AHMET BEY
AHMET BEY
Bin dokuz yüz altmışlı yılların sonlarında, bin dokuz yüz yetmişli yılların başlarındaki bir zamanda Anadolu’nun bir köyünden çalışıp kazanmak için kalkıp İstanbul’a gelen fakir Ahmet, şansının da yardımıyla çalışır çabalar kısa zamanda zengin olur. Fakir Ahmet zengin Ahmet Bey olur çıkar.
Ne güzel değil mi? Güzel, güzel de asıl sorun da bundan sonra başlar. Bizim Ahmet Bey, tam bir sonradan görme oluverir. Kendisini çok güçlü ve Harun gibi de zengin sanır.
Tabii herkes böyle olmaz. Aslını asaletini unutmaz. Vereni de alanı da bilir. Ama bizim Ahmet Bey, sonradan gördüğü zenginliğin ve cahilliğin verdiği cesaretin sarhoşluğuyla her şeyi unutur. Herkese tepeden bakar; dudak büker; burnu yere düşse eğilip almaz olur.
Bir gün eşe dosta hava atarak:
— Ben Anadolu gezisine çıkıyorum der. Yeni aldığı lüks arabasına biner yollara koyulur.
İlk başlarda işler yolunda gider. Çanakkale, İzmir, Denizli, Antalya, Side, Alanya, Konya, Ankara, Nevşehir, Ürgüp... Derken ver elini Sivas, Erzurum...
Öyle ya Ahmet Beyde para çok... Hava da çok... Ama kış ayağını salmış... Aman canım sende! Önemlimi onun için. Varsın gelirse gelsin kış. Zengin ya bu... Onun da bir çaresini bulur nasıl olsa. Ne demiş atalarımız: “Fakir düz ovada yolunu şaşırır. Zengin arabasını dağdan aşırır.”
Ama işler öyle düşündüğü gibi olmaz. Beklemediği bir zamanda aniden bastırıveren karın, kışın altında kalıveriri.
Tabii o zamanlarda ulaşım güç... İmkânlar kıt... Yollar kapandı mı açılması zor. Hele, hele haberleşme daha da zor. Ahmet Bey, canını kurtarma telaşıyla ana yola yakın bir köye güç bela sığınır.
Daha köylerinde bir ilkokul bile olmayan, okuma yazma bile bilmeyen, fakir, saf ama temiz, tertemiz Anadolu insanları, zamansız köylerine gelen bu yabancıya Türk insanının misafirperverliğiyle kucak açarlar. Kim olduğunu, nereden gelip, nereye gittiğini sorarlar.
—Ben İstanbul’dan geliyorum. Geziye çıkmıştım da... Kar bastırıverdi yolların kapanacağından, yolda kalacağımdan korktuğum için havalar düzelinceye kadar buraya sığınmak zorunda kaldım. İşte kimliğim. Bana Ahmet Bey derler!
Deyince köylüler:
— Öyleyse siz bizim Tanrı misafirimizsiniz. Diyerek bir eve misafir edip izzet
ikramda bulunurlar.
Birkaç gün böyle geçer. Geçer, geçer de... Kışta kışlığını gösterir. Karın yüksekliği bir metreyi geçiverir. Durduğu duracağı da yok hani! Köylüler:
— Beyim, derler. Bak her yer kar... Dışarıda kurtlar var. Altı aydan evvel açılmaz bu yollar. Artık siz bizim misafirimizsiniz açılıncaya kadar yollar...
Bey, düşünür taşınır. Kendi kendine: Ben ki koskocaman Ahmet Beyim. Param var, pulum var. Ne diye bunlara misafir olup ta minnet edeyim? Bunlar nasıl olsa fakir. Basarım parayı yiyeceklerini, içeceklerini, ekmeklerini bile ellerinden alırım. Hele bir ev bulayım da... diye düşünür. Sonra da köylülere:
—Altı aylık misafir olmaz. Siz en iyisi bana bir ev bulun; yollar açılıncaya kadar orada kalayım. der.
Köylüler önce itiraz ederler. Ama sonunda ona hak verirler. Veli Dayının boş evini düzenleyip buyur ederler.
İşler önceleri iyide gider. Ahmet Bey, her ihtiyacını basar parayı alır. Süt, yumurta, bal, yağ mı lazım? Ali ver sütü, yumurtayı, balı, yağı; al şu parayı... Aş, ekmek, et mi lazım? Veli ver aşı, ekmeği, eti; al şu parayı... Bu ticaret köylülerinde hoşuna gider. Ta ki Ahmet Bey havalı, havalı konuşmalara başlayıncaya kadar...
—Ben zenginim! Siz fakirsiniz! Ben size paramla istediğimi yaptırırım! Gibilerden...
Bizim saf, fakir ama onurlu köylülerimiz Ahmet Beyin bu hareketlerine, bu konuşmalarına çok kırılıp, içerlerler. Köyün yaşlılarından Veli Dayı:
— Şuna bir ders verelimde görsün. Anlasın her şeyin para demek olmadığını. Kimse buna bir şey satmasın; vermesin! der.
Bunun üzerine kimse Ahmet Beye hiçbir şey vermez ve satmaz olur. Kime varsa, bir ihtiyacını sorsa “yok!” cevabını alır. Ahmet Bey elinde para ile ota yerde kalakalır. Başlar kara kara düşünmeye... Üşüdüğüne mi yansın? Açlığına mı? Karda kışta buralarda kaldığına mı? Böyle kara kara düşünürken bizim Veli Dayı Ahmet Beyin yanına varır.
—Ne o Ahmet Bey düşünceli bir halin var. Bir derdin, bir tasan mı var? Deyince Ahmet Bey,
— Sorma Veli Dayı! Ben acım! Ama kimse bana bir şey vermiyor; satmıyor! deyince Veli Dayı taşı gediğine koyuverir.
— Allah Allah! Nasıl olur? Senin çok paran var! Sen çok zenginim diyorsun! Bu kadar zenginim diyen adam aç duruyor da, onun fakir dediği adamlar tok geziyor. Öylemi? Demek ki asıl fakir olan sen, zengin olanlarda senin fakir diye hor gördüklerinmiş. Deyiverir.
Bu iğneleyici taşlı sözleri dinleyen, bizim sonradan görme Ahmet Beyimizin beyninde bir şeyler dank eder. Her şeyin para demek olmadığını anlar.
— Siz bilirsiniz Veli Dayı der, ben hatamı anladım. Bundan sonra her şeyi para ile ölçmeyeceğim.
Bunun üzerine yine işler eski halini alır. Bizim Ahmet Bey, gerçekten her şeyin para demek olmadığını anlar. Yaptıklarının cahillik olduğunu düşünür ve utanır.
Aradan günler, haftalar aylar geçip, zamanla birlikte karlarda eriyip, karçiçeklerinin çıktığı, yolların açıldığı günlerde Ahmet Bey köyden ayrılıp gitmişti.
Ahmet Bey, köyden ayrılışından bir ay kadar sonra yanında bazı kişilerle ve birkaç kamyonla köye geri dönmüştü. Bunu gören köylüler şaşırmış aynı zamanda merak etmişlerdi.
— Hayır mı Ahmet Bey! Niye döndünüz? Diye sorunca, Ahmet Bey gülerek:
— Köyünüze okul yaptıracağım. Sizin çocuklarınızda cahil birer Ahmet Bey olmasınlar diye der.
Evet, şimdi o köyde bir okul var. Adı “Ahmet Bey İlkokulu” ve bahçesinde aydınlığa boy süren kar çiçekleri gibi; bilgiye, insanlığa boy süren onlarca çocuk, onlarca çiçek...
Bir gün yolunuz o köye düşerse, nice Ahmet Beyler görürsünüz. Tertemiz ve bilgi dolu Ahmet Beyler... Mutluluğun, parayla pulla değil, sevgiyle, bilgiyle insanlıkla olacağını bilen Ahmet Beyler...
Mustafa YÜKSEL