İnsan atmak serbest çöp atmak yasak
"yalnızlık herkesin sırtını okşayıp
kimsenin evine almadığı
bir yetim şimdi..."
Akşamın ilk ışıkları solgun pırıltılarla düşmeye başlamıştı çöplerin bırakılmadığı küçük sokağın buzlu taşlarına. Kumpir kutusunun kapağını açıp yastıklarını ve battaniyesini çıkardı, silkeledi. Sonra özenle yeniden yerleştirdi. Aylardır üstünde çöp atmak yasaktır yazan bu kutunun içinde direniyordu soğuğa, rüzgara. Kuzeye durmuş evcikler gibi...
Onu ilk kez yazın görmüştüm. "Yeni atıldı", diyorlardı. Asırlık gök tablosu gibiydi: Suskun ama patlamaya hazır. Bir sabah sokak ortasında kırmızı koltuklar ve sehpalarla karşılaşınca hepimiz şaşırmıştık. Sehpanın üzerindeki vazoda çiçekler vardı. Bir de süpürge, köşeye dayanmış. Sokağı tertemiz tutuyor, esnafın ufak tefek işlerini görüyordu. Sonra kedileri ve köpekleri de oldu. Şehrin ortasında görkemli bir Robenson’ du artık. Benim için de imgeler eylülü...
İlk yağmurlarla koltukları ve vazosu gitti önce. Sürgit bir aryada muhalif bir ezgi gibi yaşamak kolaydı belki yazın. İnsanlara gizli kalmış yanlarını anımsatarak, acıyla ve çocuksu bir hazla sindirmek ayrıksılığı... Yalnızca akşamları yanından birer ikişer ayrılıp evlerine dönen dostların ayak seslerinden arta kalan burukluk vardı. Şimdiyse o da kaçmak, uzaklaşmak istiyordu bu soğuk derinlikten. Ama nereye?. Bazen bir kadın suretine sokulup ısınıyor, bazen birileri yüzüne ışık tutup kayboluyorlardı hemen.
Genç bir firavunun amansız yıllarını anımsatan kibirli bir soğuk vardı. Şehremini’nin esnaf tayfası tezgahlardan günü devşirip akşam "muhabbeti"ne başlamıştı: "Hüoop! Molla, iyi okuttun gene çingen palamutlarını, ambulans sesleri duyulur az sonra!" Kimi meyhaneciye sesleniyordu, "Apo, hazırla bizim masayı; vakitli başlayıp vakitli bitirelim yengenin kuyruğuna basmayalım anadın mı!"
Eski tulumbacı geleneklerinin az çok sürdüğü "küçük bir kasaba" idi Şehremini. Sağ-sol tüm ideolojilerin yasal-yasadışı insanları, sağlık alanında çalışan bürokratlar, direğe bağlanmış asırlardır yakılan ve bir türlü ölemeyen yılgın ev kadınları, uyuşturucu satıcıları, arabesk ile popu birbirine karıştırmış ve ayrıştıramayan genç aşıkları, kısacası yaşamın her rengi, her tonundan sayısız insanı ile ırmağın yönünde akıp giden eski bir kent... Liseli yıllarımızda kabusumuz olan kabadayı naraları, ekmek kavgasının çığlığına bırakmıştı yerini. Son derece bıçkın, kavgacı olan esnaf, hem sokağın gerçek çocukları saydıkları adem babalara hem de kedi ve köpeklere sahip çıkar, memeleri yerlere kadar sarkan loğusa sokak köpekleri, kediler balıktan da etten de payını alır. Adem babalarsa, sandık sepet taşımak, tavukçunun ocağını yakmak derken iyi kötü karnını doyururdu. Dışlanmış derinliklerle çığırtkan sığlıkların kendi farklılıklarını koruyarak kaynaşmasından doğan doğal bir istihdamdır bu. Alkol, tutukluluk gibi türlü nedenlerle işle uyumu, ailesiyle bağı kopmuş "uçurum insanları" için de şubat ayazında nisan güneşi.
Kar altında bir gül kanıyordu. Altı yoklanmadık taşlar vardı ve şair olmak her gece yıldızları sayıp onlara yeni adlar vermek değildi yalnızca. Rüzgarların salt iyi ses verenleriyle süslemek değildi dizeleri. Onun derinliklerini yoklayıp soyutlamak sonra yeniden somutlamak istiyordum ve yaşayanlara anlatmak geçip geldiği yolu...
Kaldırımda oturmuş, öfkeli bir tavırla sigarasını tüttüren genç bir kızla konuşuyordu. Ara sıra endişeli bakışlarla Tony’yi kolluyordu. Mıstık ve Poseidon -kediler- nereden bulmuşlarsa bir bağırsak parçası için "nonemperyalist" paylaşım savaşı tutturmuşlardı. Nasıl köpeklerini belediyenin gezici itlaf ekiplerinden kaçırdıysa, bireyliğini de öylesine korumuştu satılmış dünyalardan. Onun için çekingen yaklaştık yanına, rahatsız ettik der gibi.
Adı Necati, lise mezunu, diş teknisyeniymiş kumpirden evciğin miladı olan o büyük kopuştan önce.
- İş aradın mı hiç?
- Ben çalışıyorum, boş durmuyorum ki!
Çöpler toplanmış, balık kasaları simetrik bir uyumla boyun eğmişlerdi bu sıra dışı dengeye.
- Ya düzenli bir iş? - Aramadım, her şeye karşıyım...
- Sisteme mi karşı olduğunu söylemek istiyorsun?
- - Sen benden daha iyi bilirsin bunları abla: Üç kağıdı, ikiyüzlülüğü, sinsiliği becerebilen işi götürüyor!.. İyi insanlarsa yapayalnız!
- Gördüğümüz kadarıyla seviyor seni Şehreminililer, yardım ediyor.
Gözlerini kaçırıyor, kumpir kutusuna bakıyor ve evlerine kaçaradım giden insanlara...
- Ya devlet! Gözaltı, yargısız infazlar ve tecritle varlığını sezdiren devlet bir bireyi soğuktan korumak gibi bir kaygı ve sorumluluk taşımıyor, senin gibi ne çok insan var istemeden karanlığa bekçi olan...
- Ellerini omuzlarının hizasında açıyor sonra iki yana sallıyor, bir öğle sonu oraya buraya uçuşan kuşları anımsatıyor elleri...
- Devlet yok. . . Yok ki devlet!
Böbreğimi satmak istiyorum
Birkaç fotoğraf çekiyorum. Parmaklarım buz tutmuş, zor dokunuyorum deklanşöre. O daha güçlü, kaybedecek bir şeyi yok. "Üşümüyor musun?" diyorum, utanarak, söyleyecek şey bulamadığımdan.
Başka bir soruyla cevaplıyor:
- Böbreğimi satmak istiyorum. İlan vermeme yardım eder misin?
- İyi düşündün mü?
- İnsan burada iki böbrekle yaşayabilir mi?
Sonra geriye dönüyor sesi, intikam alır gibi bizim için üzülüyor o da. "Ya siz! Beni yazacağınıza sosyete haberleri yazsaydınız daha rahat etmez miydiniz?"
Eğip boynumuzu yürüyoruz cam kırığı anıara. Akşam çökmüş, bungun dalgalarıyla yalnızlıkları dövüyor kent.
Tuz basıyor fiyortlara deniz...
* * * * * * * * *
O kış yerden kar kalkmadı. Necati’ye barınak bulma girişimlerimiz hep sonuçsuz kaldı. "Bir oda vereyim soğuklar geçene kadar kalsın" şeklindeki yaklaşımları da o isli bir gülüşle reddetti.
Oturduğumuz blokların doğalgaz uygulamasından sonra boşaltılmış otuz kadar kömürlüğü vardı. Taylan "Necati’yi bunlardan birinde yatırabilir miyiz?" şeklinde bir düşünce ortaya attı. İlginçtir, bu öneriyi sevinerek kabul etti. Kendine ait bir "mekan" istiyordu, avuç içi kadar olsa da. Başkalarının hayatına eklemlenmek değil... Bu kez de mahallenin yaşlıları "bahçeye berduşları dolduruyorlar!" diye bize saldırdılar...
Bir sabah donmuş olarak buldular onu. Hastaneye gidip eşkalini, alındığı yeri bildirdim. İlgilenmediler bile "Kadavraya verilmiştir!" dediler.
Anlaşılan düzen, duyguları kadar organlarını da yağmalayıp satmıştı. Gerçi ancak unutulduğunda ölür insanlar, ben hala o sokaktan geçerken tavukçunun tentesinin altında, ıslak taşların üstünde otururken görüyorum onu. Ama hiç değilse bir gömütü olsun isterdik.
Sokak tümüyle yuttu onu...
Dörtyol ağzında bir ömür, rüzgâra o kadar dayanabilmişti.
* * * * * * * * *
"Yedeğinde talan bir yüreğin sessiz öfkesi
Petrolsüz ve protokolsüz bir ülkeye gitmişti..."
tarifsiz
...
kardeşimi gömdük dün
sarı bir çiçek
dar gelen saksısını delip
toprağa sokuldu
bir ağacı kesiyorlardı
hasta düşmüştü orman
anne! diye bağırdı bir an
kanı otların üzerine vurdu
mavi bir kuş
sabaha kadar
kapımızın önünde
ağlayıp durdu
RUHAN MAVRUK katkıları ile...