- 746 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Chritine ve Frankfurt Main - Nehiri Festivali
Geçmiş bu gün yaşananan demektir çoǧunlukla, tarihsel açıdan bakıldıǧında ise durum bilimsel bir içerik kavrayarak duygularımızı bu deǧerlendirmenin dışında tutmamız gerekir. Ama yaşanan tatlı hatırlanmaǧa deǧer bir olayı anlatmak ise, anılar her yönüyle zihnimizde canlanır; bunlar ya acıdır ya da yenilir yutulur cinsten olan öyle aǧır darbeler vurup kişiliǧimizi sarsmayanlar olunca daha bir haz alırız bu anlatımlardan. Anılarda böyledir sanırım. Ya da geçmişi yeniden yaşama gücü, geleceǧe yön verecek içeriǧi kapsıyorsa ve de geleceǧe yönelik geliştirici, besleyici, yapıcı bir etki yaratıyorsa bu daha da güzel olanıdır anıların. Ben de bu gün, günlerden beri içimde dolup taşan „Main Nehir’i Festivali’nde“ karşılaştıǧım bir anımı yazacaǧım. İzlenimimi iki ay sonra yazdıǧım için deǧerlendirmemde gözlem ve anının bir toplamı olacaktir. Çünkü olayların üzerinden belirli bir süre geçtikten sonra, geçen bu olayı daha soǧukkanlı bir şekilde deǧerlendirmek başka bir zevte ve tadda oluyor ve yazarken insan daha serbest bir içselliǧe sahip oluyor.
Fuarlar ve festivaller şehiri olan Frankfurt son verilere bakıldıǧında nüfusu ortalama olarak 661.877 kişi olarak kayıtedilmiştir. Tabi bu oran doǧum ve ölüm olaylarından dolayı sürekli deǧişmesine raǧmen bu sayıda öyle büyük deǧişikliklere uǧramıyor günden güne… Yani belirli günlerde artıp eksilmeden hep ortalama deǧerini de korumaktadır. Ama bu şehirin en büyük özelliklerinden biriside Almanya’nın bir metropol şehiri olmasının dışında, dünyayla baǧlantısını en iyi saǧlama özelliǧine sahiptir. Ortalama olarak kargo uçaklarıyla beraber bu şehire saate 60 tane uçak iniş ve kalkış yaparak, kentin havasına daha başka bir özellik katmaktadır. Dünya borsalarına şekil verecek kadar güçlü bir borsası, Avrupa – Merkez – Bankasının bu şehirde bulunması da şehire mali açıdan büyük bir fayda sunmaktadır. Adeta Almanya ekonomisinin can damarlarından birisi burada atmaktadır dense abartılmayacaktır. Güzel ve bakımlı caddeleri, kafeteryaları, büyük alışveriş merkezleri, operası, üniversitesi, yüksek okulları, liseleri, kütüphaneleri, sinema salonları, tarihi Paul Kilisesi, Roma Meydanı, müzeleri ve diǧer şehirler ile çok saǧlam demiryolları aǧını kendi merkezinde toplayan Frankfurt kendi içinde yine Almanya için her yönüyle çok önemli bir yere saiptir. Ayrıca her cumartesi günü kurulan „Bit Pazarı“yla da şehir her türlü yeniyi ve eskiyi kendi içinde barındırarak tarihe meydan okumaktadır adeta…
Yaklaşık sekiz kilometrelik bir alan içinde ve şehirin merkezinden akan Main Nehiri etrafında öbeklenmiş müzeler bu şehirin hiç solmayan bahar çiçekleridir adeta. Burada her yıl binlerce sergiye ev sahipliǧi yapan bu müzeler, dünya çapında bir üne sahip oldukları için yerleri müstesnadır. Bunlardan en önemlileri „Frankfurt Şehir Müzesi, El Sanatları Müzesi ve Mimarlar Müzesidir“. Şehirinformation merkezinden aldıǧım bilgiye göre bu müzeleri yıllık üç milyona yakın insan ziyaret ederek, şehir ekonomisine milyonlarca gelir saǧlamaktadır bu müzeler. Bu aynı zamanda şehir merkezlerinde yapılan diǧer büyüklü küçüklü eǧlenceleride kapsadıǧında rakamların büyüklüǧü iştah kabartıcı bir meblaya çıkmaktadır kesinlikle… İşte 2008 yılı festivali de bu şartlar altında başlamıştır her yıl ki gibi. Benim kişisel olarak üçüncü ziyaretimdi bu festivali yakından, bu kez daha yakından tanımak için. Bu Cuma günü bütün görüşmelerimi iptal ederek derin bir uyku çekmenin keyfiyle yatakta önemli araştırmacı yazarlarımızdan Yalçın Küçük’ün „Aydın Üzerine Tezler“ini okurken, aslında aydın olmanın güçlüklerini kafamda canlandırırken „aydın olmanın“ asla mümkün olmayacaǧı kanısı içimde kesinlikle belirmişti, daha kitabı bitirmek şöyle dursun, yarılamadan bu kanıya varmam birazda tutarsızlık sayılırdı aslında. Ama ben kendimi düşüncelerimde toparlayarak en azından bunun denenir bir yol olduǧunu seçmem gerektiǧi motivasyonuyla kendimi manipüle ederek, hemen çok nadir çalan ev telefonuma koşarak telefonun ahizesini kaldırıp, gür bir sesle „buyurun ben Hüseyin“ diyerek yataktanda kalkmış oldum. Böylece güne de merhaba demiş oluyordum kendi içimde. Karşıdaki kişi benim en az on yıldır tanıdıǧım ve yaşadıǧım kısa süreli ilişkiden dolayı askıya aldıǧım kibar bir Alman Bayandı. Kendisini 2006 yılının eylül ayından beri görmemiştim. Eǧer uygunsam beni bu gün veya yarın ziyaret edeceǧini söyleyerek, ev adresimi alıp bir iki saat içinde bende olacaǧını söyledi. Arkasından birazdan diyerek telefonu kapatarak vedalaştık. Ben bir anda irkilerek çok uzun yıllar arkadaşlık ettiǧim, birlikte sinema, tiyatro, müze, uzun soluklu gezintiler yaptıǧım bu arkadaşın şimdi biraz daha yaşlandıǧını düşünerek, acaba şimdi nasıl bir simaya sahip olduǧunu düşünerek önce günlük temizliǧimi yaparak duşumu alıp herzamankinden biraz daha lejer giyinerek tekrar kitabımı okumaǧa başladım. Ve saatler 15:30’u gösterirken, arkadaşım zile basarak beni, daldıǧım sayfalardan koprarak tekrar yeryüzüne dönmemi de saǧlamış oldu. Kırkbeşini çoktan aşan bu arkadaşım, bıraktıǧımın aksine biraz daha gençleşmiş ve en az beş kilo kadar zayıflayarak mümekemmel bir kadın olmuştu. Merhabalaşıp bizim Türk adetlerine göre şapır şupur öpüşerek bana erkek arkadaşının taktim etti, takriben aynı yaşlarda olan uzun boylu iri yapılı olan bu insan gayet kibar bir şekilde benimle tokalaştıktan sonra onları içeriye buyurettim. Angelika her zamanki sıcak kanlılıǧını koruduǧu için, bana Türkçe olarak „Cezvede bir Türk Kahvesi yapar mısın? Hüseyin“ diyerek beni hala eskisi gibi hatırladıǧı güvenini de yeniden ve karşılıklı olarak kazanmamıza yardımcı oldu. Arkasından sıcak bir havada geçen sohbetle kahvelerin yudumlanması havadan sudan konuşmalar. Sonra baya bir sohbet, görüşmediǧimiz yaklaşık bu iki yıllık süre içinde yaptıklarımızı karşılıklı olarak anlatıp, planladıǧımız gibi festivale gitmek için yola koyulmak oldu. Yaklaşık yirmi dakikalık bir yolu yürüyerek nehirin benim ev denen viranehanden çıkınca saǧ yürüyüş kordonunu takip ederek festivalin bulunduǧu noktaya doǧru üçümüz birlikte yavaş adımlarla ilerleyerek nehir kenarına yetişmiş olduk. Uzaktan bakıldıǧında bir insan selinin karşılıklı yönlere doǧru akıp gittiǧini dikkatle izleyerek ilerledik. Tam Garten (Bahçe) Caddesine ile Baseler – Caddesi arasındaki büyük köprünün bitiminden itibaren festival bütün ihtişamıyla „iǧne atsan yere düşmez“ sözünü doǧruluyordu. Havanın güzelliǧiyle beraber binlerce insan akın akın tramvaylardan, otobüslerden, trenlerden inerek bu festival noktasında binleri birarada toparlayarak başka bir güzellik yaratıyordu. Çevre illerden gelen binler burada 143 ülkenin deǧişik kültürüyle karşılaşmanın zevkini yaşayarak cızırdayan sucuk kokuları, binbir türlü yemek çeşitleri ihtişama başka bir güzellikle süslü çardakları andırıyordu. Bir yerde Tayland yemekleri büyük saçlarda hazırlanırken, öbür çadırdan Türk – Kebabının kokusu baharatlı bir havayı çevreye yayıyordu. Öbür standlarda Mini – Duanatslar, biraz ötedekinde Fransız – Crepes’leri, İtalyanların Cafe Amerotto’ları bahar havasının tatlı ve kabul edilmeyen kokularını birarada dumanlayarak göǧe doǧru gönderiyordu. Bir diǧer tarafta Türk – Müziǧinin ustalarından ve en iyi yorumcularindan olan Sezen Aksu‘ Aysel Gürel’den bir parça okuyarak adeta festival havasına ayrı bir müzik havası vererek daha mutlu kılıyordu adeta insanı. Frankfurt’un göbeǧinde bu yıl Türk – Kültürüne adanan bu festivalin aǧırlık noktasıda zaten Türkiye idi 2008 yılı için. Bu anda benim içimde derin bir utkuyla özleme dönüşen acı bir burukluk vücudumu sararak beni üzgün bir haya sokuyordu. İçimde yanlızlıǧı doyasıya yaşayan birisi olarak bu gün arkadaşlarımın yanında bile kendimi bu havada mutlu hissedememenin ezikliǧini yaşıyordum. Ne hazin bir durumdu benim ki, bu festivalden yaklaşık bir aydan fazla en sevdiǧim insandan ayrıldıǧı için hüzünümü içimde bir kez daha yaşamanın burukluǧu vardı. Yukarıda da belirtiǧim gibi ben bu festivali üçüncü kez, ama bir farkla, bütün ayrıntılara dikkat ederek gezmek istemiştim ve de geziyordum. Tabi heycanım doruktaydı, daha fuarın başlarındaki elbise çadırları, Doǧu – Hindistan, Japonya, Çin elbise çeşitlerinin binbir örneǧi bu çadırlarda güzel ve alımlı, genç, zarif Alman kızlarının tezgahtarlıǧında müşterilere pazarlanmaǧa çalışılıyordu… Biz üç kişi bu kalabalık içinde birbirimizi kaybetmemek için sürekli, birbirimize yakın mesafelerde yürümeye çalışıyor ve yürüyorduk. Bayan arkadaşımız hava sıcak olduǧu için mini etek giymişti ve çok dar olduǧu için sürekli şikayette edip, kendi aptallıǧından da bahsediyordu. Bu standlara geldiǧimizde kendisine geniş bir pantalon almak istediǧini belirtelerek uygun bir giysi bulmaǧa çalışıyordu kendisi bu arada. Bir çok denemeden sonra benim de hoşuma giden bir kıyafeti alan bu arkadaşımız, hemen orada bizim arkamızda rahatça giyinerek derin bir nefes alarak rahatladı. Bende bu arada Hindistan şalları, atkılar, kadınlar için omuzluk denen örtüler ve daha ismini bilmediǧim bir sürü deǧişik giysi türleri, hemen bunların yanında oryanten temsili olan yere serilmiş arap motifli halılar, yastıklar, minderler, nargile denilen bir semaver şeklindeki sigara içme aleti ve arap çayı ikramı, sizi gönüllü karşılayan güzel kızlar. Angelika’nın bu alışverişinden sonra yandaki tezgahlardan birinde başka eşyalara bakarken benim gözümde bu baştaki tezgahlardan Hindistan giysi modellerinin satıldıǧı bir tezgaha ilişerek şallara bakarken, oradaki satıcı genç ve güzel Alman tezgahtar kız bana bir siftah yapması için bir şal satmak istiyordu. Gerçekten bu kızın bana bir şal satmak için döktüǧü dil beni büyülemişti. Yirmisini yeni aşan bu güzel hanım bu işine bu gün başladıǧını ve işinde kalması için iyi satış yapması gerektiǧini sürekli vurguluyordu. Ben ise bu sıcak havada bir şala ihtiyacım olmadıǧının ısrar ediyordum. Ya da bir şal almaktan çok kıza bakarak zaman geçiriyordum. Belli bir süre sonra ben bir şal almadan oradan ayrıldım, tekrar dönerek bu güzel kızın ismini öǧrendim ve bu gün yanımda param olmadıǧını söyleyerek, yarın yeniden ona gelip bir şal alacaǧımı söyledim. İnanmış gibi gözüken bu kız bütün ısrarlarıma raǧmen cep telefonunun numarasını bana vermedi. Biraz üzgün bir ifadeli bir şekilde arkadaşlarıma doǧru geldiǧimde Angelika, o kızın benim için gerçekten çok genç olduǧunu belirterek, başka kapıları çalmam gerektiǧini kibar bir dille ifade ederek yolumuza devam etmemiz gerektiǧini söyledi. Bir yönüyle Angelika haklıydı da ayrıca, ama onun anlattıkları bir kulaǧımdan girip, öbüründen çıkıyordu. Biz kalabalıkta zarzor ilerleyerek bir yerlerde hafif bir şeyler yemek istiyorduk. Ama kalabalık çoǧaldıkça adım atmamızda gerçekten anlatılmayacak bir şekilde zorlaşiyordu. Öyle ki belli bir noktaya geldiǧimizde yarım sat kadar beklemek zorunda kalmıştık. Adım atmak öyle güçtü ki, adeta terden vücudumuz sırılsıklam olmuştuk. Bu ezikliǧe raǧmen yürüyüş bize büyük bir zevk veriyordu, çünkü her adımda daha ilginç ve yeni şeylerle karşılaşıyorduk. Üç büyük köprüyü sarmalayan bu festival, güzelle çirkini, iyi ile kötüyü aynı yerde ve deǧişik forumlarda ziyaretçilere sunulduǧu için herkesin gözüne ve zevkine hhitap eden bir şeyler görmesi kaçınılmazdı. Sanırım böyle geniş boyutlu festivallerin en büyük özellikleri bu olsa gerek. Zaten Avrupa çapında özel bir öneme sahip olan Frankfurt şehiri, ortasından akan bu ırmaǧın şehire vermiş olduǧu önem arka arkaya sıralanan tarihi binalar da işin tarihsel yönünü sergilediklerinden dolayı oldukça frklı bir görünüm sergilediǧi için festivali ilk kez ziayret eden birisi için görmeye deǧer ihtişamlı yapıların önemi kaçınılmaz olsa gerek. Ayrıca geçen küçük nehir gemilerinin şatafatlı ve cümbüşlü ışıklar, kürekleriyle yarışa hazırlanan su kayakçıları, gezinti sandalları akşamın rengini süsleyerek adeta güneşli bir günü andırıyordu manzara ve gerçekten görülmeye deger bir akşamdı bu gün benim için. Bütün içimde taşıdıǧı eleme raǧmen yienede akşamda sevmeye deǧer bir yön olduǧnu sessizce ve kendi kendime mrıldanarak teselli olmam gerektiǧini vurguluyordum adeta… Daha sonra seyrekleşen insan selinin az olduǧu bir yerlerde ben kavrulmuş mantar yiyeceǧimi arkadaşlarıma ilettim, onlarda geçen bu süre zarfında acıktıklarını belirterek aynı yerde oldukça pahalı fiyata satılan bu yiyeceklerden alarak bir banka oturup hep birlikte bu küçük kaǧıt tabaklarda verilen mini yemeklerimizi yedik, ama hepizde doymamıştık, hele ben böyle küçük şeylerle çockluǧumda bile doymadıǧım için bu yemek beni daha da acıktırmıştı. Biz yine de yavaş yavaş hareket halinde üçüncü köprüye kavuşmadan geri dönerek ikinci köprüden Main Nehiri’nin öbür tarafına geçmek için sayar adımlarla ilerliyorduk. Bu esnada kalabalıkta yavaş yavaş kendine yeni bir forum bulduǧu için azalmadan daha düzenli bir hal almıştı. Müzik sahnelerinin önündeki kalabalıklar arttıǧı için diǧer yerlerin daha yürünecek bir hale gelmesi bizim gibi orta yaşlı ve daha yaşlı insanlar için çekiciliǧini artırmıştı.
Biz böyle köprüden tarihi „Römer Meydanı’nına“ doǧru ilerlerken nehirin görülmeye deǧer manzarasına bir kaç kez daha bakarak ihtişamı içimdeki yanlızlıǧımla bir kez daha yaşadım, beni yine sevinçle hüzün arasında boǧan o kırmızı çizgi kemendine alıp boynumu sararken, Angelika Tomas’ı kaybettiǧini omuzuma vurarak bana iletti. Ben de gayet sakin bir şekilde „Tomas koskocaman bir adam, bir şey olmaz, birazdan buluruz, ya da bulamazsak onun direk benim evime geleceǧini söyledim“. Biz yinede saǧa sola daha dikkatli bir şekilde bakarak bir süre sonra Tomas’ı aramaktan vazgeçerek yolumuzda ilerledik. Bir yerlerde bir saatten fazla müzik dinleyerek eǧlenceli bir vakit geçirdikten sonra Stresseman – Bulvarına geldik. Arkasından da 12 Numaralı tramvaya binerek benim evime doǧru yol almaǧa başladık. Yine yaklaşık onbeş dakikalık bir yoldan sonra eve geldiǧimizde yorgun olduǧumuzu hissederek her birimiz bir yere sere serpe uzandık. Bir saat kadar dinlendikten sonra Tomas zile basarak geldiǧi haberini vermişti. Bu arada saatlerde gece yarısına doǧru gelmişti ve bizde yeniden kurt gibi acıkmıştık. Angelika’nın herzamanki gibi salata teklifini bizde reddetmeyerek kabul edmiştik. Hep birlikte kocaman bir salata yaparak sosesiz olarak var olan son ekmeklerle yiyerek karnımızı doyurduktan sonra, sıra yine bir Türk Kahvesi içmeǧe gelmişti. Yine yarımsaatlik bir uǧraştan sonra yine kahvelerimizi hep birlikte içerek Angelika Türkiye’de yapacaǧı tatil hakkında benden, Türkiye’de nasıl davranacaǧı konusunda gerekli talimatı alarak biraz rahatlamış oldu. Çünkü bu O’nun Türkiye’ye yapacaǧı ilk ziyaret olduǧu için heycanını ben çok iyi anlıyordum. Ve benim görüpte bilmediǧim İstanbul’u bana anlatması ilginçti, arkasından Ürgüp’e Peribacaları’nı görmek için yapacaǧı ziyaretin sevincini kadının gözlerinden okuyabiliyordum. Ben de kibar bir dille ne Kapadokya’yı, ne de Ürgüp’teki Peribacaları’nı gördüǧümü söyledim. Yani benim gençliǧimde ziyaretler ve tatil yerine başka sorunlarla boǧuşmanın ve yaşamın aǧır telaşını başka şekilde telafi etmeǧe çalıştıǧımı izah ettiǧimde O da bunu anlayışla karşılayarak, „ileride ziyaret edebileceǧimi“ söyleyerek konuyu kapattık. Ve bu sohbetten sonra zaten saatlerde gece yarısını çoktan geçtiǧi için onlar giyinerek evden ayrılarak arabalarına doǧru gittiler. Ben de onları öǧrendiǧim kültür gereǧi nezaketle kapıya kadar giderek uǧurladım. Arkasından tekrar odama gelerek pijamalarımı giyinerek biraz yatakta okuyarak öyle uyuya kalmışım. Sabah uyandıǧımda ise saatler çoktan onu geçmişti, dişlerimi temizleyip, traşımı olduktan sonra isteksiz bir duşun ardından ne yapacaǧımın sıkıntısını yaşarken, kendi kendime kâhırlanırken, dişlerimi temizledim diye bir Türk kahvesi bile içmeden evden çıkarak bu gün bir s- bahn denen trene atlayarak şehir merkezlerindeki (Konstablarwache) kahvelerden birine giderek gönlümce kaymaklı bir cappuccino içerek merhaba dedim. Arkasından bir Milliyet – Gazetesi alarak bu meydanda ki banklardan birine oturarak köşe yazılarını okuyup diǧer önemsiz dedi kodu haberlerine de bir göz attıktan sonra yine festivale doǧru yol almaǧa başladım. Bu kez festivale ters yönden girerek hızlıca ilk gün ki ziyaret noktasından Christine’yi görmek için aynı yere gelmiştim. Bu arada saatler 15:00 geçmiş, yine havanın güzelliǧi binlerce insan festivale akın ediyordu. Adeta Cumartesi günü, cuma gününden binlerce insanı akın akın festivale çaǧırıyordu. Kalabalıǧı yararak yürümek sanki havanın güzelliǧiyle beraber çekilmez bir hal alıyordu. Ben etrafdaki standlara bakarken Christine elbiseleri küçük bir merdivene çıkarak asmaǧa çalışıyordu. Ben merhaba diyerek bu genç kızın yaptıǧı işten alıkoyarak, bu gün bir şal alacaǧımı söyledim. O da gülümseyerek „hangisini istersiniz“, „şunlardan birisini vereyim mi?, şu size, sizin teninize daha uygundur“ diyerek beni ikna savaşına girişmişti. Benim ise asıl amacım, bir şal almaktan çok bu güzel tenli, oldukça genç, zarif ince belli hanımla buluşup bir kahve içmekti. Yine de ben onbeş €uro’luk bir şalı aldım. O bir şal satmanın sevincini yaşarken bende onunla daha nasil derin bir diyalog kurmanın çabasını veriyordum. Sonunda çok ciddi bir ifadeyle ve üzgün bir hava da yüzümü yere doǧru eǧerek ona, „acaba uygun bir zaman da beraber bir kahve içmeǧe gelebilir misiniz? diye sorduǧumda“ „belki bir gün, bilmiyorum, zamanım yok, uzakta oturuyorum, ben Frankfurt’tan deǧilim diyerek“ geçiştirdi. Ben yine de ısrarımı sürdürdüm, „neden? niye olmasın? eǧer insan isterse daǧları bile deleceǧini söyleyerek, Ferhat’ın hikayesini dilimin döndüǧünce Almanca ona anlatmaǧa çalıştım. İkna edilmiş gibi bir hava estiysede, ben onun kararının kesinlikle negatif olacaǧını anlamama raǧmen, „kayıbım ne olacak“ ki diye kendi kendime mırıldanarak, bu kez de telefon numarasını alamda ısrar ettim. Ve kız nihayet usanmış olmalıki, telefonnumarasını bana verdi, ben de numaranaın doǧru olup olmadıǧını kontrol etmek için, hemen verilen telefonnumarasını aradım, bunun üzerine güveni kırılmış gibi gözükmesine raǧmen, gülümseyen çocuksu yüz ifadesiyle gerçekten beni arayacaǧını söyleyerek, „müşterilerle ilgilenmem gerek, şimdi“ diyerek tekrar bir şeylerin yerlerini deǧiştirmek için, eşyaları gelişigüzel standa diziyordu. Bu arada akın akın gelen insanlar kalabalıǧı daha da artırmış, adeta adım atmak şöyle dursun, kımıldanmak bile çok zor duruma gelmişti. Ben de bu durumdan sonra Stressemann – Bulvarı köprüsüne doǧru yürüyerek Türk – Müziǧi’nin geldiǧi yöne doǧru kestirmeden gitmek istedim. Yavaş adımlarla kalabalıǧı yararak bu köprüden Unter – Mainkai denen Caddenin çift rakamlı yoluna gelmiştim zaten. Main Nehiri bu caddeyi ikiye böldüǧü için, bir taraftan bir tarafa geçmek için mutlaka bu köprülerden biri kullanılmak zorundaydm ayrıca. Yine de Türk Müzik ve yemeklerinin bulunduǧu bölgeye geldiǧimde acıktıǧımın farkında olarak üç tane biber dolması ve de yarım pide alarak güzelce bir mideye indirdikten sonra banklardan birine oturarak bir bira eşliǧinde dans eden genç ve güzel kızlara doyasıya baktım. Bir kaç tanıdıǧa ve bir iş arkadaşıma rastladım, havadan sudan biraz sohbet ettikten sonra ben yine oturmaǧa ve dans edenlere bakmaǧa devam ettim. Belli bir süre sonra yine kendi içimde, kendi kendime yüzerken, saatlerin geç olduğunu görünce her zamanki gibi sırtıma yüklenen yükün ağırlığını hissederken bir yerlerden yüreğime yüklenen o dayanılmaz acının ismini bir türlü koyamıyordum. Hep kendimle meşgul olmanın bana baya büyük bir acı verdiğini bildiğim halde, tek başaramadığım şeyin kendime acımamak olduğunu da kavramış oluyordum böylelikle… Yine bu dalgalanmalar eşliğinde Baseler – Meydanı’na geldiğimde bu gün de 15 numaralı tramvayı alarak evin uzağindan geçtiğini bildiğim için, kalan bu zamanıda yürüyerek eve gitmek istedim, çünkü böylelikle, hem yorulacağım, hemde daha iyi ve derin bir uyku çekeceğim düşüncesi beni bütünüyle kendi melodramamdan kurtarmış olacaktı. Ve bende böylelikle bir günü kapatıp ömür yaprağından bir sayfamı daha istemeden koparacaktım. Bu düşünceler içerisinde karmaşık duygulara kapılarak üzerimi değişip yatağa uzandığımı hatırlıyorum sadece. Radyonun kısık sesiyle uykuya nasıl daldığımi bile bilmiyorum.
Pazar günü saatler 10:00 nu geçiyordu, aydınlık odamada güzlerimi açtığımda, içki içmeden uyuduğum için kendimi biraz daha dinç hissediyordum bu gün. Öyle bir bir iki saat yatak keyfi çıkarıp kah okuyarak kah, derin hayallere dalarak zamanın nasıl geçtiğini bilmiyordum. Ama bu gün canım şekerli bir Türk Kahvesi içmek istemişti, önce cezveye gerekli zerzevatı doldurarak güzelce bir karıştırdıktan sonra ocağı ikiye getirerek, hemen 15 tane kadar şınav çektim, bunu hemen hemen her sabah yaptığım için bü gün başka günlere nazaran nefesim daralmadan yapmanın sevinciyle yüzümü de çabucak yıkayarak tekrar kahvemin başına geçip biraz daha karıştırdıktan sonra arka arkaya iki okkalı fincan kahve içtiğimde herhangi bir yorgunluk eseri kalmamıştı vcudumda… Kendi kendime mırıldanarak „bu gün bomba gibiyim“ diyerek söylendim. Tekrar yatağa uzanarak kalan kitabımı bitirene kadar okudum, arkasından yine bilmiyorum, ama baya bir uyku çekmiş olmalıyım ki vakit ikindi olmuştu. Hava sonbahar güneşiyle doğaya salkım salkım inerek ağaçlara daha sarıya boyanmamış, ama o rengin tadını veren serin bir ılıklılık çökmüştü. İçimden yine deli fırtınalara yol gözükmesini istiyordum, ama sevgime yenilmenin de o acımasız ve hain insanın ihanetini unutmadığım için yüreğimde büyüyen acılı öfkeyi zaptedemiyordum. Duygularım dalgalanmıyordu ve benim yüreğim de zaten kişiliğimi kapladığı için o buna müsade etmezdi bana... Ben böyle karmaşık hayallerle kendi ruhumu okşarken günler bir biri ardına aynı monotonlukla ve hızla akıp gidiyordu. Bazen öyle sıkılıordum ki evden bir kilometre ötedeki köprüye giderek atlamak dahi istemiştim defalarca… Ve böylece tam bir altı gün geçti. Günlerden cumartesi günü olmuştu ve ben ne yapacağımı bilmiyordum, hava bir kisvete bürünmüş güneşli günlere sitem edercesine sisli, yağmrlu, görüş mesafesi beş metreyi bile geçmiyordu. Yağmurluğumu sırtıma geçirerek tramvay durağına vardığımda şehire inmekten vazgeçip tekrar eve geldim. Birkaç saat yeniden yatağa uzanarak bir telefeonu ve sms’i umutsuzca bekledim. Arkasından tekrar kalakarak giyindim ve 51 Numaralı şehir otobüsüne binerek „Frankfurt Alevi Kültür Merkezi’ne“ gittim. Sanırım bu yolculuk otobüsle yarım saatten fazla sürmüştü. Otobüste en ön koltuğa bir çocuk gibi oturarak, duraklarda inip binenleri dikkatla izleyip, kimin hangi ülkeden geldiğini, giyimlerini, çocuklarına karşı davranışlarını kontrol ederek Treyller Caddesine geldiğimde otobüsden inerek derneğe doğru yavaş adımlarla ilerliyordum. Derneğe ulaştığımda bir kaç kişi oturmuş, zamanı geçmiş bir tartışmayı alevli ve hararetli bir şekilde sürdürüyorlardı. Ben bu gün moralim iyi olmadığı için herhangi bir tartışmaya katılmadan çayımı içip bir kaç saat daha oturup günlük gazeteleri karıştırak son yalanlar ve çarpıtılmış haberleri okuyarak açık çayları arka arkaya yudumladım. Sıkılmış olmalıyım ki bir çırpıda kalkıp hoşça kalın arkadaşlar diyerek hemen oradan ayrılıp, derneğin uzağında olan Nied Gar’ına doğru yürümeğe başladım, bu yol sanırım onbeş yirmi dakika kadar sürmüştü. Gelen 1 Numaralı Tramvaya binerek direk Frankfurt’un ana garına doğru yol alan tramvayda her milleten insanın dolmuş olması karmaşık – kültürlerin artık birarada saygıyla yaşama zorunluluğunu hoşgörüye dönüştürmeleri gerektiği bilincini beynime kazıdı o anda. Buna sebep olan durum ise siyah bir iki yaşlarında çocuğun, annesinin elinden tutmş ve beyaz gözlerini yüzüme çevirerek bakması, kendi tabularımı da aşmama bir nevi olsun yardımci olmuştu. Ve ben cumartesini ne aradığını bilmeden ve bitirmeden eve doğru son hamlemi yaparak yine bir tramvayla eve geldim. Saatler biraz olsun ilerlediği için yüreğim biraz ferahlamıştı. İlk işim bilgisayarımın başına oturarak gelen mesajları gözden geçirerek okumak olmuştu. Bir yandan da her zaman ki o derin melankolik hüzün bütün acımasılığıyla üzerime çökerek sanki etimi doğruyordu içimde, ben düşünerek duygusal bir anımla ağlarken yine zaman akıp gitmişti, bir kadeh rakı içmek için buz dolabını açtığımda, küçük henüz kapağı açılmamış şişeyi alarak önce tuaf bir şekilde kendi kendime „ey koca şair düştün demek, seni de yanlızlık yıpratıyor üstad, artık kendi kendinin üstadı olmaktan başka çaren yok“ diyerek kendi tesellimide psikolojik olarak yaptım.
Ben böyle dalıp gittiğim bir anda çalan telefon beni bir saniyeliğine gerçek dünyaya yeniden getirmişti, heycanlanmadan yavaşca bir kaç kez çalan telefonu alarak ve Türçe bir cevapla „Alo ben Hüseyin“ diyerek ahizenin gerekli tuşuna bastığımda karşımda olanın Christine olduğunu hemen farketmiştim. Önce heycansız bir şekilde „buyurun” diyerek fazla iltifatsız bir sestonuyla bir şeyler söyledim. C. bana şu anda Heidelberg de olduğunu ve en geç bir buçuk saat içinde Frankfurt’ olacağını söyledi ve oturduğum caddeyi sordu. Bu arada benim ses tonumdaki değişikliği kendim bile farkediyordum, „neden olmasın çok sevinirim gelmene“ diyerek adressimi verdim. Çok kısa süren bu telefon konuşmasından sonra, karşılıklı olarak „daha sonra“ diyerek kapattım telefonu. Açtığım rakı şişesini hemen kapatarak yeniden buz dolabına bıraktım. Arkasında sinek kaydı bir traş ve duşla zamanımı geçirerek EniS Batur’un siirlerini okumağa başladım. Biraz okuduktan sonra kitabı yan tarafıma bırakarak öylece uzanıp kaldım, dalgın dalgın düşünüp duruyordum bir buz parçası gibi aynı yerde. Sonra sıçrayarak yerimden kalkıp evimin en değerli olan çiçeklerini sulama isteği geldi içimden. O güzüm gibi baktığım çiçeklerimin bir tane bile sarı yaprağı olmadığını görünce sevindim, susuz olanları suladım, bir kişilik balkona çikarak bir zigarillo yakarak bir of’la derin derin derin çekmeğe başladım, uzaktan gören de benim bir puro içici olduğumu sanırdı gerçekten. Sonra olan çöpleri atmak aklıma geldi, ortalığı biraz toparlayıp gerçekten bir düzene soktum.Yatakları, yorganları, yastıkları, ceketimi, gömleklerimi askılara asarak dolaba yerleştirdim. Ve böylece bir odacık viranehane biraz düzgün bir havaya giriyordu. Odamda bulunan Türk Bayraklarından büyüğünü ikinci yatağımın yan tarafına koyarak balkona acılan kapının ön taraflarını tamamen boşalttım. Yastıkların bir çoğunu yeşil bir torbaya koyarak yukarıdaki kilere taşidım. Ve daha bir düzene giren odayı kendim bile beğenmeğe başladım neredeyse. Bu arada ikinci telefon cepten çaldı, ve ben hemen “Neredesin?” diyerek sorduğumda bayanın bana uzak olmayan Bürostadt şehir bölümüne geldiğini söyledi. Bende Melibokus Caddesi’nden sola dönüp arabasını oralarda bir yerlere park etmesini istedim. Ve hemen o yöne gelip kendisini alacağımı söyledim. Hemen giyinerek o yöne doğru hızlı adımlarla ilerledim. Bir sürü cep konuşmasından sonra Christine ile Cimono denen Italyan Restaurantı’nın önün de buluştuk. Mesafeli bir tokalaşmadan sonra bu benden 21 yaş küçük olan hanımda da aynı şeyi yaptım bütün bayanlarda yaptığım gibi. Hemen yanında ve bir adım geride yürüyerek gideceğimiz yönü belirttim, zaten mesafe o kadar da uzak değildi yürüyeceğimiz yol için. Yine beş dakika kadar yürüdükten sonra benim eve geldik. Bu arada ben ona evimin lüks bir ev olmadığını, sadece bir odadan ibaret olduğunu söyledim, o da sadece başını sallayarak okeyliyordu. Kapıya geldiğimizde ben öne geçerek kapıyı açtım ve birinci kata oturduğumu söyleyerek asansöre gerek olmadığını söyledim.Ben adeta zıplayarak merdivenleri çıkıyordum. Sonra ikinci kapıya geldiğimizde gayet sakin benim tarzım olmayan bir sükunetle ve sakince kapı kanadınının birisini tutarak onun içeri geçmesini bekledim. Binanın bu ara koridoru adeta bir cezaevinin holünü andırıyordu, uzunca bir koridorun sondan ikinci kapısına geldiğimızde burasının benim odam olduğunu söyledim ona, koridorlardan korkmuş olan bu genç kız, odaya girir girmez, odadaki tertip ve düzeni beǧenmiş olmaki „gerçekten karanlık bir koridordan sonra güzel aydınlık bir odan var diyerek balkonun olmasına sevindim, çünkü ben sigara içiyorum, sakıncası yoksa hemen bir sigara yakabilirmiyim“ diyerek, benim içinde konuşma fırsatı doǧmuş oldu. Böylelikle bende bu oldukça sakin, içe dönük bir psikolojik durum sergileyen genç kadınla konuşabilme imkanına sahip olmuştum. O sigarasını içtikten sonra, ben „bir şeyler içmek istermisiniz?“ diyerek söze başladım, O da mümkünse bir Türk Çayı yapmamı söyledi. Bu arada ben de ikinci bir soruyla aç olup olmadıǧını sorduǧumda, „şimdilik aç deǧilim, belki sonra bir şeyler yiyebilirim“ diyerek arkasından bir kadeh su içerek, hemen kitaplarla ilgilenmeye başladı, „gerçkten çok kitabın var, galiba sen bütün kazancını kitaba yatırmışsın“ diyerek beni övücü sözlerle boǧmaǧa başladı. Bende zamanla biriktiǧini abartılacak bir durumun olmadıǧını mahçup bir şekilde ifade ettim. Ve hemen arkasından da festivalden sonra ki hafta içinde ne yaptıǧını sordum. Sonrada eski bir koltuǧa güzel bir yastık koyarak oturmasını söyledim. Gerek olmadıǧını söyleyerek teşekür etti. Tergin olmama gerek olmadıǧını kendi odasında da kimsenin kendisine hizmet etmediǧini söyleyerek, Türklerin ne kadar misafirperver olduǧunu bildiǧini izah etti. Tergin olmama gerek olmadıǧ ını kendi odasında da kimsenin kendisine hizmet etmediǧ ini söyleyerek, Türklerin ne kadar misafirperver olduklarını kendisi bana anlatmaǧ a başladı. Yüreği tertemiz olduğu kanısına vardığım bu genç kadın daha sonra ilkokula gittiği yıllarda komşuları olan bir Türk aileyle iki üçkez Türkiye’ye gittiğini söyledi. Havadan sudan konuşurken hazır olan çayı bir paket biskiviyi açarak ona ikram ettim. Bir kaç çay içtikten sonra ona duş alabileceğine söylediğimde gülümseyen o narin ve sempatik simasıyla bakışlarındaki değisikliği yüreginin derinliklerinden gelen bir duyguyla hissettim. Bu arada bende biraz alışkanlığımın dışında olan demli bir çayıda içtim. Daha ilk yudumu çekerken allak bullak olan damaklarımı çaya verilmiş şeker tatdı bile değiştirmiyordu. Hemen demin yarısını boşaltarak yeniden çaya su ilave ettiğimde, çayın tadı şimdi daha güzel olmuştu. Ve biz bu arada Türk Sanat Müziği’nin Hüseyini Makamı’nda şarkılar dinliyorduk. Christine’ye „müziği değiştirelim mi? “ diye sorduğumda „gerçekten buna gerek yok, bu müziğin ritminden ruhları dinlendiren bir gıdanın var olduğunu, ben zaten Doğu Müzikleri hayranıyım“ diyerek sorunu da kökünden çözmüş oluyordu. Ben çaydan tatmin olmadığım için kendime yine orta şekerli bir Türk kahvesi yaparak bu gün sıkıntılarımı unutup Ch. ile güzel bir akşam – gece geçirmeliyim hayallerini kurarken, dolaptan çıkardığım çok az kullanılmış, temiz ve bir o kadar da büyük olan beyaz bir havluyu ona verdiğimde gülümseyerek ve ihtiraz etmeden koltuğuna alarak benim daracık ve Almanya şartlarının çok altında olan duşuma doğru giderek kapıyi kapattı. Ben bu arada kahvemin yarısını içmiş ve yeni aldığim kitaplardan biri olan „Voltair’in Hayatı“’ndan bir kaç yaprak çevirerek adamın zekasına hayran oluyordum. Sayfaları bir süre daha okumadan çevirerek ayağa kalkarak geniş pencereden geçen 12 Numaralı Tramvaya el sallayarak öyle kaldım saniyelik olan bu aktivitemden sonra önce yatağın çarşaflarını, arkasından yastık kılıflarını değiştirerek bi r süre öyle aval aval odanın içinde kendi kendime bir kaç adım attım. Aklımdan geçen düşünceler şöyle idi: Dünyanın aslında bir „ceza ve tutukevi olduğunu, hiç kimsenin tam anlamıyla Voltair’in ve Rousseau’nun istediği özgürlüğü yakalayamayacağını, ama azami özgürlüklerin mutlaka varolduğunu ve bunun da ancak herkesin çok iyi bir felsefi eğtimden geçtikten sonra mümkün olacağının“ kurgusunu yaparken zarif ve genç hanım duşunu alarak karanlığı yaran bir fener ışığı gibi odaya girince, O’un şu anda oda da bulunan en güzel nesne olduğu kanısına vardım. O öyle gülümseyen çocuksu yüzüyle bakışı ile beni büyüleyen körpe vucudu samani renklerle karışmış sarı saçları, bakımli elleri, kırmızıya boyanmış tırnakları, bakımlı ayakları, mart aylarında yerden fışkıran bir mantar gibi ufacık göğüsleri adeta bir „düş kadını“ andırıyordu ve gerçekten güzeldi. Hiç konuşmadan birbirimize öyle bir süre baktıktan sonra yatağa uzandığında ışığı kapatmak için uzattığım elimi tutarak „romantik olmak için ışığa ihtiyaç var“ diyerek beni yanına aldı. Yüreğinin vuruşunu hissettiğimde o mütevazi, narin, utangaç, çekingen genç bir kadının böyle şehvetli öpücüklerle bana sarılışı yaşanan hayatları en güzel yönleridir hissedilen galiba böyle anlarda. Korkarak ve bir o kadar da isteyerek ona kavuşma arzusu bir anlığına da olsa bana dünyayı unuttuğu için bende mutlu olmuştum bu hislerle.
Pazar günü uyandığımda onun başı bir yana düşmüş o masum ve çocuksu yüzü ve vucuduyla sol tarafımda uyuduğunu gördüm. Bir süre yine ona bakarak, ellerimi başımın arasına alıp, yine şu anda hatırlamadığım hulyalara ve imgelere dalarak öylece yatakta kaldım: Her şeyden önce bu gecenin veya böyle güzel geçirilen gecelerin bir anı olduğunu, o ana ilişkin ele geçirilmesi olanaksız görüntü sahnelerinden sadece biri olduğunu kafama realistce yerleştirdim. Çünkü ben hala „ötekini“ beni Alevi diye aşağılayan, ihanetine uğradığım kadını seviyordum. Yanımda şu an baharda açmış bir gül gibi uyuyan, soluk alışını ve verişini hissetiğim bu kadın, ondan tam 31 yaş daha küçüktü. Bu arada yine gözlerimin nemlendiğini hissettiğimde, o akan damlalarn bir ihanet için boşuna aktığını, ama var olmak için buna ihtiyacımın olduğunu ve bu damlaların benim ruhsal gıdamın tabanı için bir değerdir diyerek hemen duşa girdim. Duşumu alarak bir süre daha uzandım ve öylece uyuya kalmışım bu güzel ve sıcak duşun etkisiyle. Arkasından geçmişte yaşanılan olayların heycan verici bir yanının olduğunu, bir tatlı anı, bir deniz sahili, bir kadın adı ve bu adın sizde bırakmış olduğu acı ve tatlı yönleri, böyle çağırışımlar bazende bir anı bile değildir, hatta bir anımsama bile değildir öyle uçucu bir duyumdur size tesir eden. Bu duyumu sözgelimi geçmişte okuduklarımızdan, romanlardan şiirlerden geriye kalan ayran tortusuna benzetirim ben bazen. Sonra bir yazarın bütün eserlerini okuduğunuzda, o yazarın daha sonraları adının geçtiği yerlerde kafamızda canlandırdığımız bir duygudur. Düş kadın da sanırım işte böyle bir kavramdır ve bir kimyacının laboratuvarlarda geliştirdiği bir takım formüllerde kendini ifade edebiliyorsa, „düş kadın“ dendiğinde ışığı, görüntüyü, belli bir zamanı aynı anda düşünüyorum. Ben böyle kendi ruh halimi, kendi kendime analize ederken, Ch.da uyumaya devam ediyordu, bir ara kendini sağa doğru döndüğünde açılan sırtını tekrardan yorganla kapattım, kapatırkende omuzuna sadece hafif bir busse indirdim. Ağır ağır dönüp bana baktığında, „uyuyabilirsiniz, daha çok erken“ diyerek onun başının altına sağ elimi uzatarak kolumda bir süre daha uyumasını istedim. O da buna hiç ihtiraz etmeden, „sen iyi bir ruha sahipsin, neden bir Türk olarak bir ailemin olmadığını, ya da, acaba haımın Türkiye’de mi, yoksa eşimden ayrıldığımı mı“, sorarak bilgi almak istiyordu benden o kibar edasıyla… Bende Ch. „bak, şimdi bunalara gerek yok, ama sana ben den yedi sekiz yaş büyük olan bir hanımı deliler gibi sevdiğimi ve sonunda onun ihanetine uğradığımı“ uzun uzun anlattım. Anlattıklarımı bazen yorumlayarak bazen de susarak gerçekten dinledi ve benim o kadını unutmam gerekliliğini bana bir psikolog gibi izah ederek yüreğimi ferahlattı. Yüzümü yanaklarına değdirdiğimde gülümseyen gözlerini gördüm ve dudaklarından içimden gelen derin bir şehvet duygusuyla onu tekrar öpmeğe başladım. O minicik ellerini tuttuğumda avcuma kayıp giden vucuduyla birleştirince derin soluk alışverişindeki ağılık onu bana ruhende yaklaştırmıştı o an. Svişmenin Güdüklüğü bu olsa gerek diyerek ben de kendimi onun kollarına bırakarak onun olmanın zevkin yaşıyordum, terleyen ıslak vucudumuz bize yaptığımız işin sorumluluğu gereği duygusallığı da daha derinlere götütürüyordu. Adeta bir romanda yazılan sahneleri andıran sevişmek bamabaşka bir ruh haliydi o an ikimiz içinde. Biz böyle ruh halimizle yatakta uzanıp dururken saatler ikindi vaktine gelmişti. Ben ona acıktığımı söyleyerek çıkıp bir yerlerde bir şeyler yiyip içelim diye sorduğumda „neden olmasın“ diyerek sessizce elbiselerimizi giyinerek evden bu genç hanımın arabasına doğru giderek atladığımız gibi bir yerlerde hafif birşeyler yiyerek karnımızı doyurarak benim için şehirin en güzel yerlerinden olan „Opern – Platz“a giderek hem uzun yıllar arkadaşlık ettiğim ve şu anda oranın Restaurant’ının şefi olan bu arkadaşımla ayaküstü merhabalaşıp Opern Cafee’de birer akşam cappuccinosu içerek biraz da meydanın arka tarafında ki yeşil parkta gezerek tekrar arabaya atlayarak doğrudan benim odamın bulunduğu semte geldiğimizde güneş tamamen batmış ortalık yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Henüz geç bir saat olmamasına karşın ortalık pazar gününün akşam sessizliğine gömülmüş pazartesinin telaşına hazırlıyordu kendisini… Akşamın serinliği bu nazik bayanı üşütmüş olmalıki, büzüldüğünü görünce ceketimi çikararak ona verdim. Geniş ceket bu zarif bayanı daha da küçülterek mini bir hanım yapmıştı. Bu birlikte yaptığımız kısa ikindi yemek gezintisi ve yürüyüşlerden yararlanarak onu daha yakından tanımağa çalıştım. Yemek ve yürüyüşlerde birbirimize, başkalarından gizlediğimiz yönlerimizden, tutkularımızdan ve yaşamdaki beklentilerimizden söz ederek vakit geçirdik. Ben ona birbuçuk ay öncesinden yaşadığım „aşk rezaletimi“ anlatarak sol omuzumdaki „Arapça Yazı“nın o kadına ait isim olduğunu gözyaşlarımı dökerek anlattığımda bu zarif „Alman Kızı“ annemden sonra gözyaşlarımı silen ilk kadın ünvanına sahip olduğu için beni aynı zamanda teselli ederek bu günlerin geçici olan „psikolojik sıkıntılar“ olarak algılanması gerektiğini bana izah etmeğe uğraşıyordu. Bu arada ben ona bir teklif yaparak yakınlarda ki İtalyan Lokantası’ndan bir şarap alalım ve birlikte içelim dediğimde hiç itiraz etmeden evin hemen hemen beşyüz metre uzağındaki bu lokantaya giderek üç liralık bir şarabı 11 liraya alıp eve döndük. Ben bu arada biraz daha sakinleşmiştim. Ama ikimizde de komik olan bir durum vardı, ikimizde hemen hemen hiç konuşmuyorduk. Tebessümlerin dışinda sanki kırk yıllık iki tanıdık gibi davranıyorduk birbirmize… Beni hayrete düşüren tek yönü, onun öyle olgun davranışlarıydı. Adeta „büyümüşte küçülmüş“ deyimi bu kadın için söylenmiş olsa gerek diyerek geçiriyordum kendi içimden. Birden „Neye inanıyorsun sen? “ diye sormuştu birdenbire. Nasıl bir yanıt vereceğimi şasırmıştım, çünkü o sırada kapının önnde duran bir kaç Afrikalı Siyah iri gözleriyle yanımdaki kıza baktıklarında, kapıyı acarak merdivenlerden hızla odama doğru yürüdüğünde adeta korkmuş gibi oldum. Kapıyı açarak içeri girdiğimizde derin bir nefes alarak kendini öylece yatağın üzerine atarak bir süre kendine dinlenme molası vermiş oldu. Ben de bu arada kırmızı şarabı evimde en fazla ve gereksiz olan gerafalardan birisine doldurarak bir süre dinlenmesi gerektiğini ona gülümseyerek söyledim. Sonra da yavaş neye inanıp inanmadığımı ona anlatmağa çalıştım. Önce benim bir „Alevi“ olduğumu, ve benim olaylara bilimsel olarak yaklaştığım için Aleviliğin Türkiye ve İslam dünyasında ki önemini, geçmişte ve günümüzde uğradığı katliamları, hele „Osmanlılalar“ zamanında uğradığı zulmü ve bildiğim bütün gerçek ve vuku bulan olayları dilimin döndüğünce ona anlatığımda; „Türkiye’de böyle bir kitlenin varlığından hiç haberim“ yok deyişini bende normal karşılaştım ve tarihin her sayfasının kann lekelriyle boyandığı için onu yıkamanın insanğı yıkamak ve durulamak olacağını anlatmağa çalıştım. O da neden benim ailemin ve bir eşimin olmayışını böyle şeylere bağlayarak işin zor diyerek teslli yerine beni korkutmuştu. Ben de artık yaşımın kırkikiye geldiğini ve kimsenin benim gibi biriyle evlenmeyeceğini anlattım. Ayrıca yeni aldığım bilgisayarımın ve masamın benim eşim olduğunu, edebiyatın ve acının bir parçam olacağını ve yine benim inançsız mistik bir Alevi olduğumdan dolayı biraz değil çok anormal yönlerimin olduğunu belirterek son kadınla bu işi noktaladığımı söyledim ve şimdi birkaç saatliğine unutulmaz aşk dakikalarının yaşanması gerektiğini söylediğimde „aptal yazarlar, bilmezler ki ne yazarlar“ diyerek gülümsedi ve yudumladığı sarabın tadını bile almadan dudaklarına dudaklarımı kondurduğumda soyunmasına bile fırsat vermeden yüne „düş kadını“ oynamasını istiyordum onun. Elbiselerimizi aceleden çıkararak odanın içine gelişigüzel fırlatarak terli dakikalarımızı yine arkada bırakırken, sevişmenin o tatlı yorgunluğunu“ alnından akan ter damlacıklarında hissediyordum. Bende ona beklenilmeyen bir anda geldiğini söyleyerek teşekür ettim. O herzaman ki çocuksu gülümseyişiyle cevaplayarak bir kelime bile söylemeden kafasını göğsüme koyarak öyle sessizce uzanmış tavana bakıyordu. Sonra odamdaki tek asılı olan Atatürk ile İnönü’nün çerçeveli rsminin babam mı, yoksa dedem mi olduğunu olduğunu sorduğunda neredeyse kasıla kasıla gülecektim, bereket versin ki kendimi kontrol ederek; o resimlerin Türkiye’nin kurtuluşunda, bağımsızlık savaşında ki tartışılmaz rollerini kısa ve öz olarak anlattım. Birer kadeh şarap daha içerek ikimizde aralıklarla duşlarımızı almıştık. Vakitler saat olarak onu geçiyordu ve biz uykusuzluğu yenemiyorduk, galiba bu arada ben derin bir uykuya dalmış olmalıyim ki, tekrar tuvalete gitmek için uyandığımda saatler gece yarısını çoktan geçmişti. Bir süre büyük bir avluya sarılarak penceleden görünen gökyüzünü, caddeyi, tramvay raylarını,sessiz sessiz sallanan ağaç dallarını seyrediyordum. Ben böyle dalgın dalgın bakınırken ve etrafın sessizliğini gecenin bu saatinde seyrederken yoldan geçen iki kişinin yüksek sesle konuşarak gözden kayboluşlarını seyrettim, arkasından pijamamı giyinerek Ch.nin sıcak koynuna girdim. Bir süre daha tavana bakarak onu rahatsız etmemek için bütün özen ve gayretimi göstermeğe çalışıyordum. Horlamak şöyle dursun nefes alışverişini bile zor duyduğum kızın yüzüne bakarak „insallah bahtı açık olur, temiz kalpli birisine rastlar ve özlediği yaşamı yaşayarak, hayattan beklentilerini elde eder“ diyerek dua gibi bir iyi niyet göstergesi sergiledim kendi kendime… Sonra yine sol omuzumdaki yazılı Arapça yazıya bakarak sevdanın çok yüce bir kavram olduğuna kesinlikle inandığımı ve uğradığım bu acı ihanetin, haketmediğim bir ceza olduğunu ağlayarak andım. Adeta yanımda öyle zarif ve çıplak bedeniyle uzanmış uyuyan bu körpe yüzlü zarif vucutlu hanımı unutarak kendimi onun yatak odasında hişsetmiştim. Arkasından biraz daha ağlayarak öyle uyuya kalmışım. Yataktan uyandığımda saatler sabahın sekizonbirini gösteriyordu yelkovanıyla… Yüzümü yıkayarak akşamdan kalan içmediğimiz şarapları dökerek bardaklarını yıkadım. Ve cezveye hemen kahve ve şekerini ilave ederek ikimiz için de birer tane kahve yaptım, sonra hafifçe ellerimi onun anlına dokunarak uyanmasını bekledim. Hemen işyerimin sekreterliğini arayarak yarım günlük izine ihtiyacım olduğunu telesekretere konuşarak hallettim. Ona bu gün ne yapacağını sorduğumda saat 14:30 Marott Otelde bir mesleki iş yeri ıcin mülakatı olduğunu ve vaktinin çok olduğunu söylyerek yorganla çıplak vuçudunu örterek kahvesini içmeğe başladı. Ben birden çekingen bir hale bürünerek onun yüzüne bakmadan kendim kahvmi yudumlayarak öyle sessizce onun konuşmasını bekledim. O duşunu alıp kurulandıktan sonra bir süre bir kitaba bir saat kadar bakarak okumak istediğini söyledi. Eğer ağır olmazsa okuyup bitireceğini söyleyerek, kitabı alabilir miyim diye sorduğunda, bende „sana hediye ediyorum“ diyerek bir teşeküre gerek olmadığını üzerine basa basa söyledim. Ben de gördüğün gibi en çok olan şeyin kitap olduğunu ve bir kitapla hiç bir kayıbımın olmayacağını söyleyerek ona bol bol okumasını tavsiye ettim. O da „ben sadece ortaokul mezunuyum, ailemde de okuma alışkanlığı yok dediğinde, ben de „bunun bir bahane olduğunu belirterek eğer istiyorsan sen kendin böyle bir durumu yaratabilirsin, elbette ailenin ve sosyal çevrenin kişinin gelişme eğtiminde vazgeçilmez bir yeri olmasına rağmen, kişisel çabalarla da bazı şeylerin kazanılabileceğini“ söylediğim de başıyla bunu okeyleyerek cevapladı. Sonrada yavaş yavaş giyinerek „çıkalım ve nehir kenarındaki kahvelerden birisin de biraz oturalım“ teklifi ondan gelmişti ondan. İncecik ipek gibi saçlarını tarıyordu bu arada… Omuzlarindan öperek onu kendime doğru çektiğimde o buna hiç itiraz etmedi, „daha zamanımız var diyerek“ tarağını ytağin kenarına birakarak bir kadının erkek için sevişirken yapılabilecek bütün ihtiraslarını göstererek zevkli ve geçici dakikaların yaşanmasına bir daha katkıda bulunarak mutlu olmamıza kendi katkısıni sağlamış oldu böylelikle… Sonra da sol kolumda ki yazıyı gösterek „sen temiz ruhlu biriymişsin, yoksa bir insan ismi insanın derisine ömür boyu çıkmayacak şekilde kazınmaz diyerek beni ağlattı, ben de ona „mümkün olsaydi, onun işmini kalbimin üzerine kızgın demirle yazdırirdim diyerek“ sevgimin büyüklüğünü söyledim. Sonra o bana zarif vücudunun bütün kuvvetiyle sarılarak „insanlar bazen yanlış kişileri sevebilirler“ diyerek beni yine teselli ediyordu. Bende bu onunla bunun son sevişme fasılı olduğunu kendi içimde kendi kendime söyleyerek „haydi morruk, giyin ve kızı rahat bırak“ artık diyerek duşa doğru ilerlediğimde çalan telefonu kaldırma tenezülü bile görmedim kendimde… Islık çalarak ve sevinçle duşumu alıyordum. Arkasından giyinerek evden çıkıp doğruca arabaya doğru hiç konuşmadan yürüdük. Sonra ben ona gideceğimiz güzergahı tarif ederek arabaya bindik ve doğruca Frankfurt Sendika Binası’nın olduğu öne doğru seyrederek yol aldık. Orada uygun ve bütün gün kalacak şekilde bir park yeri bularak arabayı parkedip hemen sahile doğru inip serin havada bir süre yürüdükten sonra Römer Meydanı’nın girişinde ki kahvehanelerden birisinde cappuccinolarımızi içtikten sonra ayrılma vaktinin geldiğini o bana, ben de ona söyledim, bir süre „Tarihi Müzenin“ yanında öyle birbirimizi dostça kucaklayarak, karşilıklı teselli edici sözlerle: „üzülmek yok, başlar yukarı, hayat kısa, üzüntüler ve ihanet onun vazgeçilmez birer parçası, en az acıyla kurtaralım, görüşmek dileğiyle“ diyerek belediye binasının önüne kadar birlikte yürüdük. O anda ben Christine’nın elini tutarak bir süre sıcaklığını hissettim, bu arada gelip geçenler, Japon turistleri bize bakıyordu, genç ve oldukça zarif ve güzel olan bir bayanla yaşı kırkı aşmış birisini böyle görmek bazı insanlar için komikti belki de ondan böyle bakıyorlardı insanlar bize… sonra bir bankta yarım saat kadar sessizce ve elini tutarak oturdum ve ben bu arada eski sevgilim olmayan, sevgilimle bir kaç defa kahve içtiğimiz yöne doğru bakığımda, bir şeyler sezmiş olan Christine „üzülmek yok“ sözünü tekrar ederek kalkıp yanaklarımdan öperek yavaş yavaş geldiğimiz yöne doğru el sallayarak ayrıldı oradan. Ben oturduğum bankta donmuş buz misali öyle onun arkasından bakıyordum. Tam köşe de, Christine bir defa daha yönünü bana doğru dönerek el salladı ve bir iki saniye sonar rüyalara karısarak yok oldu… Ben öyle yorgun ve bitkin halde onun gidişini değil birlikte kahve içtiğim sevgilim olmayan A…’le kahve içtiğim kahveye giderek daha iki ay önce cappuccino ve su içtiğimiz masaya giderek oturdum ve ağlamağa devam ettim. Onu ihanetine rağmmen seviyordum ve hayatımda hiç böyle gaddar, açımasız, vicdansız, kendini beğenmiş ukala bir kadını sevmenin vermiş olduğu acıyı yaşamanın ezikliğini yürek acılarımla hissediyordum. Sonra cep telefonlarımdan birisini cebimden çıkararak günün bütün randevularını iptal ettim, öyle ağlıyordum ki garson kadın „acaba bir şey mi oldu, yardıma ihtiyacınız var mı? “ diye sorduğunda „hayır sevgilim beni terk etti, siz bu acıyı dindiremezsiniz“ diyerek onun yardımı için teşekür ettim. Geçen günler bana çabucak Christiene’yi unutturdu, onu ise asla… Bu arada geçen zaman içinde Ch.la iki telefon görüşmesi yapabildim. O şu anda Almanya’nın Stuttgart Şehirinde dört yıldızlı bir otelde üç yıllık bir süre için otelcilik üzerine meslek yapmaktadır. Zaten onun olamak istediği de bir otelde meslek öğrenerek otelcilik üzerine kendisini eğitmek olduğunu bana ikibuçuk günlük beraberliğimizde anlatmıştı. Ben de ona son telefon konuşmamızda „yüreğini ve ruhunu ihanete uğratma, ihanet etme“ diyerek kapamıştım. O da bana candan ve samimice teşekür ederek yazma konusundaki düşüncelerimi desteklediğini, eğer bir gün mümkün olurda yazılarım Almancaya çevrilirse mutlaka okuyacağını söyleyerek beni gururlandırdı… Kendisine ben buradan yüreğimle bol şanslar diliyor ve bu yazıyı, o Türkçe bilmese de ona armağan ettiğimi bildiriyorum. O bana son olarakta çok genç olmasına rağmen alkol içmeme sözünü de verdirdi. Kendisine teşekür ediyorum ve her Frankfurt’a geldiğinde ve onunla görüşeceğimin sözünü ona verdiğim için ben de onu mutlu etmiş olmanın derin sevincini yaşıyorum. Aynı yaşlarda olsak „seninle evlenirdim“ ifadesi ise beni yok edercesine ağlattığı için, sözde sevgilim diye beynim de canlandırdığım ihanetçi A…. için bir darbe olsa gerek.
Bu yazıyı yazmak için iki hafta kadar bir zamana ihtiyaç duydum günlük ihtiyaçlar ve işimin dışında. Yazı çoğunlukla Frankfurt Şehir Kütüphanesi’nin Kafeteryasında ve en son olarak 5/6.11.2008 Tarihinde gece saat 01.25’te son nokta konulmuştur.
Hüseyin Arslan, 05/06.11.2008
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.