- 644 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
MAVİYANE ALDANIŞ
—Şu ilaçlarımı uzatır mısın bir tanem… Zahmet vermezsem bir bardak da su…
Adam, titreyen elleriyle kadının başucundaki eski komedin üzerinde boş bardağa uzandı. Sürahi elinde sallanıyor, o dökmemek için çabalıyordu. Bardağın yanında üst üste dizili ilaç kutularından birini eline aldığında son tableti çıkarıp uzattı…
Kadın, beyaz ve dağınık saçlarını elleriyle düzeltti önce ve yatağında doğruldu. İlacını içtikten sonra yüzünde ekşimsi bir hal belirdi.
—Şunu içince de yüreğimin ucu yanıyor ya neyse.
Dedi ve yine yavaşça yatağına uzandı.
Küçük bir evin küçük bir odasıydı sessizliğe bürünen. Yıllarca hayatın eskittiği eşyalar… Soluk perdenin arasından sızan gün ışığı. Tek kişilik tahtadan bir yatak, yanı başında komedin, pencere önünde küçük bir masa ve iki tahta sandalye. Duvarların badanası hayli zaman olmuş yenilenmeyeli. Unutulmuş gibi bakan duvarların özlemi belki de tazelikti.
Bu iki yaşlı çift kırk yılı birlikte geçirmişti. İlk yirmi yıl oldukça güzel geçmiş, bir yastığa iki ten kokusu sinmişti. Evliliğinin o güzel yıllarını nasıl da özlüyordu kadın. Hayatı birlikte göğüsledikleri, birlikte ağlayıp güldükleri, her gün birbirlerinde keşfettikleri hisleri… Her şeyi özlüyordu.
Adamın ani değişimini anlamakta güçlük çekmişti yıllardır. Hala da anlamsızdı. Bazen eşinin nefret dolu gözleriyle göz göze geldiğinde düşüncelere dalar kendince anlamlar çıkarırdı. Hep kendinde aradı sebebini. Kusuru olmalıydı ki adam bunu hissettirmekte ustalaşmıştı.”Konuş” Diyordu kadın canına tak eden sessizliğin bir yerinde” Konuş bir tanem. Hem yıllarca sevdiğini söyledin, hem ölene dek seveceğini. Öyleyse neden bu yabancılığın? Aynı evde gölgene sarılmaktan usandım. Aç içinde ne varsa. Sessizlik yavaş yavaş öldürecek beni. Alışkanlığın olmalıyım. Kangrene tek çözüm kesip atmaktır. Kesip at yüreğinden öyleyse…”Her seferinde tek cümle çıkmıyordu adamın ağzından. Sert bakışlarının yüzünde yıllarca bıraktığı çizgiler yerinden dahi kıpırdamıyordu.
Kadın yatağında arkasını dönmüş, eli göğsünde sancısını bastırmaya çalışıyor, bir yandan eşine belli etmemek istiyordu.
Adam, perdesini çektiği pencere önünde ahşap sandalyeye oturmuş her zamanki gibi dışarıyı seyrediyordu. Uzaklarda, çok uzaklardaydı.
Kadın, hastalığının seyri boyunca hep ağrılarını eşinden saklama çabasındaydı. Üzülürdü. Her gün biraz daha eriyip tükendiğini bilir di de, sevdiği adamın sessizliği daha sancılıydı sanki. Sanki eşi ondan daha çok acı çekiyordu. Onu bu denli değiştiren saklı hastalık neydi, bunu çözemiyordu kadın. Kapalı bir kutu gibiydi adam. Gün gelecek tozlu yüreği el yordamıyla açılacak ve içinden o yana, bu yana kaçışan farelerin azat sevinci taşacaktı.
Kadın, yatağında yaşaran gözlerini silerek arkasını döndü. Dışarıyı izlemekte olan eşini izledi kısa bir süre.”Yine aklından neler geçiyor kim bilir…” diye düşündü.
—Canım, sen de görüyorsun değil mi, uzaklarda, çok uzaklarda kalan mutluluğun kafes kilidine sıkışmış kanatlarını? Görüyor musun, göç kuşları döndüler onu almaya…
Unutulmuşluğun çaresizliği değil miydi kanatlarındaki tüy dökümü? Göç kuşları boşu boşuna onun başında tavaftalar. Dönün kuşlar, dönün göç gecikmemeli! Kızılca karakışlara düşmeden dönün! Kafesteki kuştan hayır yok size ki firar da etse yetişemez gücünüze. Takati yok. Mevsim safran sarısıyken bürünemez yeşillere. Kaç tüy tanesi kalmış ki çırılçıplak bedeninde… Göçün kuşlar göçün… Mevsim göç deminde…
Kadının bu konuşmaları eşinin yüzünde garip bir tebessüme neden olmuştu.
Yaşlı dudaklarının kıvrımında yosunlu cümleler dökülmeye meyletmişti sanki “O kuş öleli çok oldu” diyebildi.
Evet, evet, kadın heyecanla yatağında doğruldu. Eşi konuşmalıydı. Konuşturmalıydı kadın. Kurduğu en uzun cümleleri duymalıydı artık. Artık belirsiz susuşlar isyan etmeli, taşlar dökülmeliydi. Surlar yıkılmalı, dalgalar durulmalıydı.
—Hayır, dedi kadın. Benim yüreğimde hala çırpınmakta. Hala ilkbaharı özlemle beklerken göç kuşlarına kanat çırpmakta. Yarası ağır, sızısı çok ama… Her güneş doğumunda maviye kavuşmanın arzusuyla çarparken yüreği nasıl öldüreyim, nasıl yok sayayım minicik canını… Üstelik demir ağırlık yutarken tüylerini… Üstelik umutla beslerken, yaşla yıkarken bedenini…
Adam oturduğu sandalyeden yavaşça doğruldu. Elini cüzdanına doğru götürdüğünde kadın onu izliyordu. Eşinin tam da konuşacağı, içindeki kurtları dökeceği anda bu hareketine bir anlam verememişti.
Adam, yıpranmış cüzdanından üst üste katlanmış bir kâğıt parçası çıkardı. Kâğıdı açtıkça öyle incelmiş, sararmış, yıllanmış olduğunu gördü. Merakla bekliyordu bu hareketin sonucunu.”Nedir bu? “ diye düşünürken eşi titreyen elindeki bu kâğıdı uzattı.
Kadın, komedin çekmecesinde unutulmuş, epeydir kullanma gereği duymadığı gözlüğünü almaya çalışırken eşi de az önce son tabletini içtiği ilaç kutusunu aldı ve bu küçük odadan çıkmak üzere kapıya yöneldi;
—İlacın bitmiş. Almaya gidiyorum, dedi.
Kadın gözlüğünü taktı ve bu lime lime dökülmek üzere olan kâğıttaki silik el yazısını okumaya başladı.
“Sevgilim” diye başlayan bir mektup…
“Sevgilim,
Biliyorum ki bana öfken var. Biliyorum ki bu gidişimin sessizliğine gömüleceksin ve büyük yaralar açacağım o masum yüreğinde. Kanına girmiş ağı kadar acıtacak seni yokluğum. Tarifsiz boşluklara itili hissetsen de sükût etmeni istiyorum…
Seni seviyorum… Seni sevdiğimi her gün gün ışıyacağını bildiğin kadar bildiğini biliyorum. Gidişimin ardından yine gün ışıyacak. Yine nefes alacaksın. Yaşayacak, beni yüreğinden söküp atmadan yaşayacaksın. Ben bileceğim ki sonsuz huzur senin yüreğinde kıvrılıp yatmak gibi olacak.
Bana geleceğin günleri sayacağım sabrımın taşımına gem vurduğumda. Ellerin ellerimde eriyecek. Bulutlar gibi sürüklenecek ve yağacağız toprağın huzurunda.
Sevgilim… Biliyorum sana vedasız oldu gidişim. Vedaları oldum olası sevemedim. Usulca çekilip gitmek sessiz, gürültüsüz, şimşeksiz… Usulca gitmek istedim.
Nasıl söylerdim gözlerinde bahar şenliği varken, nasıl gidiyorum derdim. Cesaretsizliğime kızıyorsun biliyorum. Evet sevgilim! Evet cesaretsizim…
Tek bildiğim gözlerini yüreğine emanet ettiğimdir. Son sözüm seni sevdiğimdir sevgilim.”
… “Aman Allah’ım “ dedi kadın.”Aman Allah’ım bu mektup! Bu mektup Mualla’nın sevdiği adamdan. Ama yıllar önce, yıllar önce…”
Kadın, şaşkın bakışlarına yüklediği yıllara geri dönmüşlüğün mücadelesiyle gözlerinden yağmur bırakıyordu adeta.
Alev alev gözyaşlarının buharlandırdığı gözlüğünü çıkarıp yatağının üstüne attı. Yorgun yüreğinin beynine sayısız soru işaretleri bırakmasına rağmen gözleri pencereden dışarıya bakıyor, eşinin gelmesini arzuluyordu. Gelmeli ve bu sorular cevap bulmalıydı. Yıllar önceki bir sevda masalının mısrasallığı ne arıyordu eşinin cüzdanında? Neden yıllardır gün yüzüne çıkmamıştı? Bütün bunlar ne demekti? Nedenler, niçinler içinde boğuştuğu sızılar, ağrılar son bulmalıydı. Kötü hissediyordu kadın.
“Aman Allah’ım “dedi.”Yıllar önce mahalle postacısı Mualla’yı bulamayınca bana bir zarf bırakmıştı. Bu mektup o olabilir mi? Hay Allah nereye koymuştum o vakitler kim bilir. Şimdi bunu okumasam hatırlar mıydım o hazin hikâyeyi? Hatırlamazdım tabi. Kendi hikâyemde kaybolduğumda unutmuşum herkesi, her şeyi…
Derin düşüncelerde mırıldanırken kapı gıcırtısıyla irkildi kadın. Odaya giren eşiydi. Küçük bir poşet içindeki ilaçlarını yavaşça komedine bıraktı.Göz ucuyla mektubu arıyor gibiydi adam.Yatağın ayakucunda gözüne ilişti.
—Canım, dedi kadın. Canım hatırlıyor musun, yan tarafta küçük bir ev vardı. Hani ahşap kapısının önünde otururdu Mualla. Sabahtan akşama kadar çekirdek çıtlatır, gözünü sokağın başından ayırmazdı. Taki sevdiği adam oradan görünene dek. Adam geçerken eteğindeki bütün kabuklar dökülürdü Mualla’nın. Paniklerdi de, eli ayağına dolanırdı. Öylece bakardı gözlerine sevdiğinin, dalar giderdi bir sokaklık bakışmada. Ne mutlu görünürdü pazen entarisinin içinden yüreği. Ne hızlı çarpardı…
Adam, yine pencere önünde her zaman oturduğu sandalyesine oturmuş kulak kesilmiş kadını dinlerken gözleri umursamaz tavrını takınmıştı bile. Hikâyenin devamını merak ediyordu etmesine de mektupla ne ilgisi olabilirdi? Neden karısı lafı değiştirmek istemişti? Suçluydu tabi. Tabi suçlu olmalıydı ki evirip çevirecek, unutkanlığa vuracak, umursamazlığın örtüsüyle kapatacaktı meseleyi. Zaten adamın yıllardır susma nedeni değil miydi havada asılı kalacak bu küçük kâğıt parçası.
—Neyse, dedi kadın. Onlar ne kadar seviyordu birbirlerini ben biliyordum. Sonra, sonra bir gün Mualla koşarak geldi. Bak şimdi hatırladım, ağlıyordu. Kara sürmeleri yanağından katran gibi akıyordu.” Yok, abla” dedi bana.”Yok. Günlerdir geçmiyor buradan. Evine kadar gittim. Kapı duvar. Ne bir tanıdığına, ne akrabasına ulaşabildim. Bıraktı beni, terk etti abla! “ dedi. Sonra aylarca haber gelmedi. Mualla eridi üzüntüsünden. En çok da terk edilmeye içerlemişti.
Adam, hikâyenin devamını dinlemek istiyor ama bir yandan da mektuba bakıyordu.
—Sus! Dedi kadın. Bu kez konuşmanı istemiyorum. Yılların suskunluğuna birkaç dakika daha ekle. Bekle de bu masal son bulsun!
Aradan epey zaman geçmişti. Bir gün haberi geldi adamın. Kim getirdi nerden öğrendi hiç söylemedi Mualla.
Sevdiği adam ölmüştü… Birkaç gün sonra da Mualla…
O günlerde postacı bir zarf bırakmıştı bana da bir akrabasına veririm diye bir köşeye koymuştum. Şimdi hatırlamıyorum…
Kadın susmuş, yorulmuş, bitkin düşmüştü. Başka hiçbir şey söylemeden yastığına başını koyduğunda adam yerinden kalkmış, yuvalarından fırlayacakmış gibi görünen gözlerini siliyor, yosunlu dudakları bir şeyler mırıldanıyor, titriyordu. Bir anda başına çökmüş dünyanın ağırlığını, boynunu desteklercesine dik tutmaya çalıştığı omuzlarını, sendelerken toparlamaya çalıştığı dizlerini bir hamleyle yatağın kenarına çektiği sandalyeye yığılıp kalınca hissetti. Karısının elinden tutup dudaklarına iliştirdiği yaşlı parmaklarını öpmeye başladı. Islanmıştı kadının eli. Sırılsıklamdı.
—Canım, dedi. Yıllardır canım demediğim canım. Affet beni! Affet! Ömrümü heba, ömrümüzü heba ettiğim için beni affet! Zindanlarda geçen günlerin, azaplı gecelerin, dilimin paslı kilitleri için, çırpınan mutluluk kuşları için affet! Şu soğuk duvarlar kadar olup sesine kulak, bedenine âşık, gözlerine göz olamadığım için. Yüreğinde fırtınaya liman, yüreğimde kuşkuya galip olamadığım için…
Adam hiç konuşmadığı kadar cümlelerinin ardı arkası kesilmeden, nefeslenmeden sıralıyordu.
—Açacağız bu kafesteki kuşu... Artık azat zamanı. Mavilere boyanmalı kanatları, kanatları yeniden tüylenmeli, hem hem… Ellerini onca öpmesine, onca konuşmasına rağmen kadının tepkisizliğiyle kendine gelen adam bir yandan ağlıyor, bir yandan af diliyor, bir yandan da eşinin yüzünü seviyordu.
Kadının gözpınarlarından süzülen yaşlar henüz ıslaklığını koruyor ama göz kapakları açılmıyordu.
Safran sarısı sonbaharda bir kuş daha kanatlanıp göç yolunda diğer kanatların ardı sıra maviliklerde kaybolmuştu. Yıllarca içerde beslenen kemirgenler bir anda saklanacak delik arama telaşındayken bu kez öfkenin yerini pişmanlık, geç kalınmışlık, vicdan azabı sarmalamıştı.
Kuşlar… Ah alaca kuşlar… Gökkuşağından geçsin kanatlarınız. Sizinle artık mavi sular… Mavi sonsuzluklar… Sonsuz huzurlar…
Özlem Pala
11.11.08
YORUMLAR
Canım, dedi. Yıllardır canım demediğim canım. Affet beni! Affet! Ömrümü heba, ömrümüzü heba ettiğim için beni affet! Zindanlarda geçen günlerin, azaplı gecelerin, dilimin paslı kilitleri için, çırpınan mutluluk kuşları için affet! Şu soğuk duvarlar kadar olup sesine kulak, bedenine âşık, gözlerine göz olamadığım için. Yüreğinde fırtınaya liman, yüreğimde kuşkuya galip olamadığım için…
bu sabah çok iyi geldi
deneme gibi denemydi
teşekkürler
Safran sarısı sonbaharda bir kuş daha kanatlanıp göç yolunda diğer kanatların ardı sıra maviliklerde kaybolmuştu. Yıllarca içerde beslenen kemirgenler bir anda saklanacak delik arama telaşındayken bu kez öfkenin yerini pişmanlık, geç kalınmışlık, vicdan azabı sarmalamıştı.
Kuşlar… Ah alaca kuşlar… Gökkuşağından geçsin kanatlarınız. Sizinle artık mavi sular… Mavi sonsuzluklar… Sonsuz huzurlar
özlem
kalemin çok edebiydi
çok
...