmayan bu durum nedeniyle Tahsin’in ülke dışına çıkması artık neredeyse imkansızdı. Güvenlik kayıtlarının incelenmesi ile ülkedeki tüm ajanlar peşine takıldı sanki. San Francisco ile San Jose arasındaki anayoldan saparak kıyı boyunca uzanan sıradağlardaki tenha dağ yoluna girdi. Oldukça süratli gidiyordu ve bu virajlı yollar sürat için hiç de uygun değildi. Yol kenarından akan ırmak, kabarık suları ve çıkardığı şarıltı sesiyle heybetli bir görünüme sahipti. İlkbaharda karların erimesi ile daha da coşkun hale gelmişti ve bu haliyle önüne ne katarsa alıp götüren buldozerleri andırıyordu. Ormanlık içerisindeki bu ırmağın kenarında uzamakta olan virajlı yolda son sürat gitmekte olan Tahsin’in peşindeki polis ekipleri ve FBI ajanları henüz onunla yakın temas kurmuş değillerdi. Bu dağ yoluna dönmeyi iyi akıl etmiş, onları bir süreliğine atlatmayı başarmıştı. Irmak bütün şiddetiyle çağıldamaya, koca koca çam kütüklerini hiç aldırış etmeden önüne katıp götürmeye devam ediyordu. Sanki canlı bir varlık gibi hareket ediyor ve yaptığı bu işten büyük haz alıyordu. Hemen yanı başındaki dağ yolunda hızla yol alan otomobile aldırmadan akışına devam ediyordu.
Polis tüm bölgeyi didik didik arıyordu ama henüz en ufak bir bilgiye ulaşabilmiş değildi. Tahsin’i bulmak için helikopterlerde devreye girmiş ve havadan ekiplere destek olmaya çalışmıştı. Hava kararmış güneş ufukta kaybolmuştu. Bölgedeki yerel polis karakolunun telefonunu arayan birisi yakındaki ormanlık alandaki dağ yolunda hızla giden bir aracın nehre uçtuğunu haber vermişti. İhbarı yapan kişi o bölgede yasal olarak avlanmakta olan bir avcıydı. Bulunduğu konumdan dağ yolu rahatlıkla görülebiliyordu. Fakat aradaki mesafe bir hayli fazlaydı ve araçlar çok küçük görünüyordu. Hemen bir ekip yola çıkarak ihbarı yapan kişiye ulaşmış onu da alarak tarif ettiği yere doğru hareket etmişti. Aracın nehre uçtuğu yerin ırmağa olan yüksekliği nerdeyse otuz metreydi. Otomobil suya düştüğünde sürüklenmiş olmalı ki avcının tarif ettiği yerden yüz elli metre kadar aşağıda buldular onu. Her tarafı ezilmiş, tekerleklerinden ikisi fırlamış, camları paramparça olmuştu. Aradıkları adam içinde yoktu. Azgın sular onu alıp götürmüş olmalıydı. Hava kararmış olduğundan ırmağın araştırılması mümkün görülmüyordu. Merkeze haber vererek olayın gerçekleştiği yeri rapor ettiler. Ertesi gün erkenden birkaç ekip gelecek ve kayıp cesedi aramaya başlayacaklardı.
Ülke büyük bir cinayet haberiyle çalkalanıyordu. Demokrasi Vakfı başkanı George Sorin uğradığı silahlı bir saldırıda hayatını kaybetmişti. Dünyanın ünlü haber ajansları ve televizyonları bu gelişmeyi flaş olarak duyurmuşlardı. Hemen hemen tüm televizyonlar normal yayınlarını kesmiş bu olaydan bahsediyorlardı. Yetkililerin açıklamalarında cinayetin nasıl işlendiği hakkında en ufak bir ayrıntı yoktu. Failin kimliğinin henüz belirlenemediği, bu konudaki çalışmaların büyük bir titizlikle ve gizlilikle devam ettiği belirtiliyordu.
Aslında olayın nasıl ve kim tarafından gerçekleştirildiği kesin olarak bilinmesine rağmen ulusal güvenliğin böyle bir açıklama yapmış olması gayet doğal görünüyordu. Çünkü böylesine büyük bir suikastın gerçekleştirilmesi, birden fazla failin olay içinde olabileceğini gösteriyordu. Bu konuda yanılmışlardı işte. Çünkü olay sadece bir kişi tarafından gerçekleştirilmişti. Gerçi işin içinde Necati’de vardı ama o sadece plan aşamasında aktif rol oynamıştı. Elbette böyle bir olayın gerçekleşeceğini hiç kimse düşünemezdi. Sonuçta bu adam bir devlet başkanı değildi ve üst düzey korunmasına gerek yoktu. Zaten etrafında birkaç koruma her zaman bulunurdu. Son zamanlarda kendisine birkaç tehdit mektubu gelmiş fakat bunları o kadar önemsememişti. Yine de tedbir olması açısından yanında birkaç koruma bulundurmaya özen göstermişti.
Ertesi gün erkenden nehirde büyük çaplı bir arama çalışması başlatılmıştı. Bununla birlikte ülkedeki tüm havaalanlarına, limanlarına ve sınır kapılarına bilgi verilmiş Alberto Sergio isimli bir şahıs hakkında tetikte olmaları istenmişti. Necati, oteldeki sorgulamanın ardından Tahsin’le buluşacakları yere gitmiş ve orada bir müddet beklemişti. Fakat Tahsin’in gecikmiş olması yüzünden beklemenin yersiz olduğuna, Tahsin’in gelemeyeceğine kanaat getirmiş ve sözleştikleri gibi ülkeyi derhal terk etmişti. Necati böyle yapmakla kendini kurtarmayı başarmıştı ama Tahsin’in akıbetinden henüz haberi yoktu. Çünkü kimliği tespit edilen Alberto’nun İtalyan vatandaşı olduğu anlaşılır anlaşılmaz derhal güvenlik birimleri harekete geçmiş, bu adamın İtalya’da bir spor mağazası sahibi olduğu anlaşılmış, ortağı olan Carlo Cassetti’nin de Amerika’da, hatta aynı otelde olduğu tespit edilmişti. Yetkililer bu bilgilere ulaşmadan önce Necati ülkeden ayrılmayı başarmış ve sırra kadem basmıştı. İtalyan yetkililerle irtibata geçilmiş ve mağazaya baskın düzenlenmişti. Buna bir anlam veremeyen mağaza sahipleri olayın gerçek yüzünü öğrendiklerinde tam bir şok yaşamışlar, böyle bir olayı gerçekleştirenlerin mağazanın eski sahipleri olabileceğini bir türlü kabullenememişlerdi. Tahsinlerin İtalya’dan ayrılmasından hemen sonra satışa çıkarılan mağaza kısa sürede alıcı bulmuş, tüm resmi işleri hallederek mağazayı yeni sahibine devreden Francesco, karısı Julia ile birlikte ortadan kaybolmuştu. Yapılan büyük çaplı incelemeler sonucunda İtalyan nüfus kayıtlarında bu kişilerin isimlerine rastlanmış, ulaşılan bu kişilerin hiçbirinin arananlar olmadığı belirlenmişti. Çünkü Alberto Sergio denilen kişinin Napoli’de spor ayakkabıları satan küçük bir işletme sahibi, Carlo Cassetti’nin Floransalı bir manav, Julia ve Francesco isimli karı kocanın ise Cenova’ da yaşayan sıradan insanlar olduğu anlaşılmıştı. Bu bilgiler İtalyan makamlarını da şaşkına çevirmişti. Böylesine sanal bir düzeni kimler ne için kurmuşlardı bunu anlamak mümkün değildi. Aslında Tahsinler tarafından seçilen bu isimler birkaç ay yapılan titiz çalışmalar sonucunda belirlenmişti. İsimler belirlendikten sonra sahte kimlikler ve ikamet belgeleri hazırlanmış mağazanın açılışında hiçbir sorun yaşanmamıştı. En son tespitlere göre Alberto ve Carlo’nun üç ay önce Amerika’ya gittikleri Francesco ve Julia hakkında ise böyle bir bilginin olmadığı belirlenmişti. Yani halen ülkede olmaları gerekiyordu. Ama tahminlerinde yanılmışlardı. Çünkü Cevat ve Serpil mağazayı devrettikleri günden bir hafta sonra farklı isimler ve sahte pasaportlarla Mısır’a gitmişler orada izlerini kaybettirmişlerdi. Necati ise San Francisco’dan havalanan uçakla Viyana’ya uçmuş daha sonra tıpkı Cevatlar gibi sahte pasaport kullanarak gazeteci kılığında Beyrut’a gitmiş ve orada sırra kadem basmıştı. Cevat, Serpil ve Necati arkalarında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştu ancak Tahsin’in başına gelenlerden hiçbirinin haberi yoktu henüz.
Onlarca resmi ve sivil polis, ulusal ve iç güvenlik elemanları, arama kurtarma ekipleri, köpekler nehri didik didik arıyorlardı. Aracın suya düştüğü yerden itibaren yüzlerce metre aşağılara kadar nehrin her yeri abluka altına alınmıştı. Azgın sular arama çalışmalarının sağlıklı yürütülmesini engelliyordu ama çalışmalar büyük bir dikkatle devam ediyordu. Aramaya katılan köpekler çevik hareketlerle sağa sola koşuyor, burunlarını sürüyerek yerde iz bulmaya çalışıyorlardı. Ekip elemanlarından birinin bağırması ile herkes sesin geldiği yöne doğru hareketlendi. Adamın elinde bir ayakkabı vardı. Ayakkabının bulunduğu yer daha bir dikkatle araştırılmaya başlandı. “İyi bakın! Başka bir şeyler de olmalı” diye bağırıyordu birisi. Biraz sonra ses nehrin daha aşağılarından işitildi. “Hey! Buraya gelin”. Herkes o tarafa doğru koştu. Bu kez ne bulunmuştu acaba? Suyun birazcık durgun olarak aktığı yerde bulunan ve sıkışmış olan ağaç kütüğüne takılı halde duran şeyin ne olduğunu meraklı gözlerle izleyenlerin heyecanı az sonra sona ermişti. Tahsin’in olay günü üzerine giydiği çizgili kahverengi gömlekti bu. “Buralarda olmalı. Daha dikkatli olun. Her yeri iyice arayın” diyordu birisi. Akşama kadar süren çalışmalarda başka bir şeye rastlanmadı. Daha sonraki gün de durum aynıydı. Bir hafta süreyle ırmağın, kilometreler boyunca her tarafı aranmış ama Alberto’ya ait ceset bulunamamıştı. “Mutlaka bir kayanın altına sıkıştı kaldı” diyordu bazıları. Bu azgın sulara düşen insanın sağ kurtulmasına imkan yoktu. Belki sular azaldığında ceset ortaya çıkardı. Günlerdir arama yapılıyordu ama bir ayakkabı ve bir gömlekten başka bir ize rastlanmamıştı. Daha fazla uğraşmanın gereksiz olduğunu anlayan yetkililer arama işini bitirmişlerdi. Yapılan resmi açıklamada cinayeti Alberto Sergio adında bir İtalyan’ın gerçekleştirdiği, peşine düşen polisten kaçarken kullandığı araçla birlikte San Jose ırmağına uçtuğu ve büyük ihtimalle ölmüş olabileceği söyleniyordu. Yapılan aramalarda bu kişiye ait olduğu kesinleşen bir ayakkabı ve gömleğin bulunduğu da yapılan açıklamalar arasındaydı. Dünya medyası olaya büyük ilgi göstermişti. Haber Türkiye’de de büyük bir yankı bulmuştu. Bazı çevreler bu habere sevinirken bir kısım kimseler de bunun alçak bir saldırı olduğunu ve şiddetle kınadıklarını belirten beyanlar veriyorlardı. Şüphe yok ki bu şahsın ölümü birilerini bir hayli üzüntüye boğarken birilerine de büyük keyif yaşatmıştı. Alberto Sergio’nun gerçek kimliğini bilen sadece birkaç kişi vardı. Biri hariç diğer hepsi büyük bir şaşkınlık yaşıyorlardı. Ona böyle bir görev verilmemişti. Teşkilatın en güvenilir ve itaatkâr elemanlarından olan Tahsin Haznedaroğlu böylesine menfi bir hareketi neden gerçekleştirmiş olabilirdi? Avrupa’da işlerini bitirip de dönmeleri istendiğinde işlerinin henüz bitmediğini, Ziya denilen çakalın halen yaşadığını, ona da hak ettiği cezayı vermek için saklandığı delikten bulup çıkartana kadar asla dönmeyeceğini söylemiş, amirlerinin ısrarına rağmen bu kararında diretmişti. Daha sonra Ziya’nın İngiltere’de yakalanması ve Türkiye’ye iade edilmesinin ardından kendisiyle irtibata geçen amirlerine özel bir işi olduğunu en kısa zamanda bunu halledip döneceğini söylemiş, fakat kendisiyle bir daha irtibat kurulamamıştı. En son görüşme Ankara’da meydana gelen patlamanın ardından yapılan görüşmeydi. Hani şu “Maçı kaybettik. Haftaya iki bilet alıyorum. Sakın gemlemezlik etme” şeklinde gerçekleşen görüşme. İşte ondan sonra Tahsin’le bir daha kontak kurulamamıştı.
16.BÖLÜM
Ankara Demetevler’de on iki katlı bir apartmanın altıncı katında bulunan daire sakinlerinden biri haberleri duyduğunda olduğu yerde şok geçirmişti. Adeta donup kalan bu adama ne olduğunu anlamakta zorlanan karısı televizyondaki haberlere göz atınca aynı şoku kendisi de yaşamıştı. Gözlerine inanamıyorlardı. Canları kadar sevdikleri Tahsin Haznedaroğlu, yani Alberto Sergio ölmüştü. Evet yanlış duymamışlardı, televizyonda isminin Alberto Sergio olduğu belirlenen bir İtalyan’ın, dünyaca ünlü sermaye patronu George Soris’i öldürdükten sonra kaçarken arabasıyla birlikte nehre uçtuğu ve kaybolduğu söyleniyordu. Kesin olmamakla birlikte ölmüş olma ihtimalinin yüksek olduğu belirtiliyordu. Faile ait olduğu kesinleşen bir ayakkabı ve gömleğin nehirden çıkarılmış olması bu ihtimali kuvvetlendiriyordu. Bir müddet öylece kalan ve birbirlerine bakmaya bile cesaret edemeyen bu kişiler Tahsin’le yıllarca çalışmış olan Cevat ve Serpil’di. İkisinin de ağzını bıçak açmıyordu. İnanmak istemiyorlardı bu habere ama ne yazık ki gösterilen fotoğraf Tahsin’e aitti. İstemeseler de bunu kabullenmek zorundaydılar. Nehrin deli gibi akan sularını gördükten sonra, o azgın ırmağın görüntülerini izledikten sonra o sulardan canlı kurtulmanın imkansız olduğunu kabul etmek zorunda kaldılar. Üstelik metrelerce yukardan nehre uçan arabanın içinde sağlam kalmak bir mucizeydi.
Gözyaşları arasında birbirlerine sarılarak uzun zaman öylece kaldılar. Bir dost, candan bir dost olan Tahsin yoktu artık. Onlar için bir meslektaş değildi ölen, bir ağabeydi, bir büyüktü. Ve bir dostu kaybetmiş olmak ne kadar da acıydı, dayanılması ne kadar da zordu.
Olaydan Necati’nin de haberi olmuştu. Henüz Türkiye’ye dönmemiş olan Necati, Beyrut’ta kaldığı otelde izlemişti bu acı haberi. Televizyonda Tahsin’in fotoğrafını gördüğünde su bardağını öyle bir sıkmış ki kanlar içerisinde kalan eline tam altı dikiş atılmıştı. Tahsin’in öldüğünü bir türlü kabullenemeyen Necati, Beyrut’tan Türkiye’ye geldiğinde ilk iş olarak Serdar’a gitmiş ama onu uzaktan seyretmek zorunda kalmıştı. Çünkü Serdar’ı son görmesinin üzerinden yıllar geçmişti. O zamanlar çok küçük bir çocuk olan Serdar’ın kendisini hatırlamasına imkan yoktu. Üstelik estetik ameliyatla yüzleri tamamen değişmişti. Yani o konserve suratlı adam yoktu artık. “Baba, konserve amca neden hep bize geliyor?” diyen Serdar şimdi kocaman olmuştu. İlköğretim ikinci sınıfa gidiyordu. Okulun bahçesinde oyun oynamakta olan Serdar’ı izlerken yanağından aşağıya doğru süzülen gözyaşları gömleğinin ön kısmını sırılsıklam etmişti nerdeyse. İstanbul’a taşındıklarını Galip Hoca’dan öğrenmişti. Galip Hoca’yı aradığında bir türlü konuşmaya cesaret edememiş ve telefonu kapatmak zorunda kalmıştı. Daha sonra ikinci bir defa aradığında İstanbul’da bir yerde buluşup konuşmak istemişti. Çamlıca sırtlarında bir araya geldiklerinde Galip Hoca ile saatlerce konuşmuşlardı. Eskilerde kalan tatlı hatıraları canlandırmışlar, uzun uzun Tahsin’den bahsetmişlerdi. “Yaşadığım bunca acı ve sıkıntılar beni bitirdi Hocam. Bu saatten sonra faydalı olacağımı sanmıyorum. Zaten yaşımız da geldi geçiyor ” demiş, Galip Hoca bu kararı ihtiyatla karşılamış ve “Haklısın evladım, kararına saygı duyuyorum. Yoruldun, yıprandın, en iyi dostun olan Tahsin’i kaybettin. Kolay değil benim de içim yanıyor, kan ağlıyor. Kararına saygım var ama bu söylediklerim kararını onayladığım anlamına gelmez. Senin gibi böylesine önemli görevlerde bulunmuş olan birisinin emekli olması doğru değil.” diye karşılık vermişti. İkisi de vurgun yemiş gibiydiler. Sanki Tahsin birazdan çıkıp gelecek ve onlara eski günlerde olduğu gibi espri yapacak, Necati’yi kızdıran fıkralar anlatacaktı. “Hey gidi koca Tahsin! Oysa seninle daha ne işler yapacaktık ne işler”
Tahsin’in kayınvalidesine haber verilmemişti. Kadıncağıza yaşadığı onca acının üstüne yeni bir acı daha yaşatmak istemiyorlardı. Torununu avutmakta, ona babasız geçen günlerin acısını unutturmakta zaman zaman zorlansa da bunu yinede başarıyor, onu ikna ediyor ve babasının bir gün mutlaka geleceğine onu inandırıyordu. Belki kendisi bile onun çıkıp gelecek olmasını kabul etmekte zorlanıyordu ama buna önce kendisi inanmak zorundaydı. Yoksa torununu nasıl ikna ederdi. Kendi inanmadığı bir şeye onu nasıl inandırabilirdi.
Kendisine verilen bir yıllık izinle, uzun yılların yorgunluğunu deniz kıyısında bulunan küçük bir kasabada, bir o kadar da küçük olan evinde atmaya çalışan Necati, Tahsin’in hep istemiş olduğu hayalini yaşatma arzusuyla buraya gelmişti. Kendisine teşkilat tarafından tahsis edilmiş olan bu küçücük ev onun için kocaman saraylar gibiydi. Küçük de bir teknesi vardı Necati’nin. Bazı günler bununla denize açılır, dertlerini, üzüntülerini açık mavi deniz sularıyla paylaşırdı. Hiçbir şey için geri dönüp bakmıyordu. Onu rahatsız eden sadece bir şey vardı. Canı kadar sevdiği, kendisine kardeş gibi olan Tahsin’in son isteğini yapamamak. Keşke Tahsin söylemiş olsaydı ona. O kadar ısrar etmiş, diretmiş ama ağzından tek kelime alamamıştı. Keşke daha fazla ısrar etseydi. O zaman belki söylerdi ne olduğunu. Neydi acaba neydi. Tahsin’in hayatta en çok yapmak istediği şey ne olabilirdi? Acaba başka birine söylemiş olamaz mıydı? Söylediyse bu kişi kimdi? Onu bulup öğrenemez miydi? Bunları düşündü uzun uzun. O kadar hizmet etmişti ülkesine. Kaç defa ölümden dönmüştü. Örgütün Avrupa kadrosunun kökünü kazımıştı. Ama asıl yapmak istediği bir görevin daha olduğunu söylemişti. Kendi kendine vermiş olduğu bir görev. Keşke bilseydi bu görevin ne olduğunu. Gider kendisi yapardı, ölse de yapardı. Yeter ki Tahsin’in son isteği yerine gelsin. Daha başka ne isterdi ki.
O gün, denizden döndüğünde vakit çok ilerlemiş, nerdeyse gece yarısı olmuştu. Denize açılırken evde bırakmış olduğu cep telefonuna bir çağrı bırakıldığını gördü. Arayan numara gizliydi. Kim olabilirdi ki. “Kimse kim. Bir aramış, bir daha arar herhalde” diye düşündü. “Belki de yanlış aramışlardır. Zaman zaman böyle şeyler olur” dedi kendi kendine. Denizle çok konuşmuştu o gün, çok dertleşmişti. Oturduğu koltuğun rahatlığıyla dalıp giden gözlerine daha fazla engel olamadı.
Gecenin sessizliğinde kulakları sağır edecekmiş gibi ses çıkaran telefonuna sarıldığında uyuyalı henüz yarım saat bile olmadığını duvarda asılı saate bakarak anlayabildi. Arayan yine o numaraydı. O gizli numara. Elleri titreyerek ve kalbi çarpıntıdan sanki yerinden fırlayacakmış gibi heyecanlanarak bastı yanıtlama düğmesine. Sesi kısık ve ürkekti.
Güneş, yüzünü dağların tepelerindeki pembemsi bulutların arasından göstermeye başladığında, bilinmeyen bir yere doğru arabasını süren Necati, radyodan Türk ordusunun Kuzey Irak’a Güneş isimli bir operasyon başlattığı haberini duyduğunda dikiz aynasından kendine birkaç defa baktı. Aynaya yansıyan yüzündeki tebessüme uzun zamandır kendisi bile hasret kalmıştı. Bu tebessüm belki bir dosta kavuşacağı içindi. Bekli de hiç göremeyecek olduğu o dostun son isteğini yerine getirecek olmanın verdiği bir mutluluk ifadesiydi…
-SON-
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.
*** Vatana adanmış nice hayatlara***
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.